Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '12

 
Kategori
Yurtdışı Tatil
 

Biraz pizza, biraz makarna, biraz moka!

Bir hayalimi gerçekleştirmek üzere, taa kış aylarında yapmış olduğum planı hayata geçirerek çıktım yola. Yanımda ailem...  İstikamet İtalya... En sevdiğim.

                                                                                 ****

Seyahat öncesinde sanal çağın nimetlerinden faydalanmak isteyip, İtalya’ya ilişkin biraz araştırma yapmak, bir kaç yazı okumak ve tavsiye almak istedim. Fakat İtalya gezisi yapmış olan bir çok insan ya deneyimlerini yazıya dökmemiş, ya da geziye dair kayda değer bir şey bulmamıştı. Yalnızca bir kaç blogda rastlayabildim aradığıma, o da hiç yeterli gelmedi. Böylelikle henüz yola çıkmadan bir karar almış oldum; gördüklerimi dönerdönmez aktaracak ve İtalya seyahatine çıkmayı düşünenler için ön bilgi vermiş olacaktım. İlki 2008 yılında Milano’ya giderek gerçekleşen İtalya günlüğümün devamı...

Seyahatin ilk günü Cumartesi’ye denk geldi, beni tam anlamıyla mahvetti. Zira çalışan kişiler için haftayı tamamlamanın verdiği yorgunluk apayrı iken, üstüne bir de valiz hazırlama külfeti eklenince Cuma gecesi sızıp kaldım. Ertesi sabah çok erken bir saatte tur ekibiyle İstanbul’da buluşulacağından, yine çok erken bir saatte (gece yarısı) Ankara’dan İstanbul’a uçtuk.  İstanbul’dan da doğru Roma’ya..

Roma’ya giderken tur şirketi tarafından uyarıldığımız için, hepimiz kapalı giyinmiştik yazın sıcağında. Çünkü ilk durak Vatikan olacaktı ve Vatikan’na giriş kuralı buydu. Bu arada bizim tercihimiz ETS Tur oldu; fiyat anlamında makul olmakla birlikte, vize alma sürecinde oldukça yordular bizi. Pek çok gezgin tarafındaan Pronto Tur ile İtalya’ya gitmemiz önerildiyse de geri dönemedik. Tura bu sebepten önyargı içinde başladık.

Vatikan hakkında detaylı bilgilendirme yapılsa ve saray içerisinde gezilmiş olsa da, hiç bir şey kalmadı bende fotoğraflar dışında. Erkenden yola çıkınca enerjim dibe vurdu. Vatikan sonrası Roma’da yapılan panoramik gezi de anlamlı olmadı. Otobüste uyuyakaldığım için, bu esnada gezdirilen Collesium’u kaçırmış oldum. Akşam otele varıp da duş alana dek İtalya’da olduğumu farkedemedim.

Biraz kendimize gelince Roma’nın gecesini yaşamak için Navona Meydanı’na indik. Oldukça pahalı olan restorantlardan birine oturduk, ki belli bir miktar parayı gözden çıkarmış olsanız bile daha fazlasını harcıyorsunuz. İtalya pahalı bir ülke... Ne kadar pahalı olsa da porçini mantarlı risottoya bayıldım. Ama eklemem gerekirse, Ankara Mezzaluna’da yediğim risottolardan daha başarılı değildi. Yemeğin ardından şu meşhur Roma dondurmasını tattık. Tüm kalbimle söylüyorum ki, hiç bir numarası yoktu! Bodrum marinadaki Bitez Dondurmacısı’na gittiyseniz, sizin de böyle düşüneceğinizden eminim. Ben Bitez’in üstüne dondurma sevemiyorum..

2. gün rotamız Pompei ve Napoli oldu. Pompei tarihin ta kendisi, kültür turunun hakkını veren yer. Yüz yıllar evvel meydana gelen deprem sonrası yerle bir olmuş, Vezüv yanardağının eteğinde olduğu için lav tabakasıyla kaplanmış. Küllerin etkisiyle hiç bir şekilde deformasyona uğramadan öylece kalabilmiş. Gezerken yüz yıllar öncesine dönüyor insan. Lokantalarından hamamlarına, spa salonlarındaan genelevlerine kadar tüm yaşam formlarına şahit olduk. Yıllar içinde değişen tek şey teknoloji olmuş, yaşamın şekli hep aynıymış aslında. Genelevlerin kapısında, denizcilerin kente inince ihtiyaçlarını gidermek üzere geldikleri bu yerde dil bilmemelerine bağlı olarak ne tür bir ilişki istediklerini anlatmaları için pozisyonları gösteren resimler çiziliydi. Dönem kadınlarının şişman olmaları dışında değişen hiç bir şey olmamış.

