Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Nisan '15

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Bitkiler ve sesleri

Can yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu,
Göz kulak oldu her yer her ne ki vâr ol oldu
 
Niyazi Mısri
 
Neden ağaçlarla ya da çiçeklerle insanlarla olduğundan daha iyi iletişim kuruyorum diye merak ederim bazen. İnsanlar arasındaki iletişimsizliği yaşadıkça, kalbimin derinden kırıldığı bazı zamanlarda, bu soruların içimde daha da yoğunlaştığı olur ve bu  durumlarda beni teselli eden yine ağaçlar ve çiçeklerim olur.. Öte yandan yetiştirdiği bir ağacın bir dalı  kırıldığı zaman ağlayan bir dedenin torunu olarak her kesilen ağaçta içimdeki can damarlarımdan birisi kesilmiş gibi gelir. Nazım’ın şiirlerinden birinde, hapisteki bir adam için, sevdiğinin artık sevmez oluşunu içindeki yemyeşil bir dalın kırılışına benzetmesi de cabası.  
 
Geçen haftalarda Sayın Namık Kemal Zeybek’in “Ağaçların da Canı ve Bilinci Var” başlıklı yazısını okuyunca, yapılmakta olan müzikterapi çalışmalarını, bitkiler üzerindeki kendi şifa çalışmalarımızı, değişik öğretilerde ve dinlerde bazı ağaçlara yapılan atıfları ve yüklenen anlamları düşündüm ve pek çok bilgi ve deneyimin birbirleriyle örtüştüğünü gördüm. Yazıda, bitkilere zarar verenlere bitkilerin verdiği olumsuz tepkiyle ilişkili bir deneyden bahsedilmektedir ve sonunda da İbn Arabi’nin Fütühat’ından yapılan bir alıntıyla bitki ve cansız varlıkların ruhlarının olduğu, bu konunun erenler için apaçık olduğu, erenlerin göz ve gönülleriyle herşeyin canlı ve konuşan olarak  Allah’ı tespih ettiğine şahitlik ettiği, sonuçta tespih eden herşeyin diri olduğu  bilgisini aktarmaktadır. Aslında bu bilgi, Kur’an’da, tasavvuf bilgisinde, maneviyat/spiritüalite yaşantısında da pek çok defa teyid edilmiştir. Örneğin İsra Suresi 44. Ayette şöyle belirtilir: “Yedi gök, yerküre ve onların içinde ne varsa O’nu yüceltirler; hiç bir şey yoktur ki O’nu  yücelterek tespih etmesin..” .Çünkü bütün varlıklar bilinç sahibidir ve O’ndan zerredir yani Bir ve Tek olanın bilincine bağlıdır.
 
Yirminci yüzyılın başlarında Fransız biyolog Raoul France, “bitkilerin yaprak ve çiçeklerinin eğilip bükülerek titrediklerini, filizlerin kıvrılarak uzadıklarını ve sanki elyordamıyla çevrelerini tanımaya çalıştıklarını, köklerinin ise araştırırcasına toprağın içine girdiğini ve neticede onların da hareketli birer canlı olduklarını” ilk defa ileri sürenlerdendir. Bugün ise, bitkilerin gerçekte, insan kulağının duymadığı, henüz tam olarak anlaşılamayan basit bir ses çıkarma ve hissetme mekanizmasına sahip oldukları anlaşılmıştır. Hatta kendilerini tehdit altında hissettiklerinde, korktuklarında salgıladıkları  kimyasallar aracılığıyla, tepki  verdikleri, çığlık atarcasına bağırdıkları, feryat ettikleri tesbit edilmiştir.
Galvanometre yardımıyla, yapraklarına elektrot bağlanan bitkinin gövdesinden zayıf bir elektrik akımı geçirilerek, galvanometre göstergesinin ve bilgisayara bağlı graf kağıdın üstündeki yazıcı ucun oynaması ile, bitkide meydana gelen en küçük titreşim ve değişiklikler kaydedilebilmektedir.
 
