Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Bir Türk-Alman ortak yapımı

Bir Türk-Alman ortak yapımı
 

Moru seven dikenine katlanır...


Bu, Türk Standartları Enstitüsü’ne göre uygunsuz bir evliliğin öyküsü.

Bugün bile yeni tanıştığımız herkese kocamın bütün detaylarıyla anlatmaktan zevk aldığı, karşımızdakilerin açık ağızlarına bakarak eğlendiği bir hikâye…

Altı yıllık yavuklumla iki gün içinde evlendim ben. Hayır, hamile falan değildim, ailelerimizden gizli gizli, kaçarak da evlenmedik. Evlilik sakızı çiğneye çiğneye artık ağzımızda çürüdüğü için, fırsatını bulur bulmaz evleniverdik.

Siz bürokrasi ne demek bilir misiniz? Peki Almanları tanır mısınız? Almanların yavukluma sadece "Evlenmesine engel yoktur“ diyen bir belge vermek için, benden neler istediklerini hayal edebilir misiniz?

Sadece evlilik başvurusu yapabilmek için gereken kâğıtları hazırlamamız altı aydan fazla zamanımızı aldı bizim. Ülkeler arası "kâğıt savaşı“ öylesine uzadı ki, bir ara "Yetti gari“ dedik, ama sonra başka çare olmadığından dişimizi sıkıp hurda kâğıt toplamaya devam ettik.

Elimizdeki belgelerin tamam olup olmadığını kontrol etmek ve eğer tamamsa nikâh için gün almak niyetiyle, işinden iki gün izin alıp, soğuk bir Kasım Çarşambasında İstanbul’a geldi erkek arkadaşım. Vakit geçirmeden işe koyulduk. Doğum belgesi, nüfus sureti, pasaport, iki ülke arasındaki bürokratik işlemleri düzenleyen bulabildiğimiz bütün anlaşmaların metinleri vesaire havalarda uçuştu gece boyunca. "Buna konsolosluk onayı lazım mıydı, öbürüne kaç fotokopi çektireceğiz, bak bakalım anlaşmada ne yazıyor?“ diye bayağı yorucu geçen bir mesaiden sonra, ertesi sabah erkenden kalkıp nikâh dairesine gitmek üzere yattık.

Perşembe günü için ben de izinliydim, sabah önce mahalle muhtarına uğrayıp, son olmasını ümit ederek, bir ikametgâh belgesi aldık. Sarıyer’deki nikâh dairesinin yolunu tuttuk. Bir şeylerin eksik olduğundan emindik ve dolayısıyla da gergindik.

Nikâh dairesinde kimsecikler yoktu bizden başka. Önce bir takım formlar koydular önümüze, bir iki belgenin fotokopisinin çekilmesi gerekti, formlar Türkçe olduğu için ben onları doldururken, yavuklum da hemen karşıdaki fotokopiciye seyirtti. Geri geldiğinde katıla katıla gülüyordu, fotokopici ona "Evlenmek istediğinden emin misin, bak ben iki kere denedim, ikisinde de olmadı, yol yakınken vazgeç istersen“ demiş.

Neyse, bilahare formlarımızla belgelerimizi bir dosya haline getirip, nikâh memuresinin odasına geçtik. Gülümseyerek karşıladı bizi, oturmamızı işaret etti, oturduk. O bu arada dosyamızı incelemeye başlamıştı bile, çok kısa bir süre sonra başını kaldırdı, yine gülümseyerek:

"Şu Almanlara bayılıyorum, ne güzel belge hazırlıyor adamlar, herşey tamam, bir tane eksik yok içinde“ deyiverdi.

Afallamıştım, erkek arkadaşım "Ne olmuş Almanlara?“ dedi, tercüme ettim, o da şaşırdı. Kendimizi en kötü ihtimale hazırlamıştık hep, ama şimdi herşey tamamdı işte. Yutkundum, erkek arkadaşım da hiç kıpırdamıyordu artık oturduğu yerde.

"Ne zaman evlenmek istiyorsunuz?“ diye sordu Memure Hanım.

Yavukluma baktım, bir ömür geçti bir saniye içinde.

"En erken ne zaman evlenebiliriz?“ diye sordum, kendi sesim yabancı geldi kulağıma. Böyle bir cevap beklemeyen muhatabım için de ilginçleşmeye başlamıştı durum, defterine baktı, muhtemelen sırf şaka olsun diye:

"Pazar günü olabilir mesela“ dedi.