Pompei sonrası gittiğimiz Napoli ise ismini Neo-Polis’ten, yani Yeni Şehir’den almış. Biz güneye indikçe dikkatimizi çeken şeyler de oldu. Örneğin Roma’nın aksine Napoli’de evlerin balkonlarında çamaşır asılıydı ve çanak antenler her evin tepesinde göz tırmalıyordu. Ayrıca güneye indikçe İtalyan mafyasının etkisi de ortaya çıkar demişti rehberimiz; Sicilya’da hat safhada olan bu durum, Napoli için de geçerliydi. Belediye etkisi yok denecek kadar azdı. Öyle ki, yollar çöpten geçilmiyordu. Koskoca Avrupa şehri resmen pisti.

3. günümüz Roma’nın bir dağ kasabasında geçti. Lazio bölgesinde Nemi köyü olarak geçiyor ismi. Dağda olmasının yanı sıra, gölün kenarında olması da burayı çok cazip kılmış. Şehir yaşamının kaotik havasında can bulan ben bile böyle bir köyde yaşayabilirdim, bir kitap yazarak da ödüllendirirdim ahir ömrümü. Nemi’nin güzelliği yazıya sevkeder insanı, diri tutar, mutluluk verir. Nitekim Papa yazlarını burada geçiriyormuş. Biz gittiğimizde sarayındaydı. Görme umudu taşımadık desem yalan olur:) Öylesine sakin ve güzel bir kasaba ki, satılık olan evlerin fiyatlarını bile soruşturdu annem. Müstakil evler 300.000 euro civarında. Oldukça uygun aslında. Ancak tüm bunların ötesinde, bize orayı unutulmaz kılan bir tek şey vardı: Çilekli turta! Dağ çileklerinden yapılan turtayı yerken kreması akıyor ve yere akan kremayı eğilip yalamamak için zor tutuyor insan kendini. Muazzam bir lezzet. Sır gibi bir tarif. Sadece o turta için gelen insanlar var. Dünyanın her yerinden hem de. İnternette kısaca araştırmak ve yapılan yorumları okumak yetiyor şöhretini anlamak için. Kasabadaki keçilerin sütünden yapılan Latte de turtaya eşlik edince insanın aklı çıkıyor. Nemi’den dönmek işkence oluyor.

Aynı günün devamında Roma’yı daha bilinçli gezmek için aldık hairtalarımızı ve turdan bağımsız olarak Roma’yı arşınladık. Tur programı dışında gezinmek, bir kenti duymak ve koklamak için en iyi fırsattır. Kalabalığa karıştık bu düşünceyle, Roma’yı kokladık. Önce Pantheon, ardından Aşk Çeşmesi, sonra İspanyol Merdivenleri... Yüzlerce ses, yüzlerce kafanın arasında kendimize bir alan yarattık ve alanımıza kimselerin karışmadığını farkettik. Yani bir başınasınız, özgürsünüz. Türkiye’de ele geçmesi zor bir özgürlük. İnsanın bütün yorgunluğunu alabilen, ayak uçlarından negatif enerjinin aktığını hissettiren ferahlama hissi. Yaşamın bizzat kendisi. Roma’nın göbeğinde.

Aşk çeşmesi bir resimden ibaretmiş. Her ne kadar dünyada görülecekler listemin en başında yer almışsa da, şişirilmiş bir balonmuş. Derhal uzaklaştık. Kendimizi ara sokaklara attık. Maksat pizza yemek ve bira içmekti, gözümüze ilişen bir restoranta oturuverdik. Ara sokaklarda yer alan lokantalardan kulağınıza İtalyanca sözcükler çalınıyor ve menüsünde farklı dillerin çevirisi bulunmuyorsa, bulduğunuz yere oturun demişti bir gurme. Sözüne itimat ederek oturduğumuz mekanın pizzaları hiç lezzetli değildi. İtalya’da dilim halinde satılan pizzalar pahalı ve sıradanlar. Beklenti eşiğiniz olabildiğince düşük olsun. Karnımızı doyurunca dünyaca ünlü markaların bir araya toplandığı sokağa geçip, vitrinleri inceledik.  Hayal kurmanın bile pahalı olduğu kentin İspanyol merdivenleri önündeki meydanına geçip kollarımızı iki yana açtık, fotoğraflar çektik avaz avaz. Tüm pahasına rağmen özgürlüğün başkenti Roma sanırım.. Otele dönüş için İspanyol merdivenlerine yakın olan Spagna durağından metroya bindik. Metrodaki enstantaneler bana gösterdi ki, İtalya ve Türkiye her açıdan benzerlik taşıyor. Bu arada belirtmem gerekiyor ki, ülkenin trafiğinde sık sık korna sesi duyarsınız. Trafik pek medeni değil maalesef. Ayrıca insan manzaralarına değinecek olursam, kadınlar da erkekler de stil sahibi. Şıklık bir lüks değil, bir yaşam biçimi haline gelmiş İtalyanlar için. Bunu ilk olarak 2008’de yaptığım Milano gezimde farketmiştim. Kaldı ki Milano şıklığın temsilidir; fakat oradaki şıklık bir zanginlik ifadesidir. Gerek Roma, gerek diğer kentler için olsun, insanların stil sahibi olduklarını saç kesimlerinden gözlüklerine kadar anlamak mümkün. Ancak dikkatimi çeken; kadınlar yaygın olarak şort altına kışlık çizme giyiyorlar, erkekler ise t-shirtlerinin yakasını kaldırıyorlar. Biz yadırgasak bile, orada bu bahsettiklerim gayet hoş duruyor!

 4. günümüzde Roma’dan ayrılıp Floransa’ya geçtik. Floransa, yapılarının şekli ve şehir düzeniyle beni kendine hayran bıraktı. Roma kaosundan sonra çok sakin geldi, iyi oldu. Duomo önünde bir kaç fotoğraf çektikten sonra şehri gezmeye koyulduk, cafelerde kahve içtik. Fatih Terim’in orada halen çok ciddi bir itibara sahip olduğunu belirtmeliyim. Bir Adanalı ve Galatasaraylı olarak gurur duydum. İmparatore dediğiniz anda gözler ışıldıyor. Türklerin fazla sevilmediği İtalya’da bize dair ilk defa bu kadar olumlu bir tepki aldım. Yeri gelmişken ilave edeyim, İstanbul’un bir çok İtalyan tarafından ziyaret edildiğini ve kendisine hayran bıraktığını öğrendim sohbet ederken. 80 şehrimiz daha var görülmesi gereken demek istedim, ama dilim varmadı açıkçası. Muazzam İtalyan yapılarını ve özenle korunmuş tarihi dokularını gördükten sonra, Türkiye için karamsarlığa kapıldım.

Santa Maria meydanına pek de uzak sayılmayacak bir mesafede, ara sokakların birinde tur rehberimiz tarafından durdurulduk. Salaş bir büfenin önüne geçerek, “burada yiyeceğiniz eti bir daha hep hatırlayacaksınız” dedi. Böyle iddialı sözlerden sonra genellikle hayal kırıklığı yaşamışımdır. Oysa rehberimizin alnından öpmek gerekirdi; büfenin ekmek arası bifteği oldukça lezzetliydi. Bir de işkembesi vardı ki, benim gibi sakatat sevenler için biraz kokoreç, biraz mumbar dolmasını andırıyordu. İsmi Trippa olan bu yiyecek için bir kez daha Floransa yolu gözüktü bana! Ayak üstü yediğim Panini usulü etlerin tadına bakmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Ertesi günkü ilk noktamız Pisa şehriydi. Şehirin kule dışında pek bir özelliği olmadığını öğrendik. En büyük özelliği olan kulenin de sahiden görülmeye değer olduğunu anladık. Bir mimarlık hatasının bir şahesere dönüşümüydü Pisa Kulesi.. 3. katından sonra ağırlığını taşıyamayan ve binde beş gibi bir açıyla her sene sağa eğilen kule, 2001 yılında sabitleştirilmiş. Kulenin bulunduğu alana girdiğiniz anda artistik pozlar yakalamak için çıldıran insanlarla karşılaşıyorsunuz. Bu pozların geneli, eğik duran Pisa Kulesi’ni düzeltmek için elleriyle itiyormuşçasına verilen, ellerin havada dakikalarca kalarak dermandan kesildiği, muhtemelen de Facebook profil resmi olması planlanan pozlardır. Kuleden ziyade, elleri havada olan insan güruhunu çekmek istedim, ancak kalabalık buna müsaade etmedi. Ben de sürü psikolojisine girerek malum pozu vermeye çalıştım:)

Pisa’dan sonraki durağımız ise Toscana vadisiydi.  Üzüm bağlarıyla çevrelenmiş ve alabildiğine yeşil olan vadi, ressamın fırça darbeleriyle hareketlenen bir tablo gibiydi. Babam meğer bu zamana kadar Toscana’yı resmediyormuş bilmeden. Şaraplarıyla ünlü kentin içinde biraz dolaşınca insan kendini Rönesans dönemine aitmiş gibi hissediyor. Ruhunuzu teslim alabilecek kadar gerçekçi bir tarihi var Toscana’nın. Asma yapraklarının altında yemeğimizi yediğimiz lokantanın eminim şahane biftekleri vardı; fakat ben penne yemeyi tercih ettim. Domates ve fesleğen soslu penneyi aldente kıvamında ve böylesine lezzetli yiyebilmem için sadece 3 günüm vardı ne de olsa.. Ancak, kentin kırmızı et konusundaki şöhretini de hatırlatmak isterim. Keza, kırmızı şarap konusunda da.. Zira öğrendiğim kadarıyla beyaz üzümden yalnızca beyaz şarap elde edilirken, kırmızı üzümden hem beyaz hem de kırmızı şarap elde edilebiliyormuş. Toscana’nın kırmızı üzümleri olağanüstüydü. Meyve kültürüm olmasa da iri, etli ve sulu üzümün lezzetine kayıtsız kalacak değildim. Hemen bir markete girip birkaç salkım üzüm satın aldım.

Toscana’nın ardından Siena’ya geçtik. Ünlü Palio yarışlarının yapıldığı Siena’yı çok merak ediyordum açıkçası. 12 mahallesi bulunan kentin her mahallesine ait bir simge bulunuyor. İstiridye mahallesi, fil mahallesi gibi. Her yıl bunların 10’unun katıldığı bir yarışma düzenleniyor. Şehrin meydanında yer alan ve istiridye kabuğu şeklinde olan alanda mahalleleri temsilen atlar koşuyor. Yaklaşık 90 saniye kadar süren yarışmanın galibi olan mahalle büyük bir prestij kazanıyor. Yarışmadan haftalar önce hazırlıkların başladığını düşünürseniz, ne kadar coşkulu olacağını da tahmin edebilirsiniz. Bu seneki Palio yarışı 16 Ağustos’ta düzenleniyor. Ayrıca mesleğim gereği ilgimi çeken bir şey daha var ki, dünyanın ilk bankası Siena’da kurulmuş. Derhal önüne geçildi, bir fotoğraf alındı efendim:)

6. gün Venedik’e geçtik. Aramızda Venedik için yanıp tutuşan birisi vardı; erkek kardeşim Tuna. Kendimi bildim bileli bir Venedik sevdalısı olan Tuna için bizler de havaya girdik ve karayoluyla ulaştığımız kentten adacıklara geçiş yapmak için vaporettoya bindik. Her gün 100.000 civarında insanın giriş yaptığı adaların kalabalık oluşu çok rahatsız ediciydi. Gezmek de fotoğraf çekmek de kolay olmadı. Çareyi ıssız bir ada bulmakta aradık ve -kaç köprü geçtiğimizi hiç bilmiyorum- nihayetinde sakin bir adacık bulduk. Tavsiyem, kendinizi nispeten daha sakin gördüğünüz yerlere atmanızdır. Dükkanları rahat gezebilecek, maskeleri inceleme fırsatı bulabileceksiniz. Renk renk maskelerin fiyatı yüksek ama biz geze geze kocaman bir maskeyi 5 euro’ya kapatmayı başardık. Bu arada Venedik’in maske balosu Şubat ayında gerçekleşiyor; benim planlarım arasına girdi bile çoktan!