Bu  bilimlik çalışmaya ek olarak yeni okuduğum bir öyküden bahsetmek bu bilgiyi edebi olarak  da zenginleştirecektir diye düşünüyorum. Çocuklar için yazdığı “Çarli’nin Çikolata Fabrikası” ile tanınan Norveç asıllı yazar Roald Dahl’ın öykülerinden birisi olan “Ses Makinesi” başlıklı öyküsünde, kahramanımız Klausner, insan kulağının duyamadığı çok alçak ve çok yüksek  frekanstaki sesler için bir makine icad eder. Saniyede onbeşbinden çok titreşimi olan yüksek sesleri duymak, o sesleri kimlerin, nelerin çıkardığını bilmek ister. Bahçeye makinasını çıkarır, bir elini volüme diğer elini radyonun dalga uzunluğu kadranındaki iğneyi ayarlayan  düğmeye koyar. Sesleri dinler ve ayarlarla oynarken korkunç, iç parçalayıcı bir çığlık duyar. Çığlık atanı görebilmek için çevreye bakar Yan bahçede gülleri kesen kadından başkasını göremez. Nota metalsi, daha önce hiç duymadığı bir notadır. Birkaç kere daha aynı sesi duyar; gülün sapının kesildiği anda gelmiştir ses. Komşusuna seslenir bir tane daha kesmesini ister emin olabilmek için. Kadın bir gül daha keser ve yine o  korku  dolu gırtlaksız çığlığı kulaklarında duyar. Bu sefer lütfen artık bir daha kesmeyin der ve devam eder: “Bu akşam bir sepet dolusu gül kestiniz, canlı şeylerin sapını  kesen keskin bir makasınız var, kestiğiniz her gül çok korkunç bir sesle bağırıyor. Bunu biliyor muydunuz? Çığlık attıklarını  duydum. Her birini kestiğinizde o acı dolu çığlığı  duydum. Çok tiz bir ses, saniyede yaklaşık yüz otuz iki bin titreşimli. Sizin duymanız olanaksız ama ben duydum…. ….Bir bahçe makasıyla bileğinizi kesseler duyacağınız acı kadar acı  duymadığını  nerden biliyorsunuz. O da canlı  öyle değil mi?”  
 
Klausner, Daha sonra yerdeki bir papatya ve bir kayın ağacı ile benzer denemeleri yapar. Ağacın gövdesine savurduğu  balta ile duyduğu ses gülünkine benzemez ve çığlık, hırlama ve sonunda bir hıçkırığa dönüşen bu ses karşısında dehşete düşer, ağaçtan defalarca özür diler, doktor arkadaşını  çağırarak onun da dinlemesini ister ama ilk baltayı vuruşunda  toprakta bir hareket olur, tepelerden bir dal ayrılır ve makinanın üstüne düşer ve onu tuz buz eder. O arada Klausner doktordan tentürdiyotla ağacı tedavi etmesini ister. Öykü burada biter.  
Bilinç daha çok insanlara ya da hayvanlara atfedilen bir özellik gibi görünse de çevre koşullara göre değişimleri, birbirleriyle kurdukları iletişim, öğrenmeleri, etkilere karşı verdikleri tepkiler gözönüne alındığında bitkilerin de bilinç sahibi olduğu bilinmekte ve bu bilgi  yapılan araştırmalarla desteklenmektedir. Doğadaki bitkileri hatta evimizdeki saksı çiçeklerini bile dikkatle gözlemlediğimizde bilimlik yapılan araştırmaları kendi ortamlarımızda teyid edecek  pek çok deneyime sahip olabiliriz. Bitkilerin belleklerinin olduğu, onlara zarar verilmesi halinde nasıl bir savunma mekanizması geliştirdikleri, bizim duygu durumumuzdan nasıl etkilendikleri, birbirleriyle nasıl iletişim kurup haberleştikleri de gözlemlerimiz arasındadır. Amerika’da kavak, akağaç ve meşe üzerinde 1980'li yıllarda yapılan bir çalışmada, bu ağaçların yapraklarının bir bölümü yok edildiğinde; ağacın geri kalan bölümünün, otobur hayvanların yiyemeyeceği bazı maddeleri, özellikle de tanen salgıladıkları gözlemlenmiş. Yani ağaç fazla tüketildiğinde kendini yenemez hale getirmeyi bilmiş.. Dahası, yara almamış komşu ağaçlarda da aynı maddeler üretilmiş! Söz konusu ağaçlardaki tanen miktarı, zarar görmüş ağaçlardakiyle aynı oranda çıkmış. Kısacası yara almış ağaçların, bir tehlike sinyaliyle komşularına haber verdiği anlaşılmış!
 