Tercüme ettim, dudağını büktü müstakbel kocam. Kısa bir konuşma geçti aramızda, “Ne dersin?” dediğimi, onun da “Neden olmasın?” dediğini hatırlıyorum hayal meyal.

“Pazar günü Berlin’e geri dönecek, Cumartesi olabilir mi?” dedim. Memure Hanımın kaşları hayretle kalktı, bir an durdu, defterine baktı ve gülümseyerek:

“Cumartesi 12’de olur isterseniz” dedi. Artık çok eğlendiği belli oluyordu yüzünden.

Cumartesi 12 için anlaştık. Dışarı çıktık, yol üstündeki ilk pastaneye oturup birer çay söyledik. İkimiz de ne yaptığımızdan çok emin değildik. Bu kadar kısa zamanda en fazla gider, imzalarımızı atar, bilahare bir ay kadar sonra bir kutlama yemeği falan ayarlarız diye geçti aklımdan bir an. Evet, en mantıklısı bu olurdu sanırım. İçgüdüsel olarak telefona gitti elim, annemi aradım, Cumartesi saat 12 için bir plan yapmamalarını söyledim. Yarattığım heyecan dalgasının büyüklüğünden olsa gerek, cep telefonunu kulağımdan uzak tutmam gerekti o cevap verirken. Ne dediğini çok net hatırlamıyorum ama ses tonundan pek de mutlu olmadığı belliydi. Telefonu kapattığımda yavukluma baktım, çayını bile içememişti, sadece karşımda oturuyor ve anlamsızca sırıtıyordu. Bir süre konuşmadık, söyleyecek birşey bulamadık birbirimize. Sonra kendini toparladı.

“Eğer sen anneni aradıysan ben de annemi ararım” dedi.

Elbette o da annesine haber vermek istiyordu. Yemin ediyorum başka birşey gelmemişti o anda aklıma.

"Annecik selam, Cumartesi öğlende ne yapıyorsun?“ dedi telefona. Kısa bir duraklamadan sonra şöyle devam etti konuşma:

"Boşver şimdi sen onu, hazırlan İstanbul’a geliyorsun, biz Cumartesi 12’de evleniyoruz. Alo? Alo? Annecik, hala orada mısın?“

Neyse, müstakbel kocam 10 dakika içinde önce annesini, daha sonra da ablasını şaşırtmayı başardı. Ablası:

"Seni serseri, küçük yeğenin Pazartesi günü 18’ine basıyor, parti hazırlığı yapıyordum, her zaman her şeyi altüst etmek zorunda mısın sen? Tabii ki geleceğim, biletleri ayarla, bana haber ver“ demiş ona.

Mütemadiyen kıkırdayan damat adayı, ardından çalıştığı firmanın iş gezileri için kullandığı seyahat acentasını arayıp, ertesi gün İstanbul’a geliş, Pazar günü de dönüş için uçak biletlerini ayarladı. Acentadaki kadın, biletlerin her zamanki gibi iş için mi olduğunu sorunca da, "Yok bu seferkiler annemle ablam için, biliyor musunuz ben Cumartesi günü evleniyorum da, ehihihi“ dedi. Kadın, süre çok kısa olduğu için, biletleri ablasının adına havaalanındaki ofislerine göndereceğini, bunun için ayrı ücret almayacağını, evlilik hediyesi olarak kabul etmesini söylemiş telefonda, mutluluklar dilemiş. "Hı, sağolsun“ dedim ben ve o anda olayların kontrolden çıktığı gerçeği bir balyoz gibi kafama indi. Annesi ve ablasının taa Berlin’den kalkıp geliyor olmaları demek, aynı zamanda bizim ciddi ciddi evleniyor olmamız demekti. Ben annemi aradığıma göre, o da annesini arayacaktı elbette, ben nasıl bu kadar salak olabilmiştim? Öyle lay lay lom kotlarımızla gidip, imza atıp çıkamayacaktık, bir ay sonraya ayarlarız diye düşündüğüm herşeyin bir an önce ayarlanması gerekecekti. Bunun için de maalesef 2 günden az bir zamanımız vardı. Aman Allah’ım biz ne yapmıştık?

