Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '09

 
Kategori
Felsefe
 

Bir zamanın şarlatanları - Bir Fikrî Hâl - Birinci Kitap: Başka bir güneşin gölgesinde - 5. Bölüm

Rüya

“Haydi, kanatlarını çırp! Haydi, çırpsana! Bak şuna yaaa, hâlâ aval aval yüzüme bakıyor! Çırp şu kanatlarını artık!” dedi karanlıktan akıp gelen bir ses.
“Ama benim kanatlarım yok ki, ” dedi Fikret şaşkınlığına delalet başını sallayarak.

“Saçmalama!” diye karşı çıktı ses. “Haydi çırp!”

Fikret ne kadar “Benim çırpacak kanatlarım yok, onlar benim kollarım, ” dediyse de dinletemedi.

“Kollarıymış. Bizim kanatlarımız var. Haydi! Seni sonsuza dek burada bekleyemem. Bak, diğerleri ilk dağı aştı bile. Çırp şu kahrolasıca kanatlarını artık!” dedi ses.


Fikret başını duyduğu sesin sahibinin sözünü ettiği dağa doğru kaldırdığında titreyen ellerini gördü. Parmak uçlarında başlayan titremenin yavaş yavaş kollarına doğru yayılıyor olduğunu hissetti. Belli ki birazdan bu titreme bütün bedenini saracaktı. Ve öyle de oldu. Vücudunun merkezinde bir deprem oluyormuş gibi sarsılmaya başladı. Duygusal kökenli bedensel bir sarsıntıydı bu. İyi duyguların hepsinin bütün hücrelerini aynı anda harekete geçirişi gibi. Korkmuyordu da. Çok uzaktan kulağına ulaşan bir ses korkunun etkisi altında kalmaya başladığı duygu yoğunluğundan kayanaklanan pozitif enerjinin onu ulaştıracağı yere çok ama çok uzak bir his olduğunu söylüyordu. Fikret sanki heyecanın doruğuna giden dimdik merdivenlerde bir basamak daha yükselmiş, suyun buharlaşması gibi, sanki bir halden başka bir hale geçmişti.


Şimdi Fikret kendisine kanatlarını çırpmasını emreden sesin sahibini, bedenden çok garip bir formun sınırı içinde cisimleşmiş varlığı da görebiliyordu. Tüyleri yontulmuş bir tavukla cennetkuşu arası bir varlıktı. Kafasında, göğsünde, sırtında ve en garibi kanatlarında tüy yoktu. Ama paçaları ve kuyruğundaki altın sarısı tüyleri ona göğün bir orasından bir burasına kaydıktan sonra kaybolmayan gölgeden kuyrukluyıldız havası veriyordu.


Telâşı hareketlerindeki varlık, arkasına ay’ın olamayacak kadar büyük ama yine de yuvarlağı görülür aydınlığı almış, Fikret’in etrafında bir karasineğin hızıyla, bir cennetkuşunun endamıyla, bir arının merağıyla uçuşup duruyor, gözlerinde bir büyüyor, bir ufalıyordu. Kendinden emin bir ses tonuyla “Haydi, kanatlarını çırp!” diyor, başka bir şey demiyordu.


Mantığının haklı isyanını daha fazla duymamazlıktan gelemeyen Fikret en kararlı ses tonuyla “Neden benden olmayan kanatlarımı çırpmamı istiyorsun?” dedi.

“Kanatlarının olmadığını da nereden çıkarıyorsun?” dedi garip yaratık. “İnsan gibi düşünmeyi bırak da dediklerimi yap. Çırp şu kanatlarını artık!”

“Ben bir insanım, doğal olarak da insan gibi düşünüyorum. Başka nasıl düşünebilirim ki?” dedi Fikret.

Artık yalvarmaya yakın bir üslupla “Ne olur, çırp şu kanatlarını da bir an evvel yola koyulalım, ” dedi garip yaratık.

“Bana kim ya da ne olduğunu söyler misin?” dedi Fikret, sorduğu sorunun cevabını öğrenmekte kararlı olduğunun altını ses tonundaki ciddiyetle çizerek.