Güney Afrika'da yapılan benzer bir çalışmada, alt yaprakları sopayla parçalanan akasyaların yapraklarındaki tanen miktarının düzenli olarak arttığı gözlemlenmiş. Deney bazı akasyalar dışarıda bırakılarak yinelendiğinde; vurulan ağaçlara üç metre uzakta bulunan tüm ağaçlarda aynı tanen artışının olduğu gözlenmiş.
 
Buna benzer araştırmalar gittikçe artmaktadır. Ama insanoğlunun da hırsı yüzünden, ihtiyacı olandan fazlası için kendini, doğayı tükettiği apaçıktır. Bu maalesef ilişkilerimize, ruh dünyamıza, fizik  bedenimize yansıyarak  hastalık sebebi olmaktadır. Bu sadece şu anda kendimizi ilgilendiren bir konu olmaktan öte bizden sonraki kuşakları da etkileycek olan çok büyük  bir meseledir. Bu  bağlamda yine yeni okuduğum bir başka yazıdan (Neva Çiftçioğlu, HT Gazate) alıntı ile desteklemek isterim.
 
“Science Translational Medicine adlı bilimsel dergide yayımlanan bir araştırma, kanser hücrelerinin agresif bir şekilde büyüyerek yayılmasını  oksijen yetersizliğine bağlıyor. Kuzeydoğu Boston Üniversitesi bilim adamlarından Stephen Hatfield, yaptığı röportajda aynen şunları söylüyor: ‘Kanser hastalığının yüzlerce sebebi var. Fakat kanserin yayılma sebebi olarak sayılan faktörler içerisinde en önemlisinin oksijen, yani başka bir deyişle çevremizde orman yetersizliği olduğuna inanıyorum. İstatistiki olarak ormanlık bölgelerde yaşayan insanların kansere yakalanma riskinin taş binalar arasında yaşayanlara oranla çok daha düşük olduğu gösterilmiştir. Yağmur ormanlarının anti-kanser etkisi bilimsel olarak ispatlanmıştır. Laboratuvarlarda kanserli farelere oksijen verdik ve ömürlerinin uzadığını gördük. Bilmem ki ormanları tüketmek yerine artırmak için bundan daha iyi bir gerekçe olabilir mi?’ .”
 
Yine aynı makalede yazar hayatın anlamını sorgularken, Alexandra Caole Vila isimli bir başka yazarın önerilerine yer veriyor. “Öldükten sonra nasıl ağaç olunur?” konusundaki makalesiyle ölen kişi hangi ağacı seviyorsa o ağacın tohumuyla birlikte gömülürse toprakla bütünleşme sırasında bedenlerin bir ağaç tohumuna hayat vermesi, sevenlerin mezarda dikili taşlar yerine bir ormanı ziyaret etmelerinin çok daha anlamlı olduğunu ifade ediyor.
 
Bazı mutlu olduğum zamanlarda, yeni öğrendiğim bir şeyler olduğunda ya da tüm varoluşla bir olduğumu duyumsadığım durumlarda ağaçların yapraklarından bazı selamları aldığımı, ışıkların dansını, bazı  çiçeklerin güldüklerini hatta o harikulade kokularını saldıklarını deneyimlemişimdir. Bu güzellikle bütünleştiğim her seferinde ibadet ettiğimi düşünmüş, Yaradanın beni sevdiğini duyumsamışımdır. Tüm varoluşla egosuz kurulmuş bir iletişimdir bu. İnsan olmanın gereği yaratılan hiçbir şeye zarar vermemekse, başka kalplerin, başka canlıların varlığına saygı duymaksa ve biz bunu illa ki görmek ve duymak istiyorsak ses makinalarının bir an önce yaygınlaştırılmasını dilerim. İnsanın en önemli kaygılarından biri olan ölüm kaygısının azaltılmasına faydası olacaksa ki hiç de yadsıyabileceğim bir düşünce gibi gelmedi, bir elma ya da çınar tohumu ile toprağa karışmak isterim.
 
 
Toplam blog
: 35
: 155
Kayıt tarihi
: 07.01.14
 
 

Hacettepe Ü. İİBF Yüksek Lisans Ankara Ü. Din Psikolojisi Doktora Araştırmacı- Yazar ..