Venedik denilince akla ilk gelen gondol turu için elbette biz de çok heyecanlıydık. Heyecanın yerini hayal kırıklığı alana dek her şey güzeldi hatta. Fakat kanalın pisliğine şahit olduğumuz anda film koptu. Cardın veya sıçan derler, bilir misiniz? Kocaman lağım faresidir. Evet, kanalın içinde, yanıbaşımızda sıçan ölüleri yüzüyordu. Gondolcu tarafından serenat filan da yapılmadı, tur uzun da sürmedi, hava cıva yani.. 125 euro ödeyip de pisliğin içinde 10 dakika dolaşmak istiyorsanız Venedik sizleri bekliyor. Sizleri beklediğinden şüphe duymadığım bir şey daha var ki, o da İtalyan erkekleri.. Ey Türk kadını! Suyumuzdan mı, huyumuzdan mı, kaşımızdan mı, gözümüzden mi bilmem ama bizden hazzettikleri kesin İtalyan erkeklerinin. Evet bir şımarma, havalara girme zamanıdır, doğru. Fakat ne kadar itici ve yapışkan olduklarını bir görseniz, eminim umurlarınızda bile olmaz İtalyan erkeği fenomeni. Yakışıklı olmasına yakışıklılar, stilin en karizması onlarda, moda ikonu şeklinde dolaşıyorlar. Ne var ki, pik yapmış testestoronuyla karşıdan gelmekte olan o taş gibi adamın yılışarak baktığını, yahut tam yanınızdan geçiyorken laf attığını gördüğünüzde kaçarak uzaklaşmak istiyorsunuz. Üstelik bu söylediklerim herhangi bir şehre özgü değil; ülkenin tamamı aynı çapkınlık düzeyine sahip. ‘Bella’lar, ‘beautiful’lar havada uçuşuyor.. Kanımca, egolarını yalnızca kadınlar üzerinden değil, hemcinsleri üzerinden de tatmin ediyorlar. Zaten Venedik kökenli olan Kazanova’nın hem kadınları hem de erkekleri etkilediği söylenir. Literatüre geçmiş İtalyan erkeklerinin başbakan Berlusconi üzerinden de değerlendirmesini yapabilirsiniz. Adam gerçekten ırkını hakkıyla temsil ediyor!

Gezimizin son gününde Verona’ya gittik. Venedik’e 1-2 saatlik mesafede olan Verona’yı muhakkak görmenizi dilerim. Bir çok turist tarafından es geçilen, genellikle tur programlarının sonuna ve yorgunluğun tavan yaptığı zamana denk geldiği için tercih edilmeyen Verona, bana kalırsa İtalya seyahatimizin en renkli bölümüydü. Verona gölü, denizi aratmayan uçsuz bucaksız ve kuğuların yüzdüğü bir göl. Verona’nın en muhteşemi de, ülke zenginlerinin ikamet ettiği Sirmione kasabasıydı. Gölün yanıbaşına yerleştirilmiş bir tatil köyü gibiydi. Sirmione marinasında demirlenmiş olan yatları gördüğünüzde sanırsınız Bebek sahilindesiniz. Daracık sokaklarından sırf havasını atmak için geçmeye çalışan Porshe’ları görmeniz bile hatırlatacaktır size Bebek sahilini. Demek ki görgüsüzlüğün ırkı olmuyor..

Bütün bir haftanın ardından dönüş için Venedik Havaalanı’na vardığımızda yaşadığımız şoku da paylaşacağım. Hani yılda en fazla 1000 turistin geldiği ilçelerimizin havaalanları için burun kıvırıyor ve kendimizi bir türlü bir şeye benzetemeyip ultra lüks havaalanları inşa ediyoruz ya... Bir de Venedik’in havaalanını görelim derim. Öyle sıradan, bakımsız, küçük ve iddiasız ki; dünyanın akın akın geldiği havaalanı burası mı diye soruyorsunuz yanınızdakine. İtiş tepiş valiz çekmeye çalışıyorsunuz, kimseciklerin umurunda olmuyor. Check-in kuyrukları alanın dışına kadar uzuyor, kimsenin tasası olmuyor. Yatırımı ne gondola, ne kanala, ne alana yapmamışlar. Gerek bile duymamışlar. Bizim gibi çok komik rakamlara her şey dahil tatil sunup, bir de üstüne uzay üssü gibi havaalanlarından uğurlamıyorlar turistlerini. Nitelikli turist istiyorlar, ağaç bile dikmiyorlar otellerinin önüne, ölü farelerinden gocunmuyorlar, turiste para harcatmasını biliyorlar.

Kıssadan hisse efendim; İtalya’yı bir gezin derim. Çıkarılacak çok ders, çekilecek çok poz, anlatacak çok anınız olacak.

Arrivederci!

 
Toplam blog
: 5
: 751
Kayıt tarihi
: 25.06.12
 
 

Bir yaz günü dünyaya gelmiş ve sadece gözünü açtığı topraklarda yetişebilen çiçeğin ismini almışt..