Bir çırpıda Fikret’in kulağının dibinde bitiveren garip yaratık “Eğer söylersem kanatlarını çırpacak mısın?” dedi.

Biraz isteyerek, biraz da garip yaratıktan korkarak “Tamam, ” dedi Fikret.

“Adım Rafi, ” dedi garip yaratık.

“Rafi mi?” dedi Fikret.

“Evet, ” dedi garip yaratık.

“Bayan Rafi mi, bay Rafi mi?” dedi Fikret.

“Ne bayan Rafi, ne de bay Rafi, ” dedi garip yaratık. “Biz cinsiyetsiziz.”

“Cinsiyetsiz mi?” dedi Fikret. Böyle bir şeyi tasavvur edemiyordu.

“Evet, ” dedi garip yaratık.

Aklının tıkanıklığına başka bir soruyla son verebilir düşüncesiyle “Hem burası neresi ve ‘biz’ demekle kimleri kastediyorsun?” dedi Fikret.

Sıkıldığına, Fikret’in sorularından bıkmaya başladığına işaret bir ses tonuyla “Burası, neresi olmasını istediğini düşünmeye kadirsen orası, ” dedi garip yaratık. “İstersen her yer, istemezsen hiçbir yer. Ama bunları boşlukta da konuşabiliriz. Çırp artık şu kanatlarını!”

Duyduklarından gözleri faltaşına dönen Fikret “Boşluk mu? Ne boşluğu?” dedi.

Aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen istediğine ulaşamadığı için telâşı bir kat daha artan garip yaratık artık Fikret’i azarlamak istermişcesine kaba “Bırak durmadan soru sormayı da çırp şu kanatlarını, ” dedi.

Garip yaratığın tavrı bir gözünden girip, sözleri diğer kulağından çıkan Fikret “Söyler misin, ne boşluğu?” dedi.

“Tamam, tamam, ” dedi Rafi. Bir anda telâşını da kabalığını da üzerinden atıvermişti. “Dinle! Biz iki oda arasına boşluk diyoruz. Yedi oda arası boşlukları düşünebileceğin hiçbir şeyle dolduramazsın. Çünkü senin bildiğin anlamıyla düşünmek, yine senin bildiğin anlamıyla zamanın içersinde bir eylemdir. Senin bildiğin anlamıyla zaman ise bu boşluklarda durmaya mahkûmdur. Bir yere varamazsın. İlk boşlukta kaybolur gidersin. Bu boşluklar o kadar büyüktür ki, onları ancak düşünebilme kabiliyetinden kendini soyutlayabildiğin oranda gerinde bırakabilirsin. Düşünmeyi de hem kendine hem de başkalarına soru sormaktan vazgeçebildiğin oranda bırakabilirsin. Ama bunu tamamen becerebilmen mümkün değil. Sen yine de düşüneceksin, düşüneceksin ve durmadan soracaksın, soracaksın. Ben de mümkün olduğu kadar bunu engellemeye çalışacağım. Neyse…”

“Anlamadım, ” dedi Fikret.

Rafi artık gayet sakin “Bu yedi odaya girip çıktıktan sonra olacağın ‘yeni sen’le, kendi mekânını istediğin zaman istediğin gibi şekillendirebileceksin, ” dedi. “Yani istersen tüm evreni bir çekirdek kabuğunun içine bile sığdırabileceksin. Bunu becerebilenlerin sayısı çok azdır.” Sonra birden eski telâşıyla yeniden “Bu yüzden çırp artık şu kanatlarını!” dedi. “Katetmemiz gereken ilk boşluk en küçüklerinden biri.”

Fikret tüm soğuk kanlılığıyla “ ‘Biz’ demekle kimi kastettiğini hâlâ söylemedin, ” dedi.

Rafi tüy baş yolar bir tavırla “Ne kadar inatçı şeysin sen öyle…tamam, tamam: ben ve diğer kılavuzlar, ” dedi.

Fikret kuru kuru “Kılavuz mu?” dedi.

