Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '11

 
Kategori
Deneme
 

Bisküvi kutusu - koekjestrommel

Yaşam azmi ile dolu sımsıcak yüreklerden, güzelim sevgiler, aşklar ve duygular acımasızca koparıldıkça ve mağdur olanların biçare konumları göz önüne getirildiğinde, güzelliklerin yok edilmesinden yana insanın içi bir hayli acıyor. Üzerinde hep bir koşturmaca ve yaşam telaşı içinde olduğumuz yaşlı gezegenimizin dört bir yanında, önüne sürekli Çin Setti’ni aratmayan türden engellerin konulduğu, yer edindiği kalplerin vazgeçilemeyen ince sızısı “sevgi” konusunda, günümüze değin pek çok şey söylenegeldi. Hani bir kuş misali olup, ele avuca sığmayan, yer edindiği kalpleri her daim hoplatıp pırpır ettiren ve büyüleyici bir yaşam isteğini beraberinde getiren, bir coşku selinden bahsediyoruz. Bu güzelim hisse, ne yazıktır ki; güzellikleri benimsemeyi başaramayan, son yıllarda adeta yerden mantar gibi türeyen ve insanlığın bir hayli uzağında bir mesafede yer alan aşırı sağcı - gerici güçler tarafından, yaşadığımız Hollanda’da da gem vurulmaya çalışılıyor. 

Türkçede, “sevgi emektir” olarak, laf kalabalığına hiç gerek duyulmadan tarif edilir. Sevgi aynı zamanda “dokunmaktır” da denir . Canlılar sevdiklerine, içlerindeki bu kıpır kıpır, şipşirin duygularını, karşısında bulunanlara her defasında dokunurken, bunu bir armağan veya bir çiçek buketi gibi sunmaya çalışırlar. Her bireyin, bu insanı daha da insan kılan, pek çok kötülüğün üstesinden kolaylıkla ve güzellikle gelen sihirli duyguyu, sol göğsünün altındaki cevherden hiç eksik etmemesi gerekir. Sevgiye ancak emek verildiği, usta bir bahçıvan titizliği ile gerekli özen gösterildiği zaman, o da insan ruhuna yönelik olan, o büyüleyici hizmetinin alanını genişletir. Sevgi varlığı ile, aynı zamanda en geniş barış ve huzur ortamını da sağlar. Yokluğunda, her türlü kötülüğün ve çirkinliklerin barınağı olan bataklıkların oluşması için büyük fırsatlar doğar. Oysa, sevgi dolu bir yürekle insanın, renk cümbüşü kanatlarıyla, kendisini bir kelebek gibi hafif hissedip uçması, bir ceylan gibi sekmesi ne kadar da güzeldir. Mutluluğun yolu elbette ki sevgiden geçer. Bu nedenle, her emeğe olduğu gibi belki de en büyük saygıyı “sevgiye” duymak gerekiyor. Karşılıklı duyulan masumane bir sevginin devamlılığı, bulunulan fedakarlığa bağlıdır . Gerekli özverinin gösterilmemesi halinde sevgi , yürekte taşınan ağır bir yük olmaktan ileri gitmez, bu ağırlık altında ezilmekten kaçamayız. 

Günümüzde örfler, adetler, ırkçı ve gerici yasalarla sevginin önüne sürekli büyük aşılmaz engeller, barikatlar konularak; insanlar berbat bir yalnızlığa, çaresizliğe, umutsuzluğa ve mutsuzluğa itilmektedirler. 

Mahatma Gandi; “Sevginin olduğu yerde hayat vardır.” derken,  

Van Gogh ; “Yaşamayı sevmenin en iyi yolu, bir çok şeyi sevmektir”. demiştir. Oysa konulan bu engeller pek çok şeyi, yani yaşamayı sevmenin önünde; hayatımızı sürdürmeye çalıştığımız ülke olan Hollanda’da ki “delta seti” gibi aşılmaz bariyerler oluşturuyor. Ülke deniz seviyesinin altında bulunması nedeniyle, felaketler sunan acımasız tabiatı, insan üstü bir çalışma ile yenmesini başardı. Şimdilerde akıllara takılan; acaba yenme sırası sevgiye mi geldi? Dev okyanus dalgalarına karşı kurdukları setlerin benzerlerini, gerici yasalarla, birer yumruk büyüklüğündeki insan yüreklerine, yani onların içinde barınan sevgiye karşı oluşturuyorlar. Geçmişte, asırlarca ticaret adı altında sömürgeleştirdiği denizaşırı ülkelerde, istenmeyen misafir olan sevgisizlik; o toprakların insanını, bitki örtüsünü, her türlü canlısını yıktı, yaktı, yağmaladı, yer altı ve yer üstü tüm zenginliklerini gasp edip, kendi devasa depolarında istifledi. Köleleştirirken, daha iyi kontrol altında tutmak gayesi ile yerli halkı kişiliksizleştirmeye büyük önem verip, gerektiğinde kan dökmekten çekinmedi. Son yıllarda; yine sevgi yoksulluğunu yaşayan bazı kesimler (iyice hortlayıp, zıvanadan çıkan gericilik canavarı, örümcek bağlamış dar beyinleri ve kömür karası yürekleri ile) edindikleri tüm olanaklarını seferber edip, bir türlü içlerine sindiremedikleri yabancı kökenli insanlara dünyayı akıllarına gelen her alanda, yaşanmayacak hale getiriyorlar. Ve ırkçılık canavarı yuvarlanan bir kar topu gibi, gün geçtikçe daha da büyüyor. Üzerinde bin bir güçlükle yaşamımızı idame etmeye çalıştığımız yaşlı gezegenimizde, ülke olarak adlandırılan; her biri ayrı renk ve şekillerden oluşan, anlamsız bez parçalarının göklerinde dalgalandığı parsellenmiş her kara parçasında, olanaksızlıklarla kıvranan büyük bir kesimin, zor olan yaşam koşuları dayanılamayacak bir düzeyde seyrediyor. İnsan olmanın en büyük göstergesi ve yaşamın en büyük tutanağı olan sevginin oluşmaması için, tüm güzellikleri barındıran bu duygu, insafsızca kökünden kesilip, atılıyor. 

