Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '09

 
Kategori
Felsefe
 

Bir zamanın şarlatanları - Bir Fikrî Hâl - Birinci Kitap: Başka bir güneşin gölgesinde - 2. Bölüm

Fikret’in evinin yolu ruh hâline göre ikiye ayrılıyordu. Biri gizli saklı tenha arka sokaklardan, diğeri semtin nabzından, kıble kalabalıktan geçerek son buluyordu. İzlenim yorgunu olduğu günler, gözleri attığı adımlarında, derin duygusallığına gömülmüş, bir hoş, ilk yoldan evine giderdi. İkinci yolu ise cesaretli olduğu, güçten körleştiği günlerine saklar, koruyucu gözlerinin bedeninin arı kovanı kalabalığın herhangi bir işleyiş çarkına kapılmaması için şehre kuşbakışı bir yükseklikten ona baktığını hisseder, her şeye hazırlıklı olması için de kalbini marş ritminde attırdığını düşünürdü. Bu yüzden Fikret kalabalık yerlerden hep başı dik, gözleri olabildiğince her şeyin üstünde geçerdi.

Aslında ikinci yolun ruh hâline bürünmüş olmasına rağmen bu sefer ilk yoldan, arka sokakların pencere pencere gözleri üzerinde, kapı kapı ağızları sonuna kadar açık evlerin eşliğinde eve varmış, civciv sarısı mutfağın penceresine yaslanmış, dışardaki bekleyişi seyrediyordu. Dışardaki bekleyişi seyrederken şimdiye kadar bu pencerede ne kadar çok insanı, ne kadar çok şeyi, ne kadar uzun beklediğini hatırladı. Artık her gün değişen şehrin yüzüyle değişen beklentileri, değişmeyen bekleyişleri bilir hale gelmişti.

Ama bugün beklentisizdi ve kimseyi beklemiyordu. Pencereden ayrıldı ve aniden hissettiği yorgunluğunun onu oturma odasındaki divana sevkine bakakaldı. Yattığı yerden gözlerini nereye dikerse diksin, duvara, tavana, odanın dört duvarında asılı aile fotoğraflarına, babasının Fransa’dan getirdiğini söylediği şövalye kılıçlarına, annesinin örneğini kendisinden başka kimsenin çözemediği için kendisiyle gururlandığı dantel takımına, bilmem kaç kişilik masanın üstüne dağılmış dergilere ve kitaplara, babasının, kapalı dolaplar arkasında da olsa görebildiği amerikan barındaki viski ve votka şişelerine, neye bakarsa baksın, aklında tek bir kelime beliriveriyordu: sıkıntı. Sıkılıyordu. Uzun zamandır bakmadığı için onu artık sıkamayan şeylere yeniden bakmaya başladığında hiçbir değişiklik göremeyişine sıkılıyordu. Sıkıntının özünde görsel fakirlik yatıyor olduğunu düşündü. Baktığı her noktanın aslında önceki binlerce bakışı sonucu delik deşik olmuş olduğunu görüyordu. Baka baka delik deşik ettiği şeyler yerini boşluğa bırakıyor, bir bir yokoluyordu. Öyle ki, kendisini çevreleyen duvarların bile yerlerini arkalarında sakladıkları manzaralara bıraktığını izliyordu. Sanki depreme benzer bir sarsıntı sonucu dört duvarı ve tavanı çökmüs, çıplak bir odada oturuyordu. Tüm uzay misafiriydi sanki. Kalktı, misafirlerine kendince hoşgeldiniz demek için Pink Floyd’un ‘Shine on you crazy diamond’ adlı parçasınının olduğu cd’yi cd çalar’a yerleştirdi ve start düğmesine bastı. Şarkının ilk notalarına kulak verir vermez yalnızlığını duymaya başladı. Kulakları çınladı. Arkadaşlarını hatırladı. Telefon’a koştu. Bencilliğini doyasıya yaşayabildiği bir iki dostunun sonsuz anlayışına sığınmak istedi. Ama kimseye ulaşamadı. Üzerinden atmaya çalıştığı sıkıntıya ve yalnızlık hissine şimdi bir de endişe bulaşmıştı. Arkadaşları nerede olabilirdi? Biraz daha yorgun, tekrar divana uzandı. Saatlerce yerinden kıpırdamadı. Öylece hatıralara daldı.

