- Kategori
- Güncel
Bisikletten deli doktoruna!
Bisiklet bir spordur her şeyden önce...
İki tekerlekli bisikletin giderek gelişmesi sonucunda ortaya çıkar bu spor dalı.
Geçmişte özellikle eğlence amacıyla yapılan bisiklet sporunda, üç tekerlekli bisikletin yanı sıra, iki sürücü için ayrı oturma yerleri ve pedalları bulunan “iki kişilik bisiklet” de kullanılırdı...
Günümüzde ise en özel yapım bisikletler yarışmalarda boy gösterir. Bisiklet sporunda klasikleşmiş profesyonel yarışmalar ise, özellikle Avrupa’da düzenlenmektedir.
Eğlence ve ulaşım amacıyla bisiklet kullanımı da en çok Avrupa’da görülür. Bisiklet sporu hemen tüm dünyada yaygın olmakla birlikte en çok Avrupa ülkeleri, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, ABD, Japonya ve Hint Adaları’nda yapılmaktadır.
Burnların yanında sayılmayan bir ülke vardır ki, o da ulaşımda büyük kolaylık sağlayan bisikletleriyle ünlü Çin’dir.
Şairliğinin yanına bir de seyyahlığı ekleyen, Çin’e kadar giden Özkan Mert, Pekin’de, bisikletinin önündeki selede, çocuklarını “bir bayrak gibi taşıyan” Çinlilere rastlar.
İşte Özkan Mert, Pekin’in bu resmini de, şu sözcüklerle çeker:
1.
Adres defterimi Pekin’e taşıdım
Bir karpuzcunun çocukları
uyuyor üzerinde. Gece
siyah bir kadife gibi
sallanıyor kirpiklerinde
Ben hep uzaktayım zaten
Napoli ile Rio arasında
bir sokakta
Taşların binlerce yıldır
anlattıklarını dinliyorum
Eskiden denizdibi olan
bir elma bahçesiydi ilk arkadaşım
Ve küçücük bir dünyalıydım
kuşların sıcak kanatları
altında gezinen
Bir park vardı burada
yeni boyanmış salıncakları olan
ve utangaç bir kız
küçük memeleri
yeşil çağla kokan...
2.
Pekin! Çorba kokuyor her sabah
Parklara ve bulutlara takılıyor
milyonlarca bisikletli
Bir balıkçı ağı
çekidüzen veriyor kendine
karıştırılmasın diye meridyenlerle
Dev bir uçurtma Çin Seddi
kıvrılmış uyuyor
dağların üzerinde
Ben hep uzaktayım zaten
Pekin ile İzmir arasında bir meyhanede
Çinli kızlarla kırıştırıyorum
dünyayla flört ediyorum
Bu yüzden fotoğrafım
tüm nehirlere asılı
A r a n ı y o r u m
Biliyorum izimi sürdürüyorlar
ele geçirecekler elbet beni bir gün
Bir söyleşisinde “21 Ekim 1944 Erzurum’da doğdum. Doğduğum ev Palandöken dağlarının yamacında iki katlı ahşap bir binaydı. Şafağa karşı doğdum, bu yüzden şafak ve Palandöken sözcükleri benim şiirimde çok özel yeri olan iki sözcüktür. Bu iki sözcük bir anlamda şiirimde anahtar sözcükler oldu. Daha başka sözcükler de var ama bu ikisinin çocukluğuma dayanan bir tarihi var.
O yıllardan hangi resimler kaldı geriye, bunların hangisi gerçek hangisi daha sonra yaratılmış resimler, bunu kestirmek çok güç. Albümlere baktığımda iki yaşında çok şişman bir çocuk olarak görüyorum kendimi” der Özkan Mert.
Çocukluğundaki en önemli olaylardan biri, iki yaşındayken verem hastalığına yakalanmasıdır. Ailesi ondan umudu kesmiştir artık... Doktorlar, “Bu çocuk yaşamaz” demişlerdir. Bunun üzerine babası gidip oğlu için bir mezar bile satın alır. Ama Özkan Mert adındaki bu çocuk herkesi şaşırtır ve iyileşir. Yaşlı bir kadının, bitkilerden yaptığı bulamacı vücuduna yapıştırarak onu ölümden kurtardığını söylerler.
Özkan Mert, hayata ölümle birlikte başlamıştır. Çocukluğunda yaşadığı olaylar onu yaşamı boyunca etkiler:
“Babam bir Süvari Astsubayıydı. Kendisi İzmit’in Uzuntarla köyündendi. Yakışıklı bir Çerkez’di. Asker olduğu için sürekli tayin oluyordu. Doğumum babamın Erzurum’da hizmet yaptığı döneme rastladı. Annem Denizli’liydi ve çok çok güzel bir kadındı. Genç yaşta babamla evlenmişti.
Beş yaşındayken Konya’ya geldik. Ve ben ilkokula burada başladım. Ortaokul ikinci sınıfa kadar burada kaldık. Daha sonra İzmir’e taşındık. Konya’daki ilkokul yıllarımı çok net hatırlıyorum. Şairlik kariyerim de burada başladı.
Türkçe öğretmenimiz sık sık okuma yarışması yaptırırdı; bir sayfayı en hızlı ve en yanlışsız kim okursa ona ödül olarak bir kitap verilirdi. Ve ben tüm yarışmalarda birinci olurdum. Bana verilen kitapları okumaya başladım. Kitapları sınıfta herkese anlatmak gibi bir sorumluluğum vardı. Bu kitapların çoğu kahramanlık öyküleriydi. Kazandığım o kitapları yanımdan hiç ayırmıyordum. Kitaplarla aramda sevgiyi aşan bir ilişki başlamıştı. Daha sonra evimizin çok yakınında bulunan bir kütüphaneye gitmeye başladım. Orada da bu kitapların yanı sıra dünya çocuk klasiklerini de okumaya başladım. Kütüphaneden çıkmaz olmuştum. Bir gün babamın anneme ‘Bu çocuğu kütüphaneye gönderme, çok kitap okuyor, başka şeyler yapsın’ dediğini duymuştum. Kafayı üşüteceğimden korkuyordu.
Bu dönem kitaplarla ilişkimin başlangıcı olduğu gibi erotizmi de keşfedişimin başlangıcıydı. Oturduğumuz ev kocaman bahçeli bir evdi. Bahçesinde bir salıncak vardı. -Bahçelere karşı özlemim bundandır.-
Komşumuzun oğlu Ahmet, yaşıtımdı ve iyi arkadaştık. Hep birlikte dolaşır, her yere birlikte giderdik. Onun annesi de çok şakacı biriydi, sürekli olarak, ‘Ah! Bu dünya, dibi delik dünya’ derdi, hiç unutmam.
Mahallemizde Nedime ve Halime adlı iki kız kardeş vardı. Yaşları bizden büyüktü. Bu iki kız kardeşin sevgilileri vardı; her zaman evlerinin önünde bisikletle dolaşır, onlarla kırıştırırlardı. Ahmet’le bu iki kızın evinin önünde oynardık. Bu bizim için yeni bir şeydi.”
Özkan Mert’in çocukluğu boyunca alınmayan bisiklet öyküsü de bu zamanda başlamıştır. Çocukluğu boyunca “alınmayan bisikletin hayalini kuran” Özkan Mert, belki de bu yüzden yıldızlara bakıp “uzay bisikletini” hayal etmiştir!...
“Şafak” sözcüğünün anahtar sözcüklerinden biri olduğunu söyleyen şair, “Şafak Bülteni”ni adlı uzun şiirinde de bu anahtarı uzatır bize:
Düşündüm: Neden yalnız bu dünya’da yaşıyoruz?
Uzak planetlerdeki kardeşlerimiz
neden bize hediye getirmiyorlar?
Ben mesela,
genç bir kızın gözleri kadar parlak
iki yıldız isterdim
şiir yazmak için altında.
Ya da bir uzay bisikleti
gezintiye çıkmak için
meteorların arasında.
Ama nereye gidersek gidelim
şafak yakalar bizi,
doldurur mor şapkasının içine.
Affetmez!
Şafak her yerdedir.
Evet, şafak her yerdedir. Şafak vakti doğan şair, İsveç’in Lund kasabasına geldiği ilk yıllarda Lund Üniversitesi’nde okurken, dünyanın her yerinden gelen öğrencilerle de tanışır. İşte o yıllardan çok hoş bir anı size:
“İsveçli bir sevgilim vardı, Annett adında. O zamanlar biz bir öğrenci grubu olarak iki katlı ahşap bir villada buluşuyoruz. Annett, bu öğrenci grubunun lideri ve çok iyi bir psikolog’du. Orada kırmızı şarap içip, gitarla şarkılar söylüyoruz.
İçiyoruz, derken içkilerimiz bitti. Annett’le ben, içki almak için gecenin ikisinde dışarı çıktık. Bir bisikletim vardı benim, ona bindim, Annett selede oturuyor. Biz eğlenerek gidiyoruz yolda. Tam Dom Kilsesi’nin önünden geçerken, Volvo marka bir polis arabasındaki iki polisten biri, araçtan inip yanımıza geldi. Bize şöyle dedi:
– Siz sarhoşsunuz, iki kişi bisiklete biniyorsunuz... Bisiklete binmeden yürüyün.
Polis gider gitmez biz yine bisiklete bindik...
Alacağımızı almış, yine bisikletle geriye dönüyorduk. Aynı yerde, Dom Kilisesi’nin önünde, aynı Volvo ve polis çıktı karşımıza. Bizi görünce şöyle dedi:
– Ben sizi uyarmadım mı?
Derken Annett –zaten polisleri hiç sevmezdi– polisle şiddetli bir tartışmaya girdi. Bizi arabaya bindirip karakola götürdüler. Karakoldaki memur ‘Oturun’ dedi bize. Ben zaten yorgunum, sarhoşum, oturdum. Annett ‘Ben oturmam’ dedi.
Oturursun–oturmazsın derken Annett polise sert bir tokat attı polis karakolunun içinde. Polis memuru yere yıkıldı. Sürüne sürüne ilerleyip kırmızı bir düğmeye bastı. Beş–altı tane polis geldi bir anda. Beni bir hücreye, Annett’i bir hücreye kapadılar. Ben ‘hapı yuttuk!’ dedim, ‘beni de döverler, bu kızı da’...
O zamanlar ne mülteci hakkım var, ne pasaportum...
Ertesi gün ‘Bunların davranışı normal değil’ deyip bir hastanedeki ‘psikologa’ götürdüler. Ama Annett zaten çok iyi bir psikolog. Ben de ‘İnsan davranışları bilimi’ni yakından inceleyen bir şairim.
Üçümüzün arasında bir yuvarlak masa tartışmasına dönüştü bu buluşma. Çok iyi arkadaş olduk üçümüz ve dostluğumuz uzun süre devam etti.”