Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '07

 
Kategori
Öykü
 

Bir uzun günbatımı-2

Bir uzun günbatımı-2
 

II.

Kız; tırnakları uzamış kadının ya da yoldaki adamın çocuğu ya da uzun tartışmalar ve çekişmeler sonucunda seçilip nüfus kağıdına yazılabilen, modaya uygun adıyla “Çığıl”, annesinin başını balkondan uzatıp çağrısına yanıt vermesinden umudunu kesmeden “aaanne” diye seslenmeye devam ediyordu. İşgüzar ve avare bir komşu, Çığıl’ın her çağrısı için duvarına bir çentik atacak olsa evinin bütün duvarlarını doldurur yine de yetmez, dairesinin giriş kapısından çıkıp binanın merdiven kulesinin duvarlarına başlardı. Ki, ne korkunç bir tekrar!... Artık bu sözcük, kendi iradesi dışında, katı bir biçim almış şiddet ve vurguyla çıkıyordu boğazından. Sesini duyacak hiç kimse yok gibiydi dünyada. Ne çağrısına cevap verecek ne de o bıktırıcı yeknesaklıktan rahatsız olacak bir insan. Sürekli yukarı bakmaktan dolayı da boynu ağrımıştı biraz...

Kızın sesinin rahatsız ettiği voltacı adam ya da zamanında üzerinde hiç düşünülmeden sırf bir ismi olsun, ama bu isim aynı zamanda ilerde öldüğü zaman toprağa verilerken talkın veren imamın ağzına yakışsın diye özellikle Arapça ve kitabî bir kökenden olmasına dikkat edildiği adıyla “Kadir”, evin içinde adımlamayı sürdürüyordu. Arada bir gidiş-geliş güzergâhını bozup hole, öteki odalara geçiyor ama hemen eski yerine dönüp, dönüşlerde ayak uyumunu ve temposunu kaybetmemeye çalışarak sonu belirsiz ritmik yürüyüşüne başlıyordu. Öte yandan kızın sesinin Çin işkencesi de hızından ve şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden oymaya devam ediyordu beynini. “İnip şunu sustursam ya da annesine seslenip kızının çağrısına cevap vermesini istesem iyi olacak” diye bir düşünce gelmedi değil aklına. Ama bunun düşüncede kalmasına karar verdi.

Yoldaki adamın karısı, aşağıdaki kızın annesi, tırnakları hayli uzamış kadın ya da babasının dokuzuncu çocuğunun da kız olmasına dayanamayıp koyduğu ismiyle “Yeter”, uçlarının birkaç hafta önce düzenli biçimde kesilip törpülendiği belli olan, yer yer kirlenmiş tırnaklarına bakmayı sonsuza kadar sürdürecek gibiydi. Bir yandan da geciken kocasının ne yapmakta olduğunu, bir sevgilisi olup olmadığını, bir kaza geçirip geçirmediğini düşünüyordu. Taşınabilir telefonundan aramayı düşündü ama onu da erteledi. Şu anda tek istediğinin tırnaklarına bakmak ve saçlarını boyatacağı renge karar vermek olduğunu biliyordu. Kızının sesini duyuyor ama aşamadığı görünmez bir engel yerinden kalkıp ona cevap vermesinin önüne geçiyordu. “Bir şey olmaz, biri dış kapıyı açar o da içeri gelir nasılsa” diye düşündü ayrıca... Etrafında kimse olmayışının rahatlığı içinde uzun tırnaklarıyla baldırını ve çamaşırının kenar dikişlerinin tenine dokunduğu yerlerde yol açtığı hafif irkilmeleri kaşıdı.

Can çekişmekte olan çok yaşlı adam, ya da eskilerde alımlı bir isim olduğu harflerinin kıvrımlarından ve düz çizgilerinden bile belli olan adıyla “Selahaddin” Bey, ölümle randevusunu dört de değil dördün birkaç katı gözle bekliyordu. “Galiba bugünlerde Azrail’in işleri çok yoğun” diyecekti etrafında biri olsa. Ama yoktu; o da kendi kendine söyledi bunu. Yine de umudunu kaybetmeden beklemeye devam etti. Gözlerini yattığı odanın duvarlarındaki sinek pisliği lekelerine, dökülmüş boya katmanlarına dikip herşeyi unutmayı denedi. Adını, geçmişini, bulunduğu yeri, yalnızlığını, yaşamı ve ölümü... Unutamadı.