Gün geçtikçe artan sevgisizliğin ürünü olarak ortaya çıkan aşırı sağcı partiler, ülkenin en büyük sorunu ve tüm olumsuzlukların sorumlusu olarak gösterdikleri yabancı kökenli insanları hedef alıyorlar. Çoğu zaman bilinç düzeyi oldukça düşük olan (ne gariptir ki herhangi bir yabancı ile göz göze dahi gelmemiş, tek bir kelime olsun konuşma fırsatı veya eğilimi dahi göstermemiş) yerli halktan hatırı sayılır büyüklükte olan bir kesimin oylarını alıp, çağ dışı ırkçı ve faşizan fikirleri ile bugüne değin, hoşgörünün diyarı olarak bilinen Hollanda’nın mavi koltuklu parlamentosunda boy gösteriyorlar. Aynı zamanda yapılan istatistikler, son yıllarda dünyanın hiç bir metre karesinde, yabancı kökenli insanlar hakkında Hollanda’da konuşulduğu kadar, çok konuşulmadığını gösteriyor. Sevgi enerjisine “çakraları” tamamen kapalı olup, bunun önünde engel oluşturan bu aşırı sağcı ucube kişilikler, hiç mi mağdur duruma düşürdükleri insanların yerine kendilerini koymazlar. Empatiden ve insanlıktan böylesine uzak durulması da, doğrusu anlaşılır gibi değil. 

Van Gogh, Vermeer, Spinoza, Erasmus, Rembrant, Vondel, Multatuli ve daha pek çok aydın, bilim adamı ve sanatçının ülkesi, renk cümbüşünün en güzel örneği lale bahçeleri, bir birini kovalayan yel değirmenleri, yılan kıvrımları ile sıra sıra kanalların yer aldığı bu güzelim ülkede neler oluyor? Oysa bilinen o ki; Hollanda, farklı olan bu güzelliğini, elbette ki çok renkliliğine borçludur. Bu topraklarda sadece sarı laleler hakim olsaydı, ülke tekdüzelikten öteye gidemeyecek ve hiç bir özelliği de olmayacaktı. Var olan mozaiğin renkliliği bu şipşirin ülkeyi bugüne değin taşıdı ve alabildiğine güzel kılıp, cazipleştiren en büyük etmenlerden biri oldu. 

Değinmeye çalıştığımız, sevgi önündeki en büyük engellerden biri de, yabancı kökenli insanların aile birleşimleri konusunda akla hayale gelemeyecek türden ve gün geçtikçe de zorlaştırılan yasal uygulamalardır. Bu konu göz önünde bulundurulduğunda, insan hayalinde bir filmin kareleri gibi hareket eden bazı fantezileri kuramadan edemiyor. Silüet halinde gözlerimizin önünde canlanan filmin karelerinin birinde, bakın tam ortada bir yerlerde, aşırı sağcı ekselansları Hollanda Özgürlükler Partisi (Irkçılık için Özgürlükler Partisi) Genel Başkanı Geert Wilders ve ondan pek gerilerde kalmamak için büyük çaba harcayan, bir zamanların etkin gerici kişiliklerinden bayan Rita Verdonk’u baş rollerde görüyoruz. Tesadüf bu ya; her ikisi de Türkiye’de taşrada bir yerleşim bölgesinde dünyaya geliyorlar. Bu birbirinden ırkçı kişilikler, Rita biraz daha yaşlı olmasına rağmen, karşılıklı büyük bir aşk yaşıyorlar. Damat adayı Hollanda’nın Tarkovsky’si Geert Wilders, en nihayetinde Rita’nın aşkı ile yanıp tutuşan kalbinin sesine kulak verip, Rita’yı zalim babasından istemek için yola düşüyor. Bin bir heyecanla ucuz bir çikolata kutusunu koltuğunun altına alıp, anne ve babasını da yanına alan Geert, yol boyunca ne tür zorluklarla karşılaşacağını tasavvur etmekte zorlanmıyor. Süklüm püklüm olan damat adayı Geert’in hep göklere bakan o gıcık bakışlarını (Hollanda’daki dağları zat-ı alileri yarattığı için), film karelerinin bu kısmında mahcup bir edayla yere indirdiğini görüyoruz. Suçlu gibi duran anne ve babası ile oturma odasında koltuğun bir köşesine korkuyla ilişirken, kız babasının mübarek ağzını açması ve sert bir ses tonuyla isteklerini, zembereği kıçından kurulmuş bir oyuncak gibi sıralaması ve damat adayımızı amansız bir sınava tabi tutması gibi gelişmeler, bu film karelerine devamla gelip yerleşiyorlar. 