Midem düğüm düğüm olmuştu, ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendimi toparlamam lazımdı. Pastaneden kalkmadan son olarak, İstanbul’da çalışan bir arkadaşını aradı yavuklum:

"Selâm, birşey söyleyeceğim, seninle benim bedenlerimiz aşağı yukarı aynı, Cumartesi günü için takımlarından birini ödünç alabilir miyim? Yok canım, evleniyoruz da. Ha, aklıma gelmişken, bize şahit de lazım, şahidim olur musun?“

Çocukcağızın hayır diyecek hali olmadığı için, bir taşla iki kuş vurmuş olduk, en azından damat bey için kıyafet aramayacaktık. Tasarruf ettiğimiz zamanı, Bebek Oteli’nin kafesinde birşeyler içerek değerlendirdik. Arkadaşın evine doğru yola çıktığımız sırada, ablası aradı, her iki yeğeninin de dayılarının nikâhında hazır bulunmak istediklerini bildirdi. Türk Havayolları ofisi yolumuzun üzerindeydi, şansımız yaver gitti, iki bilet daha bulduk aynı uçağa. Eve vardığımızda arkadaşı kendince olabileceğini düşündüğü birkaç takımı kolaylık olsun diye gardıroptan çıkarmıştı bile. İçlerinden birini seçti erkek arkadaşım, herşey tamamdı, yemeğe gittik beraberce. Ertesi gün ben erkenden işe gideceğim için fazla geç kalmadan eve döndük sonra.

Cuma sabahı ofise varır varmaz, hemen masama oturup bütün iş arkadaşlarıma bir e-posta göndererek, ertesi gün evleneceğimi bildirdim. Ofisin dört bir yanından gelen çığlıkları, çalmaya başlayan telefonları, kimseyle konuşacak vaktim olmadığı için mecburen göz ardı edip, kapıdan yeni giren amirimi yakaladım, durumu anlattım. "Yürü git, gözüm görmesin seni, niye geldin ki bugün?“ dedi, "Ehihi“ diye güldüm, manalı birşeyler çıkmadı ağzımdan. "Çabuk izin formu doldur bir tane, evlilik izni nikâh tarihinden itibaren on gün haberin olsun“ dedi. Doğruydu ya, evlilik izni vardı, onu bile unutmuştum aceleden. Neyse, her şey tamamlandı, elimdeki işleri sağolsunlar arkadaşlar devraldılar, gitmeye hazırdım artık. Öpücükler, "Yarın görüşürüz“ler, "Gelinlikçi adresi vereyim ister misin?“ler "Allahın delisi, senden de başka türlüsü beklenmezdi ki“ler arasında ofisten çıktım.

Bu arada, ben işteyken yavuklum babama "Düşünüyorum da, nikâh saat 12’de olacak, İstanbul çok büyük, mesafeler çok uzak, o saatte nikâhta bulunan insanlar gidip, akşam yemeği için tekrar gelemezler, bu yakınlarda bir kafede birkaç saatliğine bir büfe hazırlatsak, çıkışta herkesi oraya toplasak“ diyecek olmuş. Üç, iki, bir, ve babam yanardağ gibi patlamış:

"Hem bu kadar kısa zamanda iki ayağımızı bir pabuca sokuyorsunuz, hem her şey dört başı mamur olsun istiyorsunuz, neyi, nasıl ayarlayalım şimdi, olmaz, yetişmez“ diye kükremiş. Benimki "Tamam, peki, ben birşeyler düşüneceğim“ deyip konuyu değiştirmiş, kimin nerede kalacağını ayarlamışlar beraberce. Annesi, annem ve babamla bizim evde, ablası, yeğenleri, ablasının Marmaris’ten bir arkadaşı, ikimiz babaannemin evinde kalacak şekilde yapmışlar konaklama organizasyonunu. Benim bütün bunlardan çok sonra haberim oldu tabii.

Eve geldim. İşin en zor kısmı asıl şimdi başlıyordu. Annem ve babam, özellikle de annem, evlilik meselesi gündeme geldiğinden beri hep gelinlik giymemi, "adam gibi“ evlenmemi arzu ettiklerini söylemişler, bense kimi zaman şaka yollu, kimi zaman da ciddi ciddi istemediğimi belirtmiştim. Kendimi bildim bileli hiç istemedim gelinlik giymeyi, hiç yakıştıramadım kendime. 40 pencereye perde yapacak kadar tül, 100 sehpa örtüsüne yetecek kadar dantel, az önce zaman makinesiyle Orta Çağ'dan gelinmiş gibi illa etekte kasnak, belde korseden oluşan cenderenin içine girme düşüncesi bile ruhumu daralttı hep. Aramızdaki çekişmenin bu kadar kısa süre içinde çözümlenmesi gerekeceği ben dahil kimsenin aklına gelmemişti sanırım.