Yeter’in kocası, Çığıl’ın babası, evin sahibi, evine dönmeye çalışan ya da babasının marjinal fikirlere kapıldığı bir anda dünyaya gelmesi nedeniyle koyduğu sıra dışı isimle, ya da bildiğimiz adıyla “Trévor”, gaza basmayı, göz kapaklarını açık tutmayı ve eve gidince yapacaklarını düşünmeyi sürdürüyordu. Yoldaki mesafe belirten tabelalara bakmamaya çalıştı. Bu şekilde yolun daha çabuk biteceği takıntısı ya da inancı vardı. Ama her katı inanç gibi bunu da çiğnemek isterdi Trévor arada sırada. Geçerken o tabelalardan birine baktı ve “İstanbul 240 km” ibaresini gördü. Bu mesafe ve bu hızla yaklaşık bir buçuk saat sonra varabileceğini hesapladı küsüratları yok sayarak. Hızla yol almaya devam etti. Son tabelayı gördüğünün üzerinden tahminen bir saat geçtikten sonra yolun kenarına dikkatle bakıp yeni tabelayı gözden kaçırmamaya çalıştı. Mavi beyaz tabelanın uzaktan kenar çizgilerini seçer seçmez de ondan gözünü ayırmadı. “İstanbul 80 km” yazması gerekiyordu bu tabelada. Ama ne yazık ki bir öncekiyle aynı mesafeye işaret ediyordu mavi beyaz renkli aluminyum levha. Şaşırdı, irkildi, korktu; ama levhadaki rakamın işini iyi yapmayan karayolu görevlilerinin basit bir hatası olabileceğine kanaat getirdi sonra. Aksi halde bir saattir son sürat gitmesine rağmen olduğu yerde sayması gibi bir durum ortaya çıkacaktı ki, bu tabiatın ve fizik ve mekanik biliminin bütün kurallarına aykırı ve ayrıca çok ürkütücüydü. Korkularını erteleyerek gaza bastı ve yeni ve doğru yere konulmuş bir tabelayı aramaya koyuldu. Ancak, sonraki levha da aynı rakamı gösteriyordu, bir sonraki, bir sonraki, ondan sonraki levhalar da... İki yanından geçen bozkır görüntüleri, dağlar, ormanlar, köyler, kasabalar ve fabrika binaları değişiyor ama onların yerini yeni yeni benzerleri alıyordu. Trévor çıldırmanın böyle bir şey olup olmadığını düşündü. Kavuşmak istediklerine hiç ulaşamayacağını, ulaşsa bile onları bıraktığı yerlerde göremeyeceğini hissine kapıldı ve bilincini yitirdi.

Yazar, ya da bir kitabın üstüne iyi yakışacak, ilk kez benden duyacağınız, bir ön bir göbek bir de soyisminden oluşan üç adıyla “Baran Fehmi Simurg” romanın iyice sonuna, yani artık son cümleye gelmişti. Okuyanların önce sarsılmasına, biraz kıskanmasına, sonra keskin zekasına hayran bıraktırıp en sonunda da dinlendirmesine yarayacak noktayı koymanın heyecanıyla biteviye yazıyordu. Son cümle; ve final. Ama bir türlü bağlanamıyordu bu cümle! Ana karakter onu dinlemiyor, olaylar tam bağlanmak üzereyken yeniden düğüm oluyor ve esrar perdeleri bir türlü aralanamıyordu. Cümle yaklaşık beş bin kelimeye ulaşmış, fiiller, özneler, yüklemler birbirine karışmış ama bitmemişti. Bir tek cümle tüm kitabın kendisinden daha zor bir iş haline gelmişti. Yazmaya ara verip cümleyi aklında tamamlamadıktan sonra bitirmeye karar verdi ama bir türlü bırakamadı. Daha doğrusu cümle onu bırakmıyordu. Yazdıkça her şey kaotik bir hal aldı, ortaya çıkan kargaşa biraz daha, biraz daha yazmayı gerektirdi.

İsminin öyküsüne girmeyeceğim “Şaul” adlı haham, adlandırılırken İncil’den esinlenildiği net biçimde belli olan “Marcus” isimli papaz ve ismiyle müsemma “Mümin Hoca” adlı imam tartışmaya devam ediyorlardı. Tanrının yorulup yorulmayacağı, dolayısıyla tatile ihtiyaç duyup duymayacağı tartışması o kadar şiddetlenmiş ve içinden çıkılmaz bir noktaya gelmişti ki kimin hangi savı hangi argümanlarla savunduğu bile birbirine karışmıştı. Her üçü de artık bu tartışmanın sözlerle değil yumruk ve tekmelerle, belki de kimin eline ne geçerse ötekine vuracak birtakım aletlerle sürmesi gerektiği fikri üzerinde birleşmişler ancak bu fikri birbirlerine açıklamamışlardı. Ne de olsa üçü de “günah” diye bir şeyi anlatmakla geçimin sürdürüldüğü bir mesleğin mensubuydu ve bir tartışmada fiziki güç kullanma deneyimleri yok denecek kadar azdı.

Duraklar, saatlerdir bekleyen yolcularla tıkabasa dolmuş, gerilim ve beklemenin sinir yıpratıcı yükünden dolayı aralarında kavga etmeye başlamışlardı. Kimi hedefi belirsiz biçimde sövüyor, kimi homurdanıyor, kimi yorgunluktan yere yığılıyor, kimi de durağı terk edip evine yürüyerek gitmeye karar veriyordu. Ama araçların gelmediği gibi yürüyerek bir yerlere gitmeye çalışanlar da bir süre sonra korkunç gerçekle karşılaşıyorlardı: yürüdüğü halde hiçbir yere gidememe!.. Trenler sonsuz tünellerde yol alıyordu hâlâ. Makinistler bir türlü ucu görünmeyen tünele baka baka bilinçlerini yitirmiş, boyunlarını kırıp başlarını bir kenara yaslamışlardı, ağızları da salya akıtacak biçim ve genişlikte açık... Ama trenler sürücüsünü yitirmiş atlar gibi kendi bildikleri yollarında gidiyordu elbette...

III.

El, Elohim, Yahve, Yehova, Dei, Lord, God, Got, Hoda, Hüda, Allah, Tengri, Tanrı ya da “dünya” denen gezegende konuşulan dillerde birkaç ya da sayısız adı olan göklerin efendisi gözlerini açtı. Bu çok tuhaf, sıra dışı ve alışılmadık bir şeydi onun için: Çünkü şimdiye kadar gözlerini hiçbir zaman, yalnız kendisinin bildiği en küçük zaman birimiyle ölçülebilecek kadar bile kapatmamıştı. Şaşırdı, “sanırım biraz dinlenmeye ihtiyacım var” diye mırıldandı kendi kendine...

Bitti
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..