Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ekim '09

 
Kategori
Güncel
 

Bizi kimse sevmiyor! Neden? (4)

Bizi kimse sevmiyor! Neden? (4)
 

kardelenler


Bu konuda, ne yapmalı noktasında öz eleştiri yapmamız gerekir elbette. Başkaları bizi sevmiyor da biz bizi seviyor muyuz? Kendimize ve kültürümüze saygımız ne kadar?

Aklımıza, tekniğimize, dürüstlüğümüze ve becerimize güveniyorsak niye ithal mallarına hayranız? Niye, Japonların Japon malı veya Almanların Alman malı konusundaki güvenlerine sahip değiliz? Türk malının kalite olarak düşük, fiyat olarak pahalı olduğu inancının kaynağı ne? Avrupa’dan Çin’e kadar konuşulan, üstelik yeni kelimeler üretmeye elverişli, göğsümüzü gererek konuşacağımız bir dilimiz varken, niye markalar, firma isimleri, günlük sohbetlerde kullanılan kelimeler, çoğu kez Türkçe tam karşılığı varsa bile, İngilizceden geçilmiyor? Sadece kendi çıkarını düşünen, köşe dönmeye çalışan, rüşvet alan-veren, trafik kurallarına uymayan, kendi kapı eşiğinden ötesini çöplük olarak kullanan, deniz kenarında veya piknikte yarattıkları pislikten rahatsız olmayanlar kimler?

Ayrıca bilmeliyiz ki, sadece bizi değil, gerçekte kimse kimseyi sevmiyor. Bugünün AB üyesi ülkeleri birbirleri ile kaç defa savaştılar?

Aynı gezegenin canlıları olarak birbirimize destek olarak yaşamak, kaynakları ve refahı paylaşmak yerine savaşmayı ve talanı tercih ediyoruz. Hırsızlığa ve cinayetlere derimizin farklı rengini, dili, dini bile bahane ediyoruz. Bundan hiç utanmıyoruz. Çocuğuna oyuncak çalmayı utanç verici bir suç kabul ediyor, ama kendi ürününü satmak, daha çok tüketebilmek için başka ülkenin tarımına zarar vermeyi, aynı Allah’ın aynı yaratılıştaki insanlarını aç ve yoksul bırakmayı utanç verici bulmuyoruz. Hatta bunu başaran politikacı için övünç vesilesi olabiliyor. O politikacıyı biz seçiyoruz. Ama suç ortağı olduğumuzu bilmezden geliyoruz.

Uluslar ve devletler sürekli olarak birbirinden pay kapma yarışında, güçlü devletler ve dürüst, akıllı politikacılar olduğunda o ülkeler diğerlerine yem olmuyorlar. Ama halk uyanık değilse, işbirlikçiler varsa, o ülkenin sömürülmesi, aşağılanması, bölünmesi, zarar görmesi kaçınılmaz oluyor.

Herkes öyle diye biz de öyle olmak zorunda değiliz.Kendimizi başkalarına sevdirmek için değil, kendi iyiliğimiz için önce kendimizi iyi tanımalı, eksiklerimizi tamamlamalıyız.

Birilerini izlemek ve herkesi, diğerlerini beklemek yerine hedefimizi belirlemeli ve harekete geçmeliyiz. Biz, Müslüman coğrafyasındaki tek demokratik, laik devleti kurabilen bir halk olarak, diğer konularda da öncü olabiliriz:

Her birimiz toplumun parçası ve bir ailenin bireyi olmak dışında, kanun önünde, kendi vicdanımızla ve Allah katında kendi yaptığımızdan ve aklımızdan sorumlu tek tek insanlarız.

Aynı gezegende, aynı ülkede, aynı şehirde kimimiz lüks içinde, kimimiz tüketeceğim ve gösteriş derdiyle gereksiz bir çaba ve borç içinde, kimi bencil, kimi yardımsever olarak yaşıyor. Sonuçta, kendi yaşamımızı ve çevremizi, kendi doğru tutumumuzu belirleyip ona göre yaşıyoruz.

Yanlışı veya haksızlığı bilerek yapmanın, aklını çalıştırmamanın, kötünün ve pisin çokluğunun mazeret olmadığını bilmeliyiz.

