Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Bizim evde akşamlar

Bizim evde akşamlar
 

Annem, hemşire olarak çalıştığı devlet hastanesinden eve döner dönmez, mutfak masasındaki sandalyesine oturur, hayır oturmaz, bir tavuğun kümes merdivenine tünemesi gibi tüner, rakı içerdi. Sol ayağını kıvırıp döşünün altına alır, öbür ayağını da sandalyenin demirine dayardı. Bu esnada beyaz peynir, domates ve salatalık yer, bir paket Samsun içer, Milliyet Gazetesi'nin sayfalarına göz atar, günün bulmacasını çözmeye başlar, iki kelimeden sonra bıkar, Samsun paketi boşalınca, “içemiyorum, ağır geliyor”, dediği ama yine de içtiği babamın Maltepe paketlerine dadanır, sonra da gece yarısına doğru, aynı pozisyonda uykuya dalardı.



Yaz, kış hep açık duran balkon kapısının önündeki sandalyede, kümes merdivenine tünemiş bir tavuk gibi uyuyabilmesine hayret ederdim annemin. Elindeki sigarayı, yüzünü gözünü, üstünü başını, yakmasın diye elinden alır, şefkatle omuzuna dokunurdum:

“Anne, sandalyede uyuyup kalmışsın. Yorgunsun, yatağına gider misin? ”

Annem gözkapaklarını aralar, kasvetli bir göğü andıran donuk, mavi bakışlarını birkaç saniye ortalıkta gezdirir, tepesinde özensizce topladığı sarı saçlarının, çilli yanağına düşmüş bir buklesini kulağının ardına iter, neden sonra benim farkıma varır ve hiddetle bağırırdı:

“Defol karşımdan babası kılıklı şey, gözüm görmesin seni!”

Çıngıraklı bir yılanın tıslamasını andıran ses, mutfağın balkon kapısından dışarı taşar, karşı apartmanların karanlık aralıklarında yankılanır ve beni tuhaf bir boşluğa sürüklerdi. Bu boşlukta, bir yandan öbür yana, çürük bir halatta sallanır, varolmakla olmamak arasında gidip gