Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ocak '10

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Bir yastıkta doksan yıl

Bir yastıkta doksan yıl
 

BİR YASTIKTA TAM DOKSAN YIL


Yüzyıllık aşk(1)

Elif ile Abdullah’ın aşkı tam 90 yıl önce başladı. Arada bir imparatorluk yıkıldı, Türkiye kuruldu, dünya çok savaşlar gördü, onlar bir yastığa baş koymaya devam etti. Malatya’nın Arguvan ilçesine bağlı Yazıbaşı köyünde yaşayan 110 yaşındaki Elif Adıgüzel ile 112 yaşındaki Abdullah Adıgüzel çifti, hâlâ el ele görüntüleriyle, görenlere ‘Nazar değmesin’ dedirtiyor.

1888 doğumlu Abdullah Adıgüzel ile 1890 doğumlu Elif Adıgüzel, tam 90 yıl önce hayatlarını birleştirdi. Birbirlerini severek evlenen çiftin, aşkları ve birbirlerine olan sevdaları aradan geçen yıllara rağmen azalmadı. Çift bugün 113 torun sahibi. Elif Adıgüzel, 90 yıl önce eşiyle birbirlerini severek evlendiklerini söylüyor. Eşinin son yıllarda kulaklarının ağır işittiğini, bunun dışında sağlık sorunu olmadığını belirtiyor. Kendisi de 110 yıllık yaşamı süresince bir katarakt ameliyatı geçirmiş. Hayattan bundan sonra bir dileği var:

“Eşimle birbirimizi seviyorduk. Evliliğimizin süresince eşimle bir sorunumuz olmadı. Kendisini çok seviyorum. Aynı şekilde o da beni seviyor. Bu yaşımdan sonra dilediğim tek şey; ölümümüzün de birlikte olması. Çünkü ikimizden biri ölürse yarım kalacağımıza inanıyorum.”

En küçük oğulları 60’ında
90 yıllık evlilik yaşamları süresince hiç ayrılmamışlar. Abdullah Adıgüzel sürekli evde eşinin yardımcısı olmuş. Şimdi en küçük çocukları olan 60 yaşındaki İsmail Adıgüzel’le birlikte yaşıyorlar. Konuşması sırasında da kocasının elini bir an bile bırakmıyor:

“Beraber güzel günlerimiz oldu. Uzun bir ömür yaşadık. 10 çocuk doğurdum. Çocuklarımın üçü öldü, yedisi hayatta ve en büyükleri 85 yaşında. Torunlarım bayramlarda ve özel günlerde bizi ziyarete geliyorlar.”

Elif Adıgüzel uzun yaşamın sırrının sağlıklı beslenmede olduğunu söylerken o da bir köyde yaşamasına rağmen eski yiyeceklerin kokusunu özlüyor:
“Köyde çok sağlıklı besleniyorduk. Her şeyin kendine has bir tadı ve kokusu vardı. Uzun yıllardan beri bu tadı alamıyorum. Zaten sebze tüketmeyi bıraktım. Çünkü sebzelerin tamamı ilaç kokuyor. Evde yaptığımız ekmeğin bile eski tadı vermediğini hissediyorum. Yıllar önce ekmek yapılırken onun doğal ve güzel kokusunu metrelerce ileriden alabilirdiniz. Ben insanların günümüzde sağlıklı beslendiğine inanmıyorum.”

Şubat ayının ilk haftasında 113 yaşına girecek olan Abdullah Adıgüzel de eşinden çok ‘razı’ olduğunu söylerken, “Yoksa bu kadar süre evli kalamazdık. Birbirimizin hayattaki dayanaklarıyız” diyor. Cumhuriyet’ten de yaşlı olan Abdullah Adıgüzel’in hafızası da Çanakkale Savaşı’nı anlatacak kadar taze. Askerliğini evlendikten sonra Çanakkale’de yaptığını, vatani görevi sırasında sürekli mevzi kazdığını anlatıyor.

Asırlık çiftin birlikte yaşadığı 60 yaşındaki oğulları İsmail Adıgüzel, anne ve babasının sadece ailede değil, tanıyan herkes tarafından örnek alındığını söylüyor:

“Annem ve babamın bu uzun birlikteliklerinin sırrı geleneklerimizdeki tek evliliğin yanı sıra hiç şüphesiz birbirlerine karşı olan aşk ve sadakatleridir. Bu birliktelikleriyle hem biz çocuklarına hem de tüm çevrelerine örnek oldular. Hiçbir dönem birbirlerini kırdıklarına şahit olmadım. Öyle ki bazen biri ölürse diğerinin de öleceğini söylüyorlar.” (aa)

KORKUYORUM ANNE!... (2)

İlkin korkan ben değildim aslında. Annem korkuyordu. Şimdi saflık mı keskin bir kara öngörü mü olduğuna karar veremediğim korkusunu, o zamanlar muzip gülümsemelerle karşılar, endişelerini apolitikliğine verirdik. Bizi gülümsetense korktuğu şeye asla ama asla ihtimal vermiyor oluşumuzdu. Neden mi korkardı? 17 yaşının baharında âşık olduğu adamın, yani babamın ardından gelip kaldığı Siverek’ten, günün birinde memleketi Ordu’ya hiç gidemeyecek olmaktan ya da ana baba ocağı ile kendi eşi ve çocukları arasında tercih yapmaya zorlanmaktan korkardı. Bu korkusu 1990’larda, ülke baştan başa ateşe ve ölüme kestiği yıllarda zuhur etti. Kişisel tarihi ve gönül coğrafyası doğduğu yerle aşkının yeşerdiği mekân arasında bölünen biri olarak, günün birinde bu hayali hattın, sahici sınırlara dönüşmesinden ve ömrüyle gönlünün iki yakasını bir araya getirmesine ebediyen engel olacak bir bölünmeden korkardı. Resmi ağızlardan topluma boca edilen “bölücülük tehlikesi”nden değildi korkusu, esas olarak onca genç ölümün, acının ve yıkımın biriktireceklerinden, mayalayacaklarından endişelenirdi.

Ömrü boyunca siyasetten hiç hazzetmemişti ya, siyasi meseleler kaçınılmaz olarak onun da hayatını etkilemeyi başarmıştı. Ordu’nun tek geçim kaynağı fındık olan uzak dağ köylerinden birinin okuyan ilk kızıydı. Yarım gün okula gidip yarım gün hayvan otlatarak bitirdiği ilkokulun ardından ona Giresun Ebe Okulu’nun kapılarını açansa, fındıktan artakalan zamanda İstanbul’da işçilik yapan dedemin, bu arada sendikayla ve solcularla tanışması neticesinde, kızlarının okuması gerektiğine kanaat getirmesiydi. Okul bitip de Diyarbakır’ın, Karacadağ eteklerindeki bir köyüne atandığında da dedem annemi yalnız bırakmamış, onunla gitmişti.

Onların Kürtçeyi, köylülerin de Türkçeyi bilmemeleri kaynaşmalarına engel olmamış, annemin göbeğini kestiği bebeklerin sayısı atrtıkça köylülerle muhabbetleri de artmış. Neticede iklimi, bitki örtüsü, dilleri farklı olsa da yoksullukları ve köylü hayatları pek bir benziyormuş birbirine. Köy halkıyla arası iyi olan dedemin huzuru, annemle köyün sağlık memuru olan babam arasında duygusal yakınlaşma başlayınca kaçıvermiş. Dedemin solculuğunun kız okutmaya elveren soluğu, “Kürtlere kız verme”ye gelince yetmemiş. Gerçi tepkisi biraz da bu uzak memlekette kızını bırakmaya gönlünün razı olmamasındanmış ama laf arasında “Kürtlere kız vermem” dediği de söylenirdi. Aşk bu tür engeller tanımamış tabii. Annemle babamın evliliklerine engel olamayan dedem de kızını bu uzak yerdeki kaderiyle başbaşa bırakıp memleketine geri dönmüş. Sonra barışmışlar, üstelik bizim çocukluk yıllarımızda iki aile arasında başka evlilikler de gerçekleşmişti.

Ya sahiden bölünürse?
Buna karşın ailesini karşısına almış olmanın burukluğunu ve yalnızlığını ömrü boyunca taşıdı annem. Onun gibiler için, içinde biraz mesafe biraz da acıma tonu taşıyan xerib (garip) nitelemesini kullanırdı Siverek’te. Sahiden de biraz xeribti annem. Genç kadınların gelin geldikleri evlerde kendi ailelerinin desteğine fazlasıyla ihtiyaç duydukları bir çağda, “arkası”nı hep zayıf hissetti. Çalıştığı yıllarda ilçede dünyaya gelen bebelerin çoğunun ebesiydi. Siverek’in dar küçelerinden hangisinden geçse tanınır ve sevgiyle karşılanırdı. Çoluk çocuğa karıştığı yıllarda Kürtçeyi de öğrenmişti, Siverek yemekleri yapmayı da. Ama bir yanı hep yalnızdı. Yaz tatillerinde köyüne gittiğimizde, fındık toplarken, mısır ekmeği pişirirken, anasının saçını örerken şen kahkahalar atar, bambaşka biri oluverirdi.

Annem böyle ikiye bölünmüş haldeki ömrünü ve gönlünü yılın belli dönemlerindeki yolculuklarla ve ziyaretlerle birleştirmeye çalışırken, bir gün köyünün ve Siverek’in mezarlıklarında genç ölülerin arttığını fark ediverdi ve o günden itibaren “ya sahiden bir bölünme olursa” diye endişelenmeye başladı. Yüreğine türlü kaygılar doldu. Ana-babasının mezarını ziyaret edemeyecek olmaktan korkardı örneğin. Geçmişinin, akrabalarının, köyünün bir yanda bugününün, eşinin ve çoluk çocuğunun başka bir yanda kalmasından korkardı.
Korkularını boşa çıkaracak bir çözüm göremeden göçüp gitti bu dünyadan. Siverek’teki mezarından aldığım bir avuç toprağı köyüne götürüp anne babasının mezarına ve oradan getirdiğimi de kendisinin mezarına serpmiş olmam, ruhundaki bölünmelere, endişelere ne ölçüde fayda sağladı, bilmiyorum. Ama annemin 90 başlarında safça bulduğumuz korkularını bugün yüreğimin ta derinliklerinde ben de hissediyorum. Ülkenin doğusundaki, batısındaki, kuzeyindeki akrabalarımın ve sevdiklerimin birbirine yabancılaşmasından, fiziki olmasa bile ruhsal olarak bölünmelerinden korkuyorum. Üniversitedeyken anayasa hukuku hocam olan Mümtaz Soysal, Irak’taki Türkmenlerle nüfus mübadelesinden söz ettiğinde, aklıma ilk annemin Siverek’teki mezarı geldi. Durumun, onun endişelendiğinden daha ürkütücü bir hal aldığını içim burkularak fark ettim.

Birileri bunu isteyebilir ama annem gibi siyasetten hazzetmeyen (siz bunu kendini siyasetin öznesi olarak göremeyen diye okuyun) ama kaderi kaçınılmaz olarak siyasetin makro aktörlerince belirlenen bütün akrabalarımın, sevdiklerimin, ülkenin doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyindeki sıradan insanların istemediğini biliyorum. Bu nedenle yüreğimin derinliklerinden şu soru yükseliyor: Nereye doğru sürüklendiğimizin farkında mıyız? Kardeşliğe, akrabalığa ve iç içe geçmiş hayatlarımıza sahip çıkmak için korktuğumuzun başımıza gelmesini beklemekten başka yapabileceğimiz bir şeyler olmamalı mı?

HANDAN ÇAĞLAYAN

 
Toplam blog
: 221
: 1905
Kayıt tarihi
: 27.09.06
 
 

Evli bir kız çocuğu babasıyım. Yüksekokul mezunuyum. Bir kamu kurumunda çalışıyorum.16.03.2017 ta..