Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '09

 
Kategori
Felsefe
 

Bir zamanın şarlatanları - Bir Fikrî Hâl - Birinci Kitap: Başka bir güneşin gölgesinde - 3. Bölüm

Sonunda Fikret ana dolu bakkalıyla, beş vakit cami yolunu aşındıran, elleri belinde kavuşuk hacı dedesiyle, yarım kalmış inşaatıyla, gözlerine gece çökmüş, elinde ve kucağında çocuklarıyla kendisinden vazgeçmiş soluk yüzlü annesiyle, bıyığı namus, göbeği bir yerde vurdumduymaz, günün ilk tükürüğü, ekmek parası babasıyla, arabasıyla her köşeyi en az bir kez dönmüş yeni yetme zenginiyle, her köşe başında, her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanan, kurulmuş frenk saati emeklisiyle, elinde ustura ya da makas ve tarak, gözleri işinden başka her yerde, nasıl saç sakal kestiğine hâlâ şaşırdığı, her tarafı toz poz berberiyle, hâlâ insan, her şeyi ister çocuğuyla, boynundaki yuların her iki ucundaki gizli işaret parmakları devletin dahi kendisine lâf geçiremediği burnundaki parmağından belli, ülserinden iki büklüm yürüyen, ha verem oldu olacak, erkek öğretmeniyle, elleri toz bezi olmuş, hurda parlatıcısı otobüs, minibüs ve taksi şöförüyle, her durağa taşıtından önce varan muaviniyle, tansiyonu bugün biraz daha yüksek ninesiyle, gündüz başka, gece bir başka sokak köpeğiyle, burnu havada kızıyla, o yükseklerde gezinmekten başı dönmüş delikanlısıyla, elbisesi tertemiz takım, ayakkabısı ya toz ya çamur öğrencisiyle, herkese ama herkese elveda demiş, kucak kucak kırılmış, arkadaş arkadaş tuz buz dolmuş olmuş, çekip gitmenin ayrılığı galip ilân etmek olduğunu bilmiş, ‘zaman izafidir’ diyerek kendisini teselli etmeye çalışan aklının peşine düşmüşlüğüyle birkaç saat süren uçakla yolculuk sonrası yazdan kışa, yani güney’den kuzey’e uçuruvermiş, birkaç saat yolculuk sonrası bambaşka bir dünya’ya varmış, nefes nefes soluduğu havanın soğukluğunda gizli başkalığından anlayabildiği ‘batı’ya gelmişti.

İlk işi, her yeni bir yere vardığında yaptığı gibi, olduğu yerin yukarısında ve aşağısında olup bitenleri izlemek oldu. Nereden bilsin kaç yılını geçirmeye geldiği bu yeni ülkenin, bu yeni şehrin bulutları bir başka kara, belli ki güneşi de insanlara küstü. Göğün maviliğinin tonunu görmesi tam dört gün sürdü. Yıldızlar ise ya çok az ve çok uzaktaydı ya da hiç görünmüyordu.

Aşağıda ise ilk bakışta kökten değişen bir şey yok gibiydi. Fenomenler aynı, yalnızca göze gelişleri farklıydı. Camilerin ve minarelerin yerini kiliseler, müezzinlerin yerini çanlar, esmerlerin yerini sarışınlar almış, Atatürk yerini Hz. İsa’ya, rakı yerini şaraba bırakmış, yalnızca bira yerli yerindeydi. Ya değişenler? Şimdilik herkes acı kahvesine şekerini kendi atıyordu ve alışılagelmiş tanımı ve görünümüyle fakirlik yok gibiydi. Fakirliğe dair belirtileri yakalayabilmesi bazen sokaklar sürebiliyordu. Gördükleri de o kadar acıklı değildi. Fikret’in yeni dünyasının fakirliğinin standardı bile şaşılacak kadar yüksekti. Ama bunun böyle olduğuna, yani yeni dünyasının fakirlerinin durumunun az çok iyi olduğuna, sevinemiyordu, çünkü dünya yalnızca gözlerinin görebildiği kadarından değil, aklının ulaşabildiği kadarından ibaretti.