Evde buz gibi bir hava vardı, yavuklumun koluna yapışıp odaya soktum onu. "Ne yapacağız?“ dedim, "Bilmiyorum“ dedi, "Ama annen çok üzülüyor.“ Durdum bir an. Annemin üzülmesini hiç istemiyordum, ama gelinlik giymek de istemiyordum. Çok kötü sıkışmıştım, ağlamak üzereydim. Bunu fark eden erkek arkadaşım "Dur bir dakika, sakin ol. Sen istiyor musun, istemiyor musun bir daha söyle bana“ dedi. "İstemediğimi biliyorsun“ dedim. "O zaman tamam, sonuçta bu bizim nikâhımız, bizim istediğimiz gibi olacak. Kalk gidelim, sana şöyle şık bir kokteyl elbisesi bakalım, pantolon takımla gelinliğin ortasını bulalım“ dedi.

Evden çıktık. Hemen yolumuzun üstündeki en sevdiğimiz kafede birer kahve içtik, o arada erkek arkadaşım "Sor bakalım, burayı yarın birkaç saatliğine tutabilir miyiz?“ dedi. Kafenin sahipleri aynı zamanda kardeşimin arkadaşlarıydı, "Olur tabii“ dediler. "Şunu şunu istiyoruz büfede, yarına yetişir mi?“ dedik, "Yetiştiririz“ dediler, "Maliyeti ne olur bize?“ dedik, "Hesaplayalım“ dediler, "İyi, bizi cepten arayın, biz alışverişe gidiyoruz“ dedik, kafeden ayrıldık.

Hemen en yakın alışveriş merkezine gittik. Daha girdiğimiz ikinci butikte açık renk, sade bir elbise-ceket takım bulduk. Mucize gibiydi. Hemen giydim, biraz beli bol geldi, çabucak ölçü aldılar, aynada kendime baktım. Elbisenin üzerime yakışıp yakışmadığından çok, nikâhta giymek için uygun olup olmadığıyla meşguldü beynim. Boş gözlerle aynayı incelerken, hemen yanımdan gelen yabancı bir ses, düşüncelerimi dağıtıverdi.

"Hiç bakmayın daha fazla, çok güzel durdu üzerinizde“ dedi, müşteri olduğunu tahmin ettiğim, orta yaşlı bir hanım.

"Sağolun, elbise üstüme uydu uymasına da, şey, ben nikâhta giymek için alacağım bunu, Cumartesi günü evleniyoruz da biz, o yüzden emin değilim pek“ diye gereksiz detaya boğdum tanımadığım kadını, kendime şaşırarak.

"Ah, öyle mi?“ dedi kadın, yanı başımda kule gibi dikilen yavuklumu yeni fark ederek, "Allah mesut etsin. Bence nikâh için de mükemmel bir elbise, beni dinlerseniz hiç düşünmeyin“ dedi. Müstakbel kocama baktım, "Çok güzel oldu bence“ dedi o da. Karar verilmişti, yarım saat içinde elbise işini halletmiştik. Acelemiz olduğunu, tadilatın mümkün olan en kısa zamanda bitirilmesi gerektiğini söylediğimizde, butik çalışanları gerçekten çok yardımcı oldular. Tekrar dönüp elbiseyi almak üzere dükkândan ayrıldık.

Rahatlamıştım sanki biraz, yavukluma sarıldım. "Gördün mü bak, her şey yoluna giriyor, bulamayız demiştin, yarım saatte bulduk elbiseyi, hem de güzel bir elbise, sana da çok yakıştı“ dedi bana. "Şimdi ayakkabıda sıra.“

Hayatım boyunca bir alışveriş merkezinde bu kadar zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum. Tam beş saat. Kasım ayında açık renkli ayakkabı bulmanın ne kadar zor olduğunu, alışveriş merkezi zehirlenmesine uğrayarak öğrendik. Girdiğim son dükkândaki adama "Açık renk ayakkabı var mı?“ diye sorup, karşılığında tükürür gibi bir ifadeyle "Gelinlik ayakkabısı satmıyoruz biz“ cevabını alınca darmadağın oldu sinirlerim, "Gelinlik ayakkabısı sormadım size, açık renk ayakkabı sordum, var mı, yok mu?“ diye azarladım adamı, şakaklarım küt küt atarak. Ben benlikten çıkmıştım artık. En sonunda yorgunluktan ve ümitsizlikten koridordaki banklardan birinin üzerine yığıldım, yoktu işte, ayakkabı yoktu. Ne yapacaktım, siyah ayakkabı mı giyecektim, yoksa yalınayak mı gidecektim nikâha?