Anadolu tarihiyle barışmalı, köklerimize tümüyle sahip çıkmalıyız.

Tanıdığım Hint kökenli İngiliz vatandaşı bir hanım, büyükannesinin kendisine öğüdünü söylemişti: “Ağacın tepesini hedef al. Onun için çaba gösterirsen en azından duvarı geçersin. Ama hedefin sadece duvarı geçmek olursa onu bile geçemeyebilirsin.” Onun için hedefimiz büyük olmalı.

Köklü bir tarihin ve kültürün bireyleri olarak yaşamımızla ve düzenimizle, birbirimizle olan ve uluslararası ilişkilerimizle diğer uluslara örnek olmayı hedeflemeliyiz. “Yurtta sulh, cihanda sulh” lafta kalmamalı. Türk ve Türkiye gezegende barışın ve hoşgörünün, temiz toplumun, temiz çevrenin sembolü olmalı.

Yunanlı veya Ermeni bizi sevmiyor diye onlara düşman olmak zorunda değiliz. Ortak kültürel mirasımız olduğunu, yüzyıllarca beraber yaşayıp, mutfağımızdan geleneklerimize, türkülerimize, acımıza ve sevincimize pek çok şeyimizi paylaştığımızı biliyoruz. Bizim içimizde de onların içinde de iyiler ve kötüler, aklı başında barışseverler ve kendini bilmezler olduğunu da biliyoruz. Hiçbir zaman saf olmamalı, bu gerçekleri unutmamalı, gereksiz tevazu gösterilerine girişmemeli, işlenmemiş suçları üstlenmemeliyiz. Ama enerjiyi düşmanlıkla, ayrılıkçılıkla ve bölücülükle tüketmeyi, bedeni kinle zehirlemeyi aptallara bırakıp, gerekirse -eşit ve uygar bir şekilde eleştiri ve özeleştiri temelinde- geçmişi de kabul ederek, düşmanlıkları dostluklara çevirmeye çaba harcayarak mutlu olup, mutlu edebiliriz.

Üstünlük duygusuna kapılmamalıyız. Ama bizim aleyhimizde yapılan propagandanın etkisinde kalarak aşağılık duygusuna da kapılmamalı, diğer uluslardan hiç de daha kötü bir tarihi mirasımız olmadığını, hatta çok az ulusa nasip olacak zengin bir coğrafyanın ve tarihin mirasçıları olduğumuzu öğrenmeliyiz.

Bir yemeninin üzerinde %100 ithal yazıyordu. Bu, geleneğimiz olan yazmamızı bile artık kendimiz yapmaktan aciziz anlamına gelir. Unutmayalım ki, Allah insanlara verdiği aklı ve yeteneği bizden 1980’lerden sonra almadı. Sadece o dönemlerde birileri aklımızı karıştırdı. İthal malla övünmek yerine, Türk malını gururla satılacak kaliteye getirmeliyiz.

Türk dilinin yapısı yeni kelime türetmeye elverişli. Öğrenmesi kolay ki, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar çeşitli halklar bu dili öğrenerek ve birbirlerine karışarak Türk olup gelmişler. Anadolu halkına öğretmişler. İngilizce ve yabancı dil özentisinden kurtulmalı, olabildiği kadar diğer dilleri öğrenmeli, ama kendi dilimizi günlük yaşamımızın her alanında hâkim kılmalıyız.

Eğitimde başarılı olmamız için, duygularımızı ve düşüncelerimizi doğru kelimelerle anlatarak daha iyi iletişim kurabilmemiz için dilimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Farklı konularda okuyarak ve yazarak hem bilgimizi, hem dilimizi zenginleştirmeliyiz.