Fikret’in merağını biraz olsun gidermeden bir şeye ulaşamayacağını anlayan Rafi yıkılan bir ses tonuyla “Anlaşıldı, ” dedi. “Söyledikleri kadar varmışsın. Dinle. Bizler yeni gelenlere bu yedi oda arası boşluklarda kaybolmasınlar diye eşlik ederiz. Ben de seni sırasıyla bu yedi adrese götürmekle görevlendirildim. Diğerleri ilk adrese doğru yollandı bile. Sen ise daha kanatlarını bile çırpamadın.”

“Peki seni kim görevlendirdi?” dedi Fikret.

“İlk ışık!” dedi Rafi.

“İlk ışık mı?” dedi Fikret Rafi’nin sözlerini esrarengiz bir sese tercüme ederek. Sonra yine birden aklı duruverdi. “Hiçbir şey anlamadım.”

“Bak, ” dedi Rafi amacına ulaşmaya başladığını bilerek “yavaş yavaş ne demek istediğimi anlıyorsun. Her şey ama her şey şu an senin kavrayamayacağın kadar karmaşık. Senin burada düşünerek bir yerlere varmana imkân yok. Düşünmeden yol alabilmen için de sana beni gönderdiler. Buraları da biz kılavuzlardan sorulur. Sen benim dediklerimi yap ve izle, göreceksin, her şeyi düşünmeden öğreneceksin. İlk boşluğa girer girmez ilk oda için lâzım olan her şeyi zaten öğrenmiş olacaksın. Ama bunun için bir an önce bulunduğumuz mekânı aşmalıyız. Seni sürekli soru sormaya iten bir bakıma hâlâ insan olmakta ısrarından ötürü sıyrılamadığın kısıtlı mantığının ürünü bu kısıtlı mekânı ve onun kısıtlı zaman kavramını aşmamız için ise senin şu kahrolası kanatlarını çırpman gerekiyor.”


Fikret Rafi’nin ‘kanatların’ dediği kollarına baktı ve tüm şaşkınlığıyla “Tamam, tamam!” diyerek çırpmaya başladı. Daha hızlı, daha hızlı, biraz daha hızlı ve gerçekten de ayaklarının yerden kesiliyor olduğunu hissetti. Aynı zamanda vücudunun ağırlığını nasıl taşıyabileceğini düşünürken, üzerinden bir yükün kalktığını ve hızla, inanılmaz bir hızla, havalandığını, ayaklarının altındaki yerin gözlerinin önünden kaybolup gittiğini, görünürde Rafi’nin arkasındaki yuvarlak aydınlıktan başka hiçbir şeyin kalmadığını, ulaştığı hızı, etrafında hiçbir şey olmadığından, göremediğini, yalnızca hissedebildiğini farketti.


Bütün telaşı sesinde Rafi “Yavaş, yavaş. Diğerleri çok gerimizde kaldı, ” dedi.

“Gerimizde mi kaldılar? Kim gerimizde kaldı? Hani şu çoktan yola çıkanlardan mı bahsediyorsun? Ben hiç kimseyi görmedim, ” dedi Fikret.

“Göremeyeceğin kadar hızlı geçtik yanlarından da ondan, ” dedi Rafi. “Senin çok hızlı olduğunu söylemişti ama bu kadarını beklemezdim doğrusu. Hatta uçabileceğinden bile şüpheliydim. Hakikaten Alreşa’nın dediği kadar varmışsın.”

“Alreşa mı?” dedi Fikret. Ama artık soru sormaktan kendi bile bıkmak üzereydi.

“Evet, ” dedi Rafi.

Ama Fikret’in aklı soru üretmekten vazgeçebilir miydi ki ? “Kim peki bu Alreşa?”

“Alreşa ilk iki boşluk arası birinci odanın bekçisi, ” dedi Rafi bir öğretmen edasıyla. “Beynindekileri irdeleyip, seninle düşünce alışverişinde bulunduktan sonra yoluna devam edip edemiyeceğine karar verecek olan.”

Diline abone merağıyla “Nasıl biri ki acaba?” dedi Fikret.

“Bilemem, ” dedi Rafi. “Sen nasıl olmasını istiyorsan öyle olacak olan biri. Bana da ben nasıl istiyorsam öyle görünen biri. Aynı benim ona beni senin düşündüğünden farklı düşündüğü için farklı göründüğüm gibi.”