Bu evdeki geçmişinin en uzun yolculuğundan bugününe yorgun argın döndüğünde gün kararmak üzereydi. Pencereye doğru yöneldi ve düşüncelerinin geçen gemilerin ışığıyla birlikte tekrar uzaklara akıvermekte ısrar ettiğini fark edip, dalga dalga yaklaşmakta olan duygu selinin derinliklerinde boğulmamak için gözlerini sokak sokak şehre çevirdi. Fikret gördüklerinin hepsinden vazgeçebilirdi. Sıkıntısını sıfırlayabilecek her formülü ezberlemeye hazırdı. Ancak, uzun zamandır yaşadığı bir yeri terk eden herkes gibi gördüklerini aynı böyle gören ‘buradaki kendisi’nden vazgeçebilecek miydi? İşte bunu bilemiyordu. Pencereden ayrıldı ve evin içinde gezinmeye başladı. Aklına yeniden arkadaşları geldi. ‘Belki buraya geliyorlardır...’ düşüncesiyle tekrar pencereye doğru yöneldi. Ama dışarıda karanlık geceye gebe akşamın gitgide azalan ışığından başka görünen bir şey yoktu. Sokak sokak azalan umudundan arda kalanını sırtlayan gözlerini akşamın tazeliğine serdi.

Arkadaşlarının düşüncelerinin de aynı kendi düşünceleri gibi kararan akşamın ufkunda derinleştiğini hissedebiliyordu. Birileri kendilerine akşamın karanlık ufkunun ardındaki, hani o düşlerini doya doya yaşadıkları, hayalî memleketlerinin haritasını çizin deseydi, acaba ne kadar farklı köyler, kasabalar, kentler, dağlar, okyanuslar, denizler, nehirler sıralardılar diye düşündü. Düşüncesini paylaştığı aklındaki dostlarından memleketlerini çizmesini istedi. Birkaç düşünce sonra kendisine uzattıkları şeffaf naylon kâğıt üzerine çizilmiş haritalarını kendi haritasının üzerine koyduğunda anladı ki hepsi de aynı mekâna, aynı yükseklikten ve aynı açıdan bakıyordular. Farklı olan yalnızca haritalarını çizerken kullandıkları kalemlerin rengiydi. Biri kırmızıydı, biri sarı, biri de mavi. Bunun, bilmeden de olsa, birbirleriyle yalnızlıklarını paylaştıkları anlamına geldiğini düşündü. Çünkü bir insanın, hayalî memleketinin haritasını yalnızlığının toprağından başka bir şeyin üzerine çizebilmesi mümkün müydü? Hayır! İnsan’ın bütün dileklerinin yerine geldiği tek yer hiç olamadığı yerdir. Yani yalnızlıktır. Yalnız insan da yoktur. Yalnız olmak yoktur. Olsa olsa yalnız bırakılmak, yalnız kalmak, yalnızlığı hissetmek vardır. Ama kimse yalnız değildir. Olunan ve bilinen sadece hissî yalnızlıktır. Fikret’in de dostlarıyla paylaştığı yalnızlık, asıl yalnızlığın tasarımıydı. Hem de öyle ki, ne Fikret onların yalnızlıklarının çekirdek dünyasındaki ham özgürlüğüne bir santim olsun yaklaşıyordu, ne de onlar Fikret’inkine. Birinin diğerinin ‘ora’sında, yani paylaşılmazlığına inandığı yalnızlığının hangi ücra köşesinde olursa olsun, birdenbire bitiverişi yalnızca öbürünün o ‘biri’ni, her ne yerde ve her ne şartta olursa olsun, aklına getirebilme kabiliyetinden ibaretti. Bu birinin diğerini, diğeri hiçbir şey yapmaksızın, işin içinde jokerin olduğu her kâğıt oyununda olduğu gibi her şeye kullanabileceği anlamına geliyordu. Fikret’e göre iyi insan ise bu ‘her şeye’yi nasıl yorumladığında gizliydi. Aklının aboneleri arkadaşlarını işte bu ‘her şeye’yi nasıl en iyi yorumlayabiliriz diye gece gündüz kafa yordukları için seviyordu. Tekrar pencereden ayrıldı ve evin içinde voltalar atmaya başladı. Dönen başının sarhoşluğunu taşıyan ayakları onu tekrar pencereye taşıdı. Sokaklar bomboştu. Kimsecikler yoktu. Canı sıkıldı. Cam kenarına yaslanıp boş sokakları izlemeye devam etti. Yorgun ayaklarına hediye diye buğusuz cam’a gözleriyle hayali bir şiir yazmaya başladı.