Beş saat ızdırap sanırım yeterli olmuştu ki, günün ikinci mucizesi daha fazla bekletmedi, çıkışa doğru nispeten küçük bir dükkânın arka raflarından birinde iki çift açık renk ayakkabı gördüm. Uçarak yanlarına vardım, hemen altlarını çevirdim, evet, 38 numaraydı her ikisi de. Soluğum hızlanmış, Kasım soğuğunda terlemiştim bir anda. Hayatımda gördüğüm en çirkin ayakkabılardı ama dert değildi, doğru renkte ve doğru numaradaydılar. Biri bayağı yüksek topuklu ve diğerine kıyasla daha da çirkindi. Yine de diğerinde bir terslik çıkması halinde ona kalacağımı bildiğimden, elimden bırakmadım, her ikisini de yanıma alıp, sandalyeye oturdum ve kısa topuklu olanını denedim. Sağ tek, oldu. Sol tek, o da tamamdı galiba. Ayağa kalktım, bir iki adım yürüdüm, bir terslik yoktu. Doğrudan kasaya yürüdüm, o güne kadar satın aldığım en çirkin ayakkabıların, aynı zamanda en pahalıları olduğunu çıkışta fark ettim.

Elbiseyi de alıp, açık havaya ulaştığımız sırada erkek arkadaşımın telefonu çaldı, arayan yeğenlerinden biriydi. O zaman saatin kaç olduğunun farkına vardık, uçak çoktan inmiş, annesi, ablası ve yeğenleri havaalanında onu göremeyince merak etmişlerdi. "Oturun birer bira için, ben hemen geliyorum, hatta yoldayım“ dedi yavuklum, o havaalanına, ben eve gitmek üzere ayrılmadan önce, kafeden telefon edip, fiyat bildirdiler, "Tamam“ dedik. Her şey gerçekten yoluna mı giriyordu ne?

Neyse, akşamın ilerleyen saatlerinde, ailelerimiz ilk defa karşılaştılar, günün anlam ve önemine uygun olarak şampanya patlattık, muhabbet ettik. Sonra hep beraber çıkıp yemek yedik, herkes zaten bitkindi, evlere dağılıp yattık.

Ertesi sabah öyle yorgun, öyle berbat hissediyordum ki kendimi, yataktan zorla kalktım. Aynaya baktım, canlı cenaze gibi görünüyordum. "Gelmiş geçmiş en çirkin gelin olacağım ben“ diye mırıldandım kendi kendime, "Saçmalama“ dedi erkek arkadaşım, ama pek ikna edici değildi sesi.

Ben kuaföre gitmekten nefret ederim. Cidden. "Uçlarından al biraz“ dersiniz, kuşa çevirirler, "Fön çekme, öyle kurut“ dersiniz, "Dur şu perçemlerini bir düzelteyim“ derler, maymuna dönersiniz. Ona rağmen, sırf "Pasaklı şey, kendi nikâhında bile gidip bir saçını taratmadı“ demesinler diye, yemin ediyorum sadece bu nedenle gittim kuaföre. Gitmez olsaydım. Fazla abartmasınlar diye kendimi sözde garantiye alıp, at kuyruğu yaptırdım saçlarımı. At kuyruğuydu bu, nesi ters gidebilirdi ki?

Bugün nikâh resimlerimizde ayan beyan görülebileceği üzere aynen Yüzüklerin Efendisi’nde Orlando Bloom’un oynadığı Elf karakterine benzemişim, o denli berbatmış saçım. Geriye dönüp baktığımda, "Tüh be, keşke başka türlü yapsaymışım“ dediğim tek şey, iğrenç saç modelim oldu o günden kalan. Neyse, makyajımı kendim yaptım da iyice palyaçoya dönmekten kurtuldum.