Aynı gezegenin, aynı yaratılışta, aynı ihtiyaçlara sahip, üstelik aynı toprak parçasında, ülkesinde yaşayan, aynı tarihi, iyi ve kötü günü paylaşmış insanları olarak ırkçıların tuzağına düşmemeliyiz. İnsanlar kendilerini nasıl hissediyor, kendilerini ne olarak adlandırıyorlarsa odurlar. Soyu, kökü, tarihi farklı yüz milyonlarca insan bugün ABD’de, Kanada’da, Avustralya’da farklı bir kimlikle yaşamaktadır. Prensip olarak herhangi bir dini benimseyen o dinin bağlısı, istediği dili, kültürü ve ülkeyi benimseyen o ülkenin insanı sayılır.[1] Tarih boyunca din değiştirmeler, karışmalar ve kaynaşmalar olmasa günümüzün ulus devletleri olmaz, küçük kabileler olarak yaşıyor olmamız gerekirdi.

Her kişi işini iyi bilmekten ve gereğince yapmaktan gurur duymalı. Yaptığımız işi hiç kimse görmese de biz biliyoruz. Dini ve ahlaki doğruyu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Futbol başarısının Brezilya’lı vatandaşa saygınlık dahil hiçbir şey kazandırmadığını, ama ekonomik ve teknolojik başarının, kalitenin, eğitim seviyesinin yüksekliğinin –dini-dili-tipi farklı olmasına karşın- Japonlara refah ve saygınlık kazandırdığını görmeliyiz.

Yeryüzünde her bir insan, insanca yaşamayı hak eden, dünyada yaşayacak tek bir ömrü olan aynı Allah’ın kuludur. Çin ve Hindistan gibi azınlığın zengin olduğu, çoğunluğun sefillikle, kölelik koşullarıyla yaşadığı ülkeler gibi değil, az nüfuslu ama eğitim ve refah seviyesi yüksek ülke olmaya çalışmalıyız. Hedefimiz kalabalık nüfus değil, kendini ve dinini bilen, eğitimli, barışsever, hem kendine, hem insanlığa hayrı olacak, özetle hem dünyayı cennet yapmaya çalışan, hem cennete layık kullar olmayı hedefleyen nesiller yetiştirmek olmalı.

Boş laflar ve boş işler, boş hayaller ile ömür geçirmemeli, okuyup öğrenmeli, kendimizi geliştirmeli, karşılık beklemeden, toplum için, yakınlarımız için, ihtiyacı olanlar için elimizden geldiği kadar maddi-manevi çaba göstermeliyiz.

Anadolu’nun yerlisi olduğumuzu, bizim ve bizden sonraki kuşakların Anadolu’da yaşayacağını, bir yere göç etmeyeceğimizi kavramalı, havayı, suyu, toprağı korumalıyız.

İçimizi hırstan, tüketim tutkusundan ve gösterişten, riyadan, çevremizi pislikten arındırmalıyız.

Hepimiz insan olarak kusurlu, eksik, yaşadıkça eksiklerini tamamlayan, yanlışlarını düzelten yaratıklar olarak hatalarımızı düzeltmeyi, yaptığımız yanlışlardan dolayı özür dilemeyi öğrenmeliyiz. Özür dilemenin ve yanlışı düzeltmenin bizi küçülttüğünü değil, yücelttiğini kavramalıyız.

Dinimizi Arapça ve Arap kültürü boyunduruğundan, dinin gereği sanılan taş devri törelerinden kurtarmalıyız.

Dinimizi kaynak kitabından, Kur’an’dan öğrenmeli ve uygulamalı, ticarete, siyasete ve kişisel çıkarlara, riyaya alet edilmesine izin vermemeliyiz.

Başkasının dediğini değil, kendi vicdanımızın sesini dinlemeliyiz: Adaletli olmalı, az emekle çok kazanmanın peşine düşmemeliyiz.

Kendimize ve çevremize zarar vermekten kaçınmalı, sağlığın, güzelliklerin değerini bilmeli uyuşturucu, alkol vb. gibi maddelerden yardım almak yerine seven ve sevilen, iyi ve kötü günü paylaşan aile fertleri, eş, arkadaş ve vatandaş olmayı hedeflemeliyiz.

Biz veya herkes diye ayrı bir şey yok. Ben, sen, o var. Düzeltmeye “ben”den başlamalı önce kendimize iyilik yapmalıyız. O zaman “biz”im kısa sürede ne kadar değiştiğimize biz bile şaşırabiliriz. Hepimiz biliyoruz ki, en uzak mesafeye gitmek için bile küçük adımlar yeterlidir. Yeryüzünü şekillendiren, kanyonlar yaratan sudur. Yeter ki kararlılık ve süreklilik olsun.

[1] Bu arada Kürtler ve Kürtçe ile ilgili bazı çalışmaları aktarmakta fayda var gibi görünüyor. Çünkü sınırlı bir kesim arkasına bilinen güçleri almış avazı çıktığı kadar bağırıp, çağırıyor. Yakıp yıkıyor, sesleri çok çıktığı için, bazıları onları çoğunluğun sesi sanıyor. Ama yapılan araştırmalar farklı sonuçlar veriyor. Örneğin Kürt kimliği konusu: Orta Doğuda kendi yönetimlerinde bir devlet kurmak için Kürtleri ayırmaya uğraşanlar Kürtlerin ayrı, özgün bir kültür ve ırk olduğunu göstermek amacıyla çeşitli eski uygarlıklara bağlı olduğunu varsaydılar. Ama kabul görmedi. Çünkü yeryüzünde Kürtçe kökenli veya üzerinde Kürtçe yazılı herhangi bir taş parçası bulunamadı. Tarih yazmak için ya yazılı belgeler veya o insanların kullandığı eşyalar, mimari vb. arkeolojik, maddi buluntu olması gerekir.

Kürt sözü geçen, bilinen en eski yazılı kaynak ise, 7. yy’a ait, Orta Asya’daki Yenisey anıtları. Göktürkçe olarak şöyle yazıyor: “Men Kürt ilinin hanı Alp Urungu, altunluğ keşiğim (altınlu okluğum) bantım belda (belime sardım). Yani Orta Asya’da, beyinin ismi Alp Urungu olan, Kürt isimli bir Türk boyu vardır.

Macaristan’da, Çekoslavakya’da ve Bulgaristan’da, Kürt, Kert, Kürtos gibi isimleri olan yerleşmeler olduğu, halklarının Türk asıllı boylar olduğu, Kürt’ün anlamının çeşitli Türkçe lehçelerinde de “Kar”, “Kar çığı” , “Sertleşmiş kar” olduğu ifade edilmektedir.

Kürt olduğu iddia edilen, Selahaddin Eyyubi’nin kardeşlerinin, yakınlarının ismi Türkçedir: Kardeşleri Turan, Tuğtekin, Böri. Eniştesi Muzafferuddin Gökböri, yeğeni Karakuş. Devrin şairlerinden İbn Senaülmülk Halep’in Selahaddin tarafından alınması üzerine methiye yazar. Bir mısrası şöyledir: ”Arap milleti; Türkler’in devletiyle yüceldi.”

1860 yılında Rusya’da yazdırılan bir Kürtçe sözlükteki 8378 kelimenin kökeni incelenince görülmüştür ki, 3080 kelime Tükçe ( İçindeki 500 kelime Oğuz, Kırgız Türkçesi) , 2600 kelime Farsça, 2000 kelime Arapça 220 kelime Ermenice, 108 kelime Keldanice, 60 kelime Çerkesçe, 20 kelime Gürcüce 300 kelime kökeni belli olmayan, özgün Kürtçe kabul edilendir. Zazacanın Kürtçe olmadığı da anlaşılmıştır. Kürtün çoğulu kabul edilen ” ekrad” kelimesini Osmanlıların konar göçer Türk aşiretler için de kullandığı anlaşılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un, Divanı Lügat id Türk adlı Türk dili sözlüğünde Kürt kelimesi , “dallarından yay, kamçı, değnek gibi nesneler yapılan kayın ağacı” olarak açıklanmıştır.

Nevruz tüm dünyada ve Asya’daki Türk devletlerinde çeşitli isimlerle kutlanır. Kırgızlar, nevruzda çocuklarına sarı, kırmızı, yeşil giydirirler. Altaylarda yapılan kazılarda, 7-11. yüzyıla ait Türk mezarlarında, bu Türk beylerinin kırmızı, sarı, yeşil renkte ipekli elbiselerle gömüldüğü görülmüştür.