Kendisini bekleyen sınavın heyecanına şimdiden kapılan Fikret “Ya Alreşa’nın isteklerini yerine getiremezsem?” dedi.

“Alreşa’nın senden bir şey istediği yok, ” dedi Rafi. “O senin isteklerine kulak verecek. Kendini arzularının hâkimiyetine bırak. Senin bu yolculuğa çağrılmana sebep arzuların ve hasretlerindi. Sen onlarda saklısın. Alreşa’da bunlardan yalnızca birini görebilme yeteneği var; diğerlerinde de diğerlerini.”


Fikret artık yuvarlağını göremeyecek kadar yaklaştıkları aydınlığın etkisini her şeyi ve herkesi kendisine doğru çeken bir mıknatıs gibi hissediyordu. Rafi’yi bu gözalıcı aydınlıkta göremiyor, ama sesini hâlâ kendisinden hiç uzaklaşmamış gibi duyabiliyordu. Bu arada Fikret ile Rafi bin ayınkine denk aydınlığın ışığına yolculuklarında hızlandıkça hızlanıyorlardı da. Fikret’in yüreği ağzından beynine taşmış, düşüncelerini derin bir korkuya bulayıp bulayıp öyle fikirlerine sunuyordu. Fikret artık merak-ı korkusundan düşünemiyordu bile.


Rafi telaşa doymuş bir rahatlıkla “Geldik sayılır, ” dedi. “Yola en son biz çıktık ama ilk gelen biz olduk. Birazdan Alreşa’nın seni sarıp sarmalayan ısısını hissedecek, kendini şimdiye kadar hiç tatmadığın bir keyifte tekrar buluvereceksin. O zaman Alreşa’nın kıvamına erdiğini bilecek, onunla kendinle konuşurmuş gibi konuşacak, onun sorularını sen kendin kendine soracak, belki kendinle konuşuyor olduğunu sanacak, o an Alreşa’yı görecek ve sana söyleceklerini dinleyeceksin. Beni tekrar çağırdığında ise senin yanında olduğumu göreceksin.”


Fikret Rafi’nin sözlerini bitirir bitirmez kendisinden uzaklaştığını hissetti. Onu kendisine doğru çeken ışık kaynağının aydınlığında kendini kaybetmişti. Bu Fikret’in göz alıcı aydınlıkta ilk kayboluşuydu. Konuşamıyordu. Sonra o hep biraz daha aydınlanan ışık kaynağının üzerindeki çekim hızının azaldığını, beyaz olarak algıladığı ışığın renginin yerini onu okşayarak ruhî şehvete sevkeden turuncuya bıraktığını gördü. Sonra Fikret’te en güzel ninnileri dinliyormuş hissi uyandıran su sesini duymaya başladı. Turuncunun rengi koyulaştıkça su sesinin daha da yaklaştığını, etrafında sonsuzluğa, boşluğa akan binlerce minyatür derelerin, şelâlelerin, ırmakların, nehirlerin onu sarıp sarmalamaya hazırlandığını görüyordu. Fikret yaklaştıkça koyulaşan, koyulaştıkça onu suya yaklaştıran turuncu rengin etkisindeydi. Sonunda teninin sıcaklığında bir ırmağın içine düştü. Suyun kıvamını hissetmeseydi sıvılaşmış turuncu renginde sürüklendiğini düşünecekti; o kadar turuncuydu su. Artık içinde akıp gittiği sudan ve turuncu renginden başka hiçbir şey görmüyordu. Suyun yüzeyinde sürüklenmediğini, her tarafını suyun kapladığını ve buna rağmen boğulma gibi bir tehlikenin olmadığını hissedince aklına annesinin karnında olabileceği ihtimali geldi. Kendini burada ilâhi bir varlığın himayesindeymiş gibi emin hissediyordu. İlâhi? Acaba Alreşa ilâhi bir varlık mıydı? Tanrı olacak değildi ya. Hem öyle olsaydı Rafi Fikret’i tanrıyla bizzat tanışacaksın diye uyarırdı. Alreşa’nın görevi az çok belliydi. Fikret’in söyleyeceklerine kulak verecekti. Peki Fikret’in görevi neydi? Kendini arzularının, tutkularının hakimiyetine bırakmaktı. Peki kendini daha çok hangi arzularının, tutkularının hakimiyetine bırakacaktı? Onun birinci en büyük tutkusu sorulardı. İkinci en büyük tutkusu ise cevaplardı. Şimdi ona üç soru sorabilecek olsaydı acaba ne sorardı? Yani üç dileğini yerine getirecek olsaydı hangi isteklerine kulak vermesini isterdi? Biraz düşündü. Alreşa’dan bir isteği yoktu, buna emindi. Yok, ona insanlığı nesillerdir meşgul eden soruları da soracak değildi. Fikret’e göre zaten ölümden sonra her kim kendince ne olacağına inanıyorsa onun için onun olması bu soruya verilebilecek en iyi cevaptı. O, Alreşa’nın karşısına üç basit soruyla çıkacaktı: birincisi, nasılsın Alreşa? İkincisi, iyi misin Alreşa (yanlış anlaşılmasın: Fikret’in buradaki ‘iyi’ kelimesinden kastı ‘hal, hatır’ bağlamında kullanılan ‘iyi’ kelimesi değil, felsefî anlamıyla yüklenmiş ‘iyi’yi simgeleyen ‘iyi’ kelimesidir)? Üçüncüsü ise kimin babasının aralıksız konuşmasına artık bir son verip, nihayet, asırlar ve nesiller sonra, söz ve konuşma hakkının en az yarısını annesine verecek güçte olduğuydu.


