Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '10

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Biz de Davos'ta "One Minute" dedik

Biz de Davos'ta "One Minute" dedik
 

Davos Yolu Sarp Dolambaçlı ve Kar Altında. İstanbul'da Yanarken Burada Donduk


İSVİÇRE LIECHTENSTEIN GEZİ NOTLARI

İçimizdeki memleket özlemiyle seyahatimize devam ediyoruz. Güzergâhımızı haritada son kez kontrol ediyoruz, yollar düzgün görünüyor, Avusturya-İtalya arasındaki keskin virajları ifade eden zikzaklar bu defa yok. Dağ yolundan İsviçre’ye girip Davos’ta konaklamayı planlıyoruz…

Merano’dan Davos yolunu bulmakta bir hayli zorlanıyoruz. Kime sorsak farklı istikamet tarif ediyor. Memleketimin insanlarından bu anlamda zerre kadar farkları yok. En son gösterilen yöne gidince bir elma bahçesinde buluyoruz kendimizi. Etrafta bekçi ya da köpek filan yok. Belki kamera yerleştirmişlerdir korkusuyla sadece beş altı tanecik elma hırsızlığıyla yetiniyoruz. Siz misiniz bizi yanlış yöne gönderen!…

Sonunda doğru yola çıkıyoruz. Altıncı hissim bizi yine uçurumların beklediğini söylüyor. Ne tahminler yaparmış benim mübarek altıncı hissim! Yol hep yukarı doğru. Kilometrelerce. Bu çıkışın bir de inişi varsa, o zaman şapı yemişiz demektir.

Yirmi kilometre sonra trafik tıkanıyor, milim milim ilerliyoruz. İtalya bile olsa kornaya basmak yok… Küfretmek serbest. Tam bir saat sürüyor sıkışıklık. Sonunda sebebini öğreniyoruz, İtalyanlar, tüneldeki ışıkları tamir ediyor. Trafikte çekilen çile umurlarında değil. Tamir için sanki başka saat yok! Avrupa’nın en şark kafalı toplumu bu İtalyanlar…

Glurns diye bir yere geliyoruz. Köy ya da kasaba desem tam değil, kale desem o da değil. Aslında her ikisi de. Bilmem hangi yüzyılda filanca derebeyi, tarlalarına konan kargaları kovalamak ya da korunmak için inşa etmiş gibilerden bir şeyler okuyoruz, aklımda kalanlar bundan ibaret. Bir süre konaklıyoruz, hediyelik eşya satan dükkânlara bakınıyoruz, yeterince Euro saçmışız, hiçbir şey almıyoruz.

Sonra yeniden tepeye doğru tırmanışa devam ediyoruz. Önümüze çıkan kulübede elleri mabadının üstünde bekleyerek gelen geçeni kesen bir polis görünce İsviçre’ye girmekte olduğumuzu anlıyoruz.

Birkaç kilometre sonra, Gemlik’te aniden denizi görür gibi, ansızın bir konaklama tesisi çıkıyor önümüze. Karlar altında. Etrafta, bizim gibi ilk defa kar görmüşçesine onlarca araç park etmiş, karın tadını çıkarıyor. Aracımızı boş bulduğumuz bir yere çekip insanların sevincini paylaşıyoruz.

Tahmin ettiğimiz gibi Davos’a zorlu ve keskin virajlı yollardan ulaşıyoruz. Ancak hiçbiri öyle tehlikeli değil, bariyerlerle koruma altına alınmış.

Davos dünyanın kongre ve kayak merkezi. Bu kadar tercih edilmesinin sebebi, kolaylıkla güvenlik sağlanabileceğinden olsa gerek. Elbette modern tesisler ve yüksek fiyatlarda caba. Avrupa sosyetesi parasını ucuz yere harcar mı hiç!

On yıl kadar önce bir kongre için gitmiştim, nasıl bıraktıysam öylece duruyor. Tek fark adım başı önümüze çıkan inşaatlar. Yeni sezona hazırlıktan olsa gerek, o kadar fazla ki, bu kadarına İstanbul’da bile rastlayamazsınız. Altyapı, bina restorasyonları, yol tamiratları…

Yollar yer yer tek şeride indirilmiş. Trafik akışını pratikleştiren ve çok hoşuma giden bir sistem geliştirmişler. Tek şeride düşen yolun iki ucuna trafik ışığı yerleştirmişler ve kime yeşil yanıyorsa o geçiyor. Bizde ise kapatılan yolun uzunluğuna bağlı olarak iki veya daha fazla adam el kol hareketleriyle sağlıyor trafik akışını.

Sistem on yıl önce de vardı, belki daha evvel de. O gelişimizde yine araba kiralamıştık ve denk geldiğimiz bir yol yapımında bir İsviçreli sabrıyla ışığın yeşile dönmesini beklemiştik. Bir dakika… İki dakika… Üç dakika… Yeşil yanmaz! Hani “One Minute!” o dönemlerde sarf edilmiş olsa, Türk olduğumuzu trafik ışığı bile anladı ve bir daha gelmeyelim diye gıcıklık yapıyor şeklinde düşüneceğim.

Beri yandan İsviçreli sabrını aşmış, Hz. Eyüp, Hz. Mevlana ve Hz. Ömer sabrına terfi etmekteyim. Aynısı Türkiye’de başıma gelse, çoktan basmıştım kalayı…

Arkamızdaki kuyruk, bayramlarda köprüden beleş geçerek olabildiğince fazla para kazanmaya(!) çalışan vatandaşlarımızınkini aşmış… Karşıdan gelenler ise haldır haldır geçiyor. Sanki dersiniz T.C. başbakanı trafiğe çıkmış, geçiş bir tek onlara verilmiş.

Sonra ben diyeyim beşinci, siz deyin on beşinci dakikada, “Abi bir çorba parası!” sanmayayım diye olabildiğince kibar bir surat ifadesi takınan bir İsviçreli, eliyle azıcık daha ilerlememizi söyledi. A! Bir metre aşağıya kayınca yeşil yanmaz mı! Meğer ışık sensörlüymüş. Biraz uzakta durunca, bizi algılayamamış. Yoksa Türklüğümüze laf ettiği yok. Işıklar ırkçı değil orada.

O İsviçreli imdadımıza yetişmese, belki de on senedir hâlâ o ışıkta bekliyor olacaktım… Kibarlıktan…

İşte o ışıkların bize de gelmesinde fayda var. Sensörü biraz daha iyi çalışanının elbette…

Otellerin bir hayli pahalı olduğunu biliyordum, on yıl önce konakladığımız oteli arıyoruz ama nafile. Hafızam, belleğinde yer açmak için o yılları silmiş.

Her zamanki yöntemle otel arayışını girişiyoruz, ama bütçemize uygun yer yok. Kasabanın biraz dışında yer aramaya niyetlenirken, biraz laf olsun, biraz da harita temini amacıyla dört yıldızlı bir otele giriyorum. İnanılmaz bir şey! Burada fiyatlar makul. Üstelik resepsiyonistin O gurubu RH pozitif kanı bize ısındığından mı nedir, tek kişilik oda fiyatına suit oda veriyor. Benim de o anda tüm İsviçrelilere kanım kaynıyor.

Davos bir ucunda göl olan ve pahalı mağaza ve otellerle dolu bir cadde üzerinde ip gibi upuzun genişleyen bir dağ kasabası. Caddenin hemen ortasında, başbakanımızın o meşhur “One minute!” sözünü söylediği kongre merkezi. Ben İsviçrelilerin yerinde olsam adını “One Minute Kongre Merkezi” olarak değiştirirdim.