Sonuçta, Türk kökenli olmalarına karşın, Hristiyanlığı seçen ve Slavlaşan Macarlar ve Bulgarlar gibi, Kürtler de köken olarak Türk olmalarına karşın, İran ve Arap etkisinde farklı bir dil geliştirmiş, ancak Müslüman kimliklerini korumuş bir halk olarak görünüyorlar.(En azından eldeki verilere göre ve şimdilik. İleride farklı kaynaklar ortaya çıkarsa değerlendirme de ona göre yapılır.) Halkın çoğunluğu Müslüman ve din ayrılığı olmadığı için de Türk-Kürt ve diğer kökenden evlenmeler, karışma ve kaynaşma çok daha fazla olmuştur. Türkiye’deki Kürtlerin kendilerini nasıl gördükleri ile ilgili olarak yapılan araştırmalar da çoğunluğun talepleri ile ayrılıkçıların taleplerinin örtüşmediğini gösteren sonuçlar çıkarmıştır:

Dicle Üniversitesi tarafından Güney Doğu Anadolu Bölgesinde yapılan ankette kişinin kendi kimlik tanımına bağlı olarak, kimlik tanımı olarak etnik kökeni kabul eden %13, 4 (Türk, Kürt, Arap, Zaza) vardır. Anadili Kürtçe olanlar %54 dür. Günlük yaşamda en çok kullanılan dil %63 Türkçe, %31 Kürtçe vd. dir. Hacettepe Üniversitesi nin 1992 deki araştırmasına göre Türkiye’deki anadil temelinde (Kürtçe, Zazaca, Kfkas dilleri vd.) toplam nüfus %8.04 (yaklaşık 6 milyon) olarak belirlenmiştir. KONDA tarafından 1993 yılında yapılan bir çalışmada yakın bir rakam, 5, 57 milyon çıkmıştır. yapılan

AB Avrupa Komisyonu 2005 raporuna göre, Türkiye’de anadili Türkçe olan nüfus %93’dür. Türkiye’deki etnik nüfusun 2/3’ü Kürt’tür. Buna göre Türkiye’deki Kürt nüfus oranı%4.62, yaklaşık 5 milyon olarak gözükmektedir. 2000 yılında SESAR tarafından, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgeleri dışında yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarla yapılan ankette, %94 sadece Türkçe yayınları izlediğini, %77, 2’si Kürtçe yayınları bölge için faydalı bulmadığını, %85’i geri dönmeyeceğini söylemiştir.

Bu da son derece anlaşılır bir durumdur. Ortak alınmış bir evde isteyen istediği yerde, ister salonda, ister balkonda oturur. Ama içlerinden birisi çıkıp “Evi birlikte aldık. Mutfağı, ya da salonu, ya da banyoyu ben isterim. Tapusunu da isterim. Benim gelirim bana ait. Benim tapulu yerimin giderlerini siz karşılayacaksınız, bana da yüklüce maaş vereceksiniz ”derse; o evin mutfak, elektrik, su, sağlık giderlerini, tüm ihtiyaçlarını karşılayanların aptal olmadığını, hatta kendisinden çok daha zeki olduklarını hesaba katmıyorsa, yaptığı saçmalığın farkında değilse, bir gün sabır taşıp, onu odasına kilitleyip, kapıyı sarı, yeşil kırmızıya boyayıp, üstüne Apo’nun odası yazıp, değil maaş, harçlık bile vermeme, aklını başına alıncaya kadar odasından çıkamama, evin diğer yerlerine gidememe cezası verilebilir.

Birileri kendilerince haklı ve tüm Kürtlerin adına bir mücadele yürütmektedir. Ama istenen sonuca ulaşılsa bile- kimse gitmediği ve çocuklarını kurslara gönderenler de İngilizce, bale vb.kurslarına gönderdiği için kapanan Kürtçe kursları-gibi sonuç hüsran olacak gibi görünüyor.

 
Toplam blog
: 174
: 4451
Kayıt tarihi
: 19.06.09
 
 

1958  doğumluyum. Arkeologum. Evliyim. Çocuğum yok. Çalışmıyorum. Yıllarca çalıştıktan sonra, zam..