Fikret bunları düşünürken suyun sesine bir melodinin, daha sonra suyun sesine ve melodiye bir de kadın sesinin karıştığını duydu. Ama o sesin sahibini göremiyordu. Hâlâ o turuncu rengi suda akıp gidiyor, sesin gittikçe yaklaştığını duyuyor, yüreğini okşaya okşaya söylediği ninninin sözlerini işitebiliyordu.


Bambaşka bir halin vardı

Farketmeden beni sardı

Benliğimi benden aldı...


Bu sözleri o masalımsı melodinin eşliğinde şarkılayan kadının sesi yavaş yavaş uzaklaştı ve kayboldu. Az sonra Fikret kendisini sürükleyen akıntının hızının gittikçe arttığını hissetti. Koyu turuncu renk de git gide açılıyor, yerini tekrar o eski beyaz ışığa bırakıyordu. Gözüne ışığın aydınlığından önce tenine ısısı ulaşmıştı. Varlığını sarıp sarmalayan ısı arttıkça arttı. Dayanılmaz bir sıcaklığa dönüştü. Öyle ki, kendini, durmadan aktığını, aydınlıktan hiçbir şey göremediği için hissettiği teriyle birlikte terkettiğini düşündü. Yanıyor muydu, yoksa Alreşa’ya mı yaklaşıyordu?

Tam bayılmak üzereydi ki, birden o tarifi zor aydınlık zifiri karanlığa, ruhunu daraltan o sıcaklık Fikret’e yeniden doğmuş hissini veren serinliğe dönüştü. Dönüp geriye baktığında Rafi ile birlikte kendilerini etkisi altına alan aydınlık yuvarlaktan yavaş yavaş uzaklaşıyor olduğunu gördü. Bu görüntü karşısında onu saran hüzün içinde bir şeyleri paramparça, tuz buz etmişti. Tatlısından ayrı düşmüş bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Bağıra bağıra; hüngür, hüngür.


Fikret’in gözyaşlarının akarsu gürültüsüne tanıdık bir sesin çığlığı karıştı. “Başardın!” dedi Rafi. “Alreşa’nın şimdiye kadar hiç bu kadar koyu turuncu olduğunu görmemiştim. Sende inanılmaz bir enerji kaynağı var. Artık sana Alreşa’nın kapısı her zaman sonuna kadar açık olacaktır.”

Yüzüne şaşkınlık kostümünü giydirerek “Rafi?” dedi Fikret.

Kabına sığmazlığından vazgeçerek “Evet?” dedi Rafi.

Belli ki umduğunu bulamamış Fikret “Ama ben Alreşa’yı ne gördüm ne de duydum, ” dedi.