One Minute deyince memleket özlemim daha da artıyor, sayın başbakanımızı bile özlüyorum. Şimdi şuracıkta olsa, “One minute Hilmi! Davos yan gelip yatma yeri değildir!” diye fırçalasa… Bülent Arınç bile gözümde tütüyor. Şeyini şey ettiğimin şeyi gibi veciz sözlerini yeniden duymak nasip olacak mı?

İsviçre’nin en kötü yanı park sorunu. Diğer ülkelerde de bu sıkıntı mevcut ama İsviçre’de dağ başında bile otopark paralı ve oldukça sıkı denetleniyor. Parkometreye para atmadan gittiniz ya da zamanı aştınız mı, yandınız. Yok öyle “Helada sıra bekledim!” mazeretleri.

Arabamızı Migros’un parkına bırakıp yürümeye başlıyoruz. Ancak iki kilometre kadar sonra buranın merkeze bir hayli uzak olduğunu anlıyoruz. Bereket sıklıkla otobüs var, atlayıp aracı bıraktığımız yerden alıyoruz. Parkın bir başka önemli sorunu da bu. Üç saatlik para atmış ve onbeş dakikada geri gelmişseniz, geri kalan süre yandı demektir. Türkiye’de olsa o süreyi pekâlâ karaborsada satmak mümkün.

Hava kararana dek hareketli olan sokaklar, mağazaların da kapanmasıyla sessizliğe bürünüyor. Caddeye bakan odamıza çekiliyoruz. İlginçtir, bizdekinin tersine, caddeye bakan odalar daha ucuz.

Etraf sessiz de olsa, dağlardaki kara yansıyarak kente akseden ışıkların parıltısı insanın mest ediyor…

Sabah kahvaltıdan hemen sonra Liechtenstein’a doğru yola koyuluyoruz. Yokuş aşağı sürsek de, düzgün otoyol eğimi hissettirmiyor. Epey sonra Vaduz ve Liechtenstein tabelaları çıkıyor önümüze ama yolu bir hayli karıştırıyoruz. En son takip ettiğimiz Vaduz (Ülkenin başkenti) oku, bizi binalar olan bir yere doğru sürülüyor. Binaların varlığı üç-beş yüz metre sonra sona erdiğinden yanlış yere doğru sürmekte olduğumuz hissine kapılıyoruz.

Uygun bir yerden U dönüşü yaparak, adres sormak üzere bir benzin istasyonun giriyoruz. Şansımıza bir sürücü benzin alıyor. Genç bir kız bu, gayet iyi İngilizce konuşuyor. Vaduz’un 200 metre ilerisi olduğunu ve topu topu 300 metre sonra da sona erdiğini söylüyor. Kızın kullandığı arazi aracının arkasındaki “K. Atatürk” imzası geç de olsa dikkatimizi çekiyor. Atamız Liechtenstein’lıların da gönlünü fethetmiş diye düşünürken, bu imzanın anlamını soruyoruz kıza.

“Ben Türküm, ” diyor İngilizce.

Ondan sonraki sohbetimiz Türkçe sürüyor. Kızımız orada doğmuş , büyümüş… 35 bin nüfuslu Liechtenstein’da 1200 kadar Türk yaşıyormuş. Yüzdesel olarak bir hayli yüksek bir oran.

Tarif ettiği yolu takip ederek kente giriyoruz. Bir köy büyüklüğünde bir yer burası. Bir kahvehanesi eksik diye düşünürken, ana caddenin tam ortasındaki dönerci dikkatimizi çekiyor. Önündeki masada kara tenli birkaç kişi, “Ne olacak bu Liechtenstein’ın hali, ” konulu derin bir tartışmaya koyulmuşlar. Biraz yaklaşınca Türkçe konuştuklarını anlıyoruz. Almanya’daki Türkler gibi berbat bir Türkçe değil üstelik.

Yakın bir ilgi gösteriyorlar bize, ısmarladıkları kahveyle birlikte ülkenin tarihi, coğrafi ve finansal durumu hakkında derin bir brifing veriyorlar.İsviçre’nin doğusunda, Avusturya sınırına yakın avuç içinden biraz daha küçük o ülkecik dünyanın önemli finans ve para aklama merkezlerinden biriymiş.

Onlar konuşurken Türk telefon operatöründen bir mesaj geliyor: “Şu anda bulunduğunuz Liechtenstein’dan şöyle arama yaparsanız, size daha az girer…” mealinde bir mesaj bu. O minicik ülkenin sınırları ve sınır muhafızları yok ama parlamentosu, kabinesi ve de ayrı bir GSM operatörü varmış meğer.

Vaduz turist kaynıyor. Hele turistik eşyalar satan mağazası iğne atsan yere düşmez. Hâlbuki İstinye Park ya da Metro City hem çok daha büyük ve daha fazla dükkâna sahip, üstelik birden fazla helası var. Vaduz’da yalnızca bir tane.

Artık istikamet Luzern… İlk planımızda oradan ünlü Boğazlar Sözleşmesinin imzalandığı Montrö’ye, oradan ülkenin güneyinden Fransa’ya geçip, dünyanın en tanınmış marka suyun üretildiği Evian kasabasına uğrayarak “şifalı” sudan içtikten sonra tekrar İsviçre’ye geçip Cenevre’de konaklamak vardı; ancak bir iki kasaba haricinde buraları daha önce gördüğümüzden ve Cenevre’yi, diğer büyük İsviçre kenti Zürih ve Basel kadar sevimsiz bulduğumuzdan ülkenin ortasından kestirme gitmeye karar veriyoruz. Böylece La Chaux de Fonts’ da yaşayan can dostumuzun da bir acı Espresso’sunu içme imkânımız olacak…

Luzern’i tam on altı sene önce ziyaret etmiştik. Defalarca görülse, insanın bıkmayacağı bir kent burası. Zaten İsviçre’de üç büyük kent dışındaki hemen her yerleşim yeri –köy ya da kent fark etmez- insana huzur veriyor. Bundan dolayı otoyollar dışındaki ara yolları tercih ediyoruz.

Luzern, diğer İsviçre kentleri gibi bir göl kenarına kurulmuş, gölün bir nehir gibi ortadan böldüğü, köprülerinin çiçeklerle süslendiği, arabadan çok bisiklet kullanılan ve mutlu mesut insanları yaşadığı küçük bir kent.

Aracımızı maksimum otuz dakika bekletilebilen bir açık parka çekiyorum ve hemen parkometreye para atmaya koşuyorum. Herbirinin uygulaması farklı, bazısında para atıp fiş alıyorsunuz, bazısında park yerinizin numarasını da girmeniz lazım. Bunun işleyişini, “Guten Morgen!”dan öteye gitmeyen Almancamla kullanım kılavuzundan anlamaya çalışırken dibimde bir çift polis bitiyor.

Ellerimi havaya kaldırıp teslim olma hareketini yapacakken olanca şirinliğimle gülümsüyorum, “Selamün aleyküm ve do you speak English!” girişinden sonra bir yandan derdimi anlatırken bir yandan da kumbaraya bozuklukları atıyorum. Namussuz alet, dur mur demeden ne atıyorsam yutuyor. Bereket polis namuslu, “Bu kadar salaklık yeter! İsviçre’yi ihya ettin, ” diye müdahale ediyor. Yoksa o alçak alet donuma kadar soyacak. Ne verirsem alıyor mendebur, ama “Bu herif misafirdir, şuna açıktan beş dakika torpil yapayım, ” gibi bir toleransı yok. Oysa diğer aletler fazla atılanı geri veriyor ya da o kadar ek süre sağlıyor. Polis yanımda olmasa tekmeyi basacağım kitapsıza!