“Yüz bin lira başlık istiyorum. Düğünün bütün masrafları size aittir. Ha bu arada unutmadan sorayım. Ne iş yapıyorsun? Oturmak için tapulu evin var mı? Kaç lira maaş alıyorsun? İçki ve sigara içiyor musun? Kumar oynuyor musun? Bak bunları yapıyorsan elbette seninle külahları değişiriz. Uzun lafın kısası dediğim miktarda başlık parasını vereceksin. Maaş durumunu ortaya koyacaksın ve sözünü ettiğim kötü alışkanlıkların da kesinlikle olmayacak. Tüm şartlarımı harfiyen yerine getirirsen, kızım Rita ile evlenebilirsin.” 

Soğuk bakışlı Geertcik, oduncu Gaffur’un oğlu olarak Türkiye kırsalında, yine aynı bölgede doğmuş olan fırıncı Ramazan Efendinin kızı, güzeller güzeli, Rita’ya ferman dinlemeyen gönlünü kaptırmıştır. O koşullarda, Rita’nın babası fırıncı Ramazan Efendinin; “ya tüm bunları yaparsın, ya da sen bu sevdayı unut” demesi ile Geertcik, Rita’sı için hızla atan kalbinin cam kırıkları ile dolduğunu hisseder. Anlık bir hayal veya görüntü de olsa, ortaya çıkan manzara oldukça hazin ve yürek parçalayıcı. (Okuyucuya, bu dram – romantik türden olan kareleri hayalinde kurup, izleme moduna girdiği zaman, büyük bir paket patlamış mısır ve kağıt bir cep mendilini hazır bulundurması tavsiye edilir). 

Yıllarca öncesinin Türkiye kırsalında; damat adaylarından istenen başlık parası ile bugün sevginin önüne çekilen “delta setinin” koşulları aynı paralellikte. “Uçurtması tellere takılan” çocuğun yaşadığı burukluğu, Hollanda’da, ekonomisine büyük katkıları olan, yerli halkın yapmak istemediği pis ve ağır işleri yapan, yabancı kökenlilerin sevgisi de, aşırı sağcı ve gerici partilerin çıkardığı çağ dışı yasalarına takılıyor. Sol partiler; dayatılan tüm gerici yasalar karşısında gıklarını çıkartmadıkları gibi, zümrüt yeşili olanlar da partilerinin başkanlığından “mutfaklarını boyamak” için istifa ediyorlar. 

Bir yanda Türkiye kırsalının yıllarca önceki hali ve diğer tarafta sözüm ona, iki bin on bir yılındaki çağdaş Hollanda. Arada herhangi bir ayrım yok. Tek fark; eğer Geert Wilders, Rita Verdonk’a o zamanların Türkiye kırsalında gönlünü kaptırıp talip olsaydı, kahve ve çay sunumunun akabinde, ev sahibi fırıncı Ramazan Efendi (Rita’nın babası) bisküvi kutusunun kapağını açık bırakacaktı. Gerici ve ırkçı yasalar ile kırsallaşan Hollanda da ise meşhur kutu hemen kapanacaktı. Ne yazık ki acele ile kapatılıp, kapalı kapılar ardında dolaba saklanan kutu ile birlikte, insan yüreğinin sevgi kapıları da yüzlerine acımasızca kapatılıyor. Bisküvi kutusu kapalı, aç açabilirsen, sihirli bir çubuk kullanmanın, sanırım hiç faydası yok. Dünyada var olan sevgisizlik; bütün kötülükleri, örf, adet ve gerici yasalarla hayatımızın bir parçası haline geldiğine göre, biz yine de bisküvi kutusunu bir tarafa bırakıp (bisküviler zaten bayattı), başka bir kutuya yönelelim. Mitolojik Pandora’nın Kutusunun dibinde kalan umudumuzu hiç bir zaman kaybetmeden, yüreğimizde yaşattığımız sevgiye, olabildiğince itina gösterip, emek verelim ve bu yazıyı muhalif ve anarşist ruhlu bir şairin, güzel bir şiirinin bir kaç mısrası ile taçlandırıp, noktalayalım.
“Yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı kaldırımlar...
Ve yine yan yana yürümeyelim diye dar kafalıydı insanlar...
Ve sırf dardı diye kafalar
Düşünmeyi bırakıp sevmeyi denedik.
Henry Charles BUKOWSKI”
 

 

Aydın Yılmaz aydin1960@live.nl 

Amsterdam, 5 Ocak 2011 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..