Fikret günler yaşındaki yeni dünyasında yeni yeni insanlarla tanışıyordu. Tanıştığına sevindiği insanlarla tanışıyordu. Tanıştığına az sonra pişman olduğu insanlarla tanışmak zorunda kalıyordu. Ama tanışmayı istediği insanlarla bir türlü tanışamıyordu. Bir yerden tanıdığına emin olduğu, ama ne zaman ve nerede gördüğünü bir türlü çikaramadigi insanlarla tanışıyordu. Çok iyi tanıdığına emin olduğu insanlarla tekrar tanışıyordu. Bazen yanılıyor, bazen haklı çikiyordu. Ama artık bu tanışmalar bitsin, birazcık onlardan biri olsun, rahat bırakılsın istiyordu.

Birkaç haftada ‘nereden geliyorsun?’ sorusuna bin türlü cevap vermesini ögrenmisti. Verdiği her cevapla da yabancı olduğu gerçeğinin bir başka boyutuyla tanışıyordu. Ama verdiği cevap ne olursa olsun her seferinde kendisini biraz daha yabancı hissediyordu. Fikret’ten nereden geldiğini ögrenmek isteyenler bunu amaçlamadıysa bile o öyle düşünüyordu. Sanki o sıkıca kilitlenmiş kapıları açmayı nasıl olduysa başarmış, insanların oturma odalarına dalıvermiş de, kimi evlerinde konuk etmek zorunda kaldıklarını ögrenmek istermiş gibiydiler. Tabiî hepsi böyle düşünmüyordu. Bazıları Fikret’in buradaki renk cümbüşüne kattığı kişisel rengin köküne inmek istiyordu. Öylelerine de zaten hemen ‘Türkiye’den geliyorum!’ diyordu. Ve kısa zamanda her yerden ama her yerden geldiklerini ögrendi. Ve hepsi bir gün yine güneşe dönecekti. Bunu da ögrenmisti. Gördükleriyle değil, ögrendikleriyle yeni dünyasına alışabilmişti.

Ama bir türlü alışamadığı yenilikler de vardı. Örnegin güneşsiz geçen günlerin çoklugu gibi. Güneşin yokluğu Fikret’i bazen günün öglen saatlerine kadar yatağa atıyordu. Gece erken ya da geç yatmış, fark etmiyordu. Kısa bir süre sonra bu durumdan sıkıldı. Çünkü artık güneşin açtığı, önemli işlerinin olduğu günlerde de ögleden önce uyanamıyordu. Yine böyle bir günün ögle vaktinde uyandığında bu duruma bir son vermesi gerektiğini düşündü. Tabiî ya, çalar saat alacak, sabahın karanlığında çaldiginda kapatacak, saate sırtını dönüp tekrar uyuyacak olsa da en azından yatağına yattığında uyuyakalma endişesini akşam akşam, gece gece hissetmeyecek ve biraz olsun rahat edecekti. Fikret o gününü çalar saat aramakla geçirdi. Sonunda da buldu. Artık bir çalar saati vardı.

Güneşin, penceresinin önünde olmasa bile, başka bir yerde mutlaka açtığının, günün doğduğunun, horozların öttügünün habercisi yeni çalar saatini çok sevmişti. Artık ne kadar erken kalkabileceği, ne kadar erken yatağa gittiğine değil, çalar saatini kurmayı unutmamasına bağlıydı. Unutmuyordu da, çünkü günlerdir uğradığı gecelerin hiçbir yerinde göremediği gündüzcü diğer insanların izine düşmüştü. Bir taraftan bu izi sürerken diğer taraftan da özledigi sorumluluklarının tadını çikariyordu. Düşündüklerinden değil, yaptıklarından ötürü kendini tanıyamıyor ve bundan hoşlanıyordu. Yalnız hâlâ anlayamadığı bir nokta vardı o da epey bir zamandır az çok sağlıklı yaşadığını düşünmesine rağmen, ki kahvaltı etmeden sigara içmiyor, gün boyu içtiği sigaranın sayısının beş’i, on’u geçmemesine dikkat ediyor, vaktiyle üniversitenin kantininde üç ögün yemek yiyiyor, spor’a başlamış, bol bol yürüyordu (bazen şehrin bir ucundan diğer ucuna kadar...bu normalde bir saatini alıyordu), yine de etrafını saran insanlarda izlediği gibi, yüzüne kan gelmiyordu. Sanki yüzüne gecenin üç’ü dövmelenmişti. Fikret suratına kan gelse de bunu teninin karanlığından kimsenin göremeyeceğini düşünüyordu. Suratını her gördüğünde gündöndü çiçeklerini hatırlıyor, kendini aydınlığı arayan çekirdek suratlı biri olarak görüyordu.

- Arkası yakında -
 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..