Ben kuafördeyken, ablası damat adayına "Gelin buketi ayarladın mı?“ diye sormuş. "Ne buketi?“ demiş bizimki. Ablası kopmuş, "Hiç mi düğün görmedin hayatında, gelinin elinde buket olur, düğün bitince kızların üstüne atar“ diye sayıp dökmüş. "Nereden bileyim ben, daha önce sen evlendin, ben değil“ demiş yavuklum, fırlamış çiçekçiye gitmiş. Gönlü zengin olduğu için de „buket“ değil „BUKET“ yaptırıp getirmiş bana, hani gerçekten birinin başına düşse bayağı tehlikeli olabilecek büyüklükte bir şey. Çaresiz taşıdım nikâh boyunca, sonunda attım kızların üstüne, en iyi arkadaşlarımdan birinin kucağına düştü, Allah’tan kızcağıza birşey olmadı.

Neyse, uzatmayayım, nikâh dairesine ulaştık, ilk nikâh tahmin edebileceğiniz gibi bizimkiydi. İki günlük harran gürran içerisinde kimin gelip kimin gelmeyeceğinden hiç haberim olmadı benim, öyle ya, yalnızca iş arkadaşlarımla, birkaç yakın arkadaşımın haberi vardı evlendiğimden. Nikâh dairesinde akrabalarla aile dostlarını da görünce annemle babamın bu arada boş durmadıklarını anladım, mutlu oldum.

Vakit gelmişti artık. Bizi bir odaya aldılar. Aynada saçımı görüp irkildim ama düzeltecek vakit yoktu. „Şimdi“ işaretiyle el ele tutuştuk, nikâh masasına doğru yürümeye başladık. Ses sonuna kadar açık olduğundan, yürüyüşümüz esnasında bize eşlik eden „müziğin“ ne olduğunu anlayamadım. Memure Hanım ve şahitlerimizin hazır beklediği masada bizler de yerlerimizi aldık, müstakbel görümcemin, hastalığına rağmen taa Marmaris’ten kalkıp gelen arkadaşı, Alman misafirler için tercüme yapmak üzere yanımızdaydı. Herşey tamamdı. Memure Hanım tam formundaydı, tüm nikâh boyunca yaptığı esprilerle günümüzü şenlendirdi. Tercümede zaman zaman yaşanan gecikme dolayısıyla, yavuklum, daha ona sorulmadan „Evet“ deyince, Memure Hanım da fırsatı kaçırmayıp „Damat Bey'in acelesi var galiba“ diyerek ısınma turlarına başladı. Tüm nikâh boyunca döktürdü. Her şey bittiğinde ben aval aval etrafı seyrederken o andan itibaren kocam olan şahıs küt diye ayağıma basınca asıl bomba geldi: „Oooo, bakıyorum da Damat Bey Türk adetlerini pek güzel öğrenmiş.“ Tüm arkadaşlarım nikâhımızın bugüne kadar katıldıkları en eğlenceli nikâh olduğunu söylediler, bunda Memure Hanımın çok büyük payı oldu. İşini severek yapan insanın hali gerçekten bir başka oluyor.

Çıkışta planladığımız gibi hep birlikte kafede birkaç saat geçirdik, kısa bir süre dinlendikten sonra akşam da eniştemin ayarladığı bir lokantada yemeğe gittik. Kocamın bir arkadaşı nikâha yetişemedi ama yine de geldi, bizimle birlikte oldu. Yemek sonrasında biz gençler hâlâ çok enerjik olduğumuzdan babaannemin mutfağında sabaha kadar partiye devam ettik. Ertesi sabah çöpü almaya gelen apartman görevlisine çöp niyetine torbalar dolusu bira kutusu verdik, biz onun şaşkın ifadesiyle dalga geçerken, o da muhtemelen bizim yorgunluktan Picasso tablolarına benzemiş çehrelerimize gülüyordu.

„Evet“ dedik, „Ja“ dedik, iki gün içinde evlendik. Çok yorulduk, biraz gerildik ama sonunda her şeye değdi. Aynı stresi aylar boyunca çeken çiftleri düşündükçe „Aman“ diyorum, „İyi ki fazla uzatmadık.“ Her şey tam da istediğimiz gibi oldu, o günleri düşündüğümüzde hâlâ ikimizin de yüzüne aptal bir gülümseme yayılıyor.

Darısı isteyenlerin başına…

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..