“Sen onu hem gördün, hem duydun, hem de etkiledin, “ dedi Rafi. “Yoksa o koyu turuncu rengi ben göremezdim. Şimdiye kadar Alreşa’nın pek çok turuncu renk tonunu gördüm. Ama onu bu kadar koyulaştıran başka birisine hiç rastlamamıştım. Sen seni yoklaması için gittiğin Alreşa ile boy bile ölçüştün. Ama öyle barışçıl olmuş olman gerekir ki, o bundan etkilenip, seni onu ulaştırdığın koyu turuncu renk tonuyla evrenin dört bir yanına sabırsızlıkla anlatmak istesin. Artık seni yedi oda merak ediyordur. Ama bu haber aynı zamanda iki oda arası boşluğa tuzaklarını kuran karanlık oda bekçilerine de ulaşmıştır. Bundan böyle boşlukları katederken hem bir sonraki odada sana lâzım olacakları öğrenecek, hem de karanlık oda bekçilerinin kurduğu tuzaklara düşmemeye dikkat edeceksin.”

“Karanlık oda mı?” dedi Fikret. Sorarken korkup korkmadığını bile bilmiyordu.

“Evet, ” dedi Rafi. Sesinde korku değilse bile hissedilir bir huzursuzluk gizliydi. “Bu odaların bekçileri seni yolculuğundan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaktır. Daha önümüzde katetmemiz gereken altı boşluk var. Bu altı boşluğun üçünde karanlık oda bekçileri pusularını kurmuş, seni bekliyordur bile. Ama bu üç karanlık oda hangi boşlukta onu biz bilemeyiz.”

“Alreşa’nın koyu turuncu renk tonuyla evrenin dört bir yanına haber gönderdiğini söyledin, ” dedi Fikret. “Nasıl yani?”

“Yedi odanın bekçileri hem kendi aralarında hem de bütün evrendekilerle renkleri aracılığıyla haberleşir. Yani renklerinin tonunu değiştirerek. Bu esnada çok enerji kaybederler ve bu yüzden tonları koyulaşır. Uzaktan hepsi beyaz görünür. Yaklaştıkça farklılaşırlar. Her haberle beyazları biraz daha solar, renkleri biraz daha koyulaşır. Bu yüzden çok ama çok az ve sadece yeni bir şey öğrendiklerinde birbirleriyle haberleşirler. Onlar için esas olan yeni öğrendiğini evrendeki bütün herkesle paylaşmaktır. Onlar parladığı müddetçe biz kılavuzlar onları bulabilir ve senin gibilerle biraraya getirebiliriz. Bir gün solacak olanlar yerini o gün parlayacak olanlara bırakacaktır, anlıyor musun?” dedi Rafi. Sonra ‘karanlığın kulağı var’ demek istermiş gibi gagasını Fikret’in kulağına dayadı. Fısıldıyordu. “Sen Alreşa’nın seni evrendeki herkese anlatışını o göz kamaştırıcı aydınlık olarak algıladın. Gördüğün turuncu rengin tonu ise senin Alreşa’yı etkileyişinin gözle görülür belirtisiydi. Şimdiye kadar Alreşa’yı ziyaret edenlerin hiçbirisi onun düşüncelerine bu kadar yaklaşamamıştır.”

Fikret de Rafi gibi söylediklerinin karanlığın kulağına gitmesini istemiyordu. O da fısıldadı. “Peki kendimizi bu karanlık oda bekçilerinin tuzaklarından nasıl koruyacağız?”

“Biz değil sen, ” dedi Rafi. Ama artık fısıldamıyordu. “Onların benle bir işi olamaz çünkü ben ışık saçmıyorum. Onlar tuzaklarını ışık kaynaklarına kurar. Bu yolla karanlıklarını beslerler. Artık Alreşa’nın evrenin bir ucundan diğerine uzanan haberinden sonra senin bir gün büyük bir ışık kaynağı olacağını düşüneceklerdir. Ne yapıp edip, seni kendi saflarına kazanmak isteyeceklerdir ki gelecekte karanklıklarına yem edebilsinler. Ne ve nerede olduklarını bilemez, yalnızca etki alanlarına girmeye başladığını hissedersin. Yutulmamak için ise onların karanlıklarından daha aydın olman gerekir.”