Parktan sonra gözüm hep saatimde. İşi, kestiği cezalarla ülke ekonomisine en az İsviçre çikolatası kadar para kazandırmak için pusuda beklemek olan polisin dakika tolerans göstermediğini duymuştum…

Yirmi dakika dolmadan aracın başındayım. Daha on dakika sürem var ama bu da İsviçre hükümetine benden hediye olsun! Maksat şanımız yürüsün, eller cömertlik görsün! En akıllıcası aracı kapalı park çekmek. İsviçre kentlerinin altı köstebekler gibi oyularak araba parkı yapılmış. Hani İstanbul Belediyesi’nin yıllardır planlayıp bir türlü gerçekleştiremediği olay…

Luzern’de, diğer göl kentlerinde olduğu gibi gezinti ya da ulaşım amacıyla kullanılan deniz motorları bulunuyor. Onlardan birine atlayıp kenti bir de gölden görünce, kent hakkındaki bilgilerimizi tazeleyip güney batıdaki Thun’a geçmeye karar veriyoruz.

Hava kararmak üzereyken ulaştığımız Thun küçük ama İsviçre’nin en güzel kasabalarından biri. Nehrin iki yakasına ve Thuner Gölü yakınında kurulmuş. Her iki yakada dükkânlar, mağazalar, restoranlar, barlar sıra sıra dizilmiş. Başka yerlerdeki akşamlardan farklı olarak caddeler çok kalabalık. Ağırlıklı olarak da asker yoğunluğu dikkat çekiyor. Altıncı Filo Thuner Gölünde demirlemediğine göre etrafta “mektep” olmalı. Merakla askerlerden birine soruyorum.

“Mektep” tahminim yanlış çıkıyor, hemen yakınlardaki garnizonda görev yapan askerlerin haftalık izin günüymüş. Ellerindeki biralarını edepleriyle içiyorlar, yemeklerini yiyorlar. Biri de çıkıp “Gel teskere” türküsünü söylese ya…

İsviçre tahminimden sıcak. Ertesi sabah yeniden yazlık kıyafetlerimizi giyerek başkent Bern’e doğru sürüyoruz. Daha önce de gördüğümüz Bern bildiğimiz başkentlere benzemiyor. Ne etrafta siren çalarak devlet ”büyüklerine” yol açan polis otoları göze çarpıyor, ne de laci giyimli ve asık suratlı memurlardan eser var. Oldukça derin bir vadiden akan nehrin üzerindeki köprüden kentin görünümü şahane. Otomobille şöyle bir dolaşıp Neuchatel’e doğru yola çıkıyoruz.

İsviçre’de yaşayan dostum buraya yakın oturuyor, telefonu çeviriyorum. Bir hayli uğraştan sonra ve cızırtılar arasında sesini güç bela duyuyorum:

“Batum’dayım şu anda…”

“Başlatma Batum’una… Atla gel, iki laflayalım, ” diyecek oluyorum, ama bekleyecek vaktimiz yok.

Öğlen yemeği ve ihtiyaç molasını Neuchatel’de veriyoruz. Burası da göl kenarında kurulu çok şirin bir kent. Biraz daha güneyindeki Lozan’a oldukça benziyor. Lozan Müzakerelerinin neden aylarca sürdüğü konusunda bir sürü fikir geliştirilebilir. Benim aklıma gelen, İnönü’nün kente ve Leman Gölüne çarpıldığı için, mahsus sağır ayaklarına yatarak görüşmeleri uzattığından ibarettir. Bu iki kenti gördükten sonra, İnönü’nün az bile kaldığı kanaatine varıyorum. Çok partili rejime kadar orada kalmadığına şükretmeli…

Moladan sonra La Chaux de Fonds üzerinden Fransa’ya geçiyoruz. Kalacağımız kent belki de en berbat Fransız kenti Dijon. En azından ben daha kötüsünü görmedim. Sonraki Fransız kentleri Nancy, Metz, Strasburg ve Colmar ise harika. İnsanoğlunun isteyince neler yaratabileceğinin örnekleri…

SÜRECEK

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..