Gözlerim

yarısı buğulu bardakta...

Kenarında dünkü benden izler...

Devrilmiş bir şişeye dayı düşüncelerim

iliklerine kadar kederli...

Kulaklarıma geceyi soyan

çıplak kasetlerin tadı hâlâ damağımda...

İnsan yanımın ilk ve son umudu boş yapraklara kalem uzatmış

denemeden terli ellerim yorgun...

Ve altında,

hepsinin altında,

ucuz bir masa, üzerine yıkıldığım.

Ne kadar gözlerini camdan almaya çalıştıysa da beceremedi. Ayakları karşı geldi. Fikret’i dizlerinin bağını çözmekle tehdit ediyordular. Yıkılmamak için ne yapması gerektiğini sorduğunda, cama yazdıklarını okumasını istediklerini söylediler. Fikret gözlerini tekrar cama dikti ve yorgun ayaklarının yazdıklarını okumaya başladı.

Oturursun yalnızlığın,

seni gecenin üçlerine çalan,

bugünsüz, yarınsız

zamansız dizlerine...

Bilen bilir...

Yine bir sigaraya ‘duman’ olursun,

yine bir şarkıya ‘aaah ah’...

Kendi başında kulaklanır ağzı yanmış, yaralı beklentilerin...

Sıcak nefesinde

yankılanan sesinden ürkersin...

o ses

bir yerlerine iltica eder,

bulamadan arar durursun...

Sonunda yorulur

ve duyduklarının üstüne

sevda başlığını atarsın...

Ve bu,

kendini kaybetmeye başlayışın,

yürümekten vazgeçip,

yarına kanatlandığını görüşündür gönül.

Akşam karanlığını ampul ampul doğuruyordu. Artık Fikret kimsenin gelmeyeceğine kanaat getirerek pencereden ayrıldı ve balkona çıktı. ?lık bir rüzgârın gökyüzünün tertemiz gece mavisinin dört bir yanına üflediği ışıl ışıl yıldızları seyre koyuldu. Yıldız yıldız gecenin gözlerine açılan pencere balkonun koruluğundan dışarıya sarkıp, kendini derin derin gecenin gözlerinin içine bakabileceğine inandırmaya çalıştı. Daha sonra, akıl almaz uzaklıkların sadece oturup o uzaklıkları izlemekle de aşılabilineceğini düşündü ve balkondaki sandalyelerden birine oturdu. Aklına Kevser teyzesinin dedikleri geldi. Korktu. Korktuğuna da sevindi. Çünkü bu akşam en büyük korkusu yalnızlık ve geceyle barışarak her şeyin üstesinden gelinebilineceğini öğrenmişti. Günlerdir kendisini iğneleyen sırnaşık sesten ve sorusu ‘şimdi ne olacak...?’tan da artık korkmuyordu. Ne olacaksa olacaktı. Aklında Kevser teyzesinin bugününün önüne seriverdiği uzun, çok uzun yol, sağlam bir bavulu var mı yok mu, onu düşündü.

1.Bölümün Sonu...
- Arkası yakında -

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..