Fikret de fısıldamaktan vazgeçti. “Ben Alreşa’nın bana görüneceğini, benimle konuşacağını sanmıştım?”

“Zaten öyle oldu, ” dedi Rafi. Bu arada Fikret Rafi’nin dilinin altındaki baklaları konuştuğu dilin çatalı kaşığı merağının menüsü sorularıyla çıkarıp, aldığı cevapları idrak gücüyle çiğneyip, mantığıyla öğütüp, aklının iştahına yem etmekten yavaş yavaş büyük bir tat almaya başladığını düşündü.

“Ben yalnızca sonsuzluğa akan binlerce minyatür dere, şelâle, ırmak, nehir gördüm; başka bir şey görmedim, ” dedi Fikret.

“Gördün mü!” dedi Rafi. “Görmüşsün işte. Pekâlâ sana görünmüş işte. Peki ne dedi?”

“Ninni söyleyen bir kadın sesinden başka hiçbir şey duymadım, ” dedi Fikret.

“Ve sen hâlâ Alreşa’yı ne gördüğünü, ne de duyduğunu söylüyorsun, öyle mi?” dedi Rafi.

Fikret Rafi’nin lafı nereye getirmek istediğini anlamakta zorluk çekiyordu. Hayır, Alreşa’yı gördüğü manzarada bulamamak değildi zorlandığı nokta. Alreşa’nın varlığını pekâlâ gördüğü manzaraya indirgeyebilirdi. Yani onu bir dere, bir şelâle ya da bir ırmak gibi tasavvur edebilirdi. Hatta Alreşa’nın kendisine ninni söyleyen bir kadının sesiyle konuşmuş olabileceği ihtimaline bile seve seve inanabilirdi. Hayır, Fikret’in olup bitenleri anlamakta zorlandığı nokta başkaydı. Fikret Alreşa’nın böylesine bir senaryodaki rolünün anlamının sırrının gördüklerinin ötesinde saklı olduğuna inanıyordu. Hayır, emindi. Düşüncelerinin peşine düştüğü yolun sonunu görür görmez “Yoksa?” dedi.

Rafi hazırkıta “Evet!” dedi.

Rafi’nin ‘evet’i Fikret’e o kadar inandırıcı geldi ki, düşündüklerinden haberdar olduğuna emindi. Bu yüzden Rafi’nin cevabı ‘evet’i Fikret kendi söylemiş gibi sözüne devam etti. “Şimdi anlıyorum. Alreşa kalbimin ne kadar temiz, sevgimin ne kadar köklü olduğunu bilmek istedi.”

“Aslında her şeyi inanılmaz bir hızla kavrıyorsun, ” dedi Rafi.

Fikret Rafi’nin cevabına hiç de şaşırmadı. Ama belli ki aklı kabarmıştı. “Bu yüzden bana su olarak göründü ve ninni söyleyen bir kadın sesiyle konuştu, ” dedi Fikret. Aklının bağı çözülmüştü sanki. Alreşa’lı düşüncelerini şimdi beyninin damarlarından berrak berrak akan ırmakcıklara benzetiyordu. Evet, Fikret artık Alreşa’nın beynine taşındığını, orada ikâmet ettiğini, bu işlerle uğraşan en yetkili mercii ‘benliğine’ bildirebilirdi. “Ben kalbin temizliğinin suyun tabiatında, sevginin kökünün ise sevgiyi ilk kez işittiğimiz ve işitmesek de hissettiğimiz ninnilerde olduğunu düşündüğüm için bana öyle göründü. Su, çünkü su ne kadar çamura bulaşırsa bulaşsın kendi kirlenmez; sadece çamuru temizliğiyle sarıp sarmalar. Suya kirli diyenler aslında suyun çamuru ağırladığını unutanlardır. Ninni, çünkü ninni her şeyiyle bağların bağı göbek bağını kaybetmiş birinin teselli bulduğu ilk sevgi bağıdır. Ve bu bağın annesi koparıpta atamayan tanıdığım tek varlıktır. Demek ki Alreşa’nın bana sorduğu sorular benim onu nasıl biri olabileceğini düşünüşümde saklıymış.”

Rafi “İlk oda, yani Alreşa’nın bekçiliğini yaptığı oda, kalbin ve kalbin tahtında oturan sevginin odasıdır; bunu doğru bildin, ” derken Fikret’i bir düşünce ileride beklediğini kanıtlamak gibi bir niyeti yoktu. O sadece Fikret bir şeyler öğrensin istiyordu. Niyetine sadık bir istifle “Bu sevgi iyiyi ama kötüyü de seviyor olabilir, ” dedi.

“Kalbi temiz, sevgisi köklü birisi kötü düşünemez ki, ” dedi Fikret. “Kötü düşünemediği için de kimse ona kötü görünemez. Taa ki o kimsenin gözle görünemez özüne, iyliğine ama belki de kötülüğüne ulaşana dek; evet, galiba ben Alreşa’nın elinde olmadan özüne ulaştım. Tabiî o da benim. Ve biz gördüklerimizde kendimizi bulduk. Bu böyle olmayabilirdi de; ben onu başka, o da beni başka görebilirdi. Alreşa benim aynı onun gibi düşündüğümü gördü ve de bunu herkesle paylaşmak istedi, öyle değil mi?”

Rafi Fikret’in birinci odayı çözdüğünü, Alreşa’nın öğretisini her boyutuyla özümsediğini biliyordu. “Artık tekrar ileriye bakmanın zamanı geldi, ” dedi. “Daha yolun çok uzun ve sen o çok uzun yolun henüz başında sayılırsın. İkinci boşlukta daha çok şey ögreneceksin.”

“Ya karanlık oda bekçileri?” dedi Fikret.

“Onların tuzaklarını bu ikinci boşluğun bir yerine kuracağını sanmıyorum, ” dedi Rafi. “Gerçi onların ne yapacağı belli olmaz. Bana sorarsan senin daha da ilerlemeni, daha çok aydınlanmanı bekleyeceklerdir. Ama yine de çok dikkatli olmalısın. Ulaşmak istediğimiz odaya varmadan bizi saran karanlığın ortasında bir yerde görmediğin bir şeyin seni hızla kendine doğru çektiğini hisseder, benim sesimin gittikçe kısıldığını duyarsan o zaman bil ki onların kurduğu tuzağın çekim alanına girmektesin. Ve unutma ki karanlık oda bekçilerinin tuzağından ancak kendi gayretinle kurtulabilirsin.”

“Kurtulamazsam ne olacak?” dedi Fikret. Bir an sorduğu sorunun bu sefer cevabına hazır olup olmadığını düşündü. Ama sorusunun muhtemel cevabına hazır olmaktan başka bir çaresi olmadığını hemen kabul etti.

“Artık içine karanlık mı çöker, seni karanlığından dolayı kimse göremediği için yalnızlaşıp, karanlık mekânların bekçilerinin kötü emellerine kurban mı yoksa ortak mı olursun orasını bilemem, ” dedi Rafi. Sesinde Fikret’in alışık olduğu bilgelikten eser yoktu. Hatta Rafi’yi ilk kez ihtimallerle konuşurken duyuyordu. “Benim karanlıklar hakkında bildiğim pek bir şey yok, ” dedi Rafi. “Bildiğim tek şey kötü oldukları. Çünkü zor kullanıyorlar. Zor kullanmak kötüdür. Aralarında zor kullanmayanı, yani istediklerini konuşarak elde edeni de varmış diye duydum.”

“Konuşarak mı? Nasıl yani?” dedi Fikret. O ana kadar karanlık oda bekçilerini nasıl tasarlaması gerektiği üzerine tek bir düşünce bile sarf etmemişti. Ama konuşabildikleri gerçeğini öğrendikten sonra fantezisinin kulağına ulaşan aday seslerin şekil ve şemallerini merağına hatta bu sefer biraz da korkusuna tarif edebilmek istiyordu.

“Bilemiyorum, ” dedi Rafi. “Zamanı geldiğinde öğrenirsin.” Fikret Rafi’nin karanlık oda bekçileri hakkında gereğinden fazla konuşmaktan hoşlanmadığını hissediyordu. Sabretmesi gerektiğini düşündü.

_ Arkasi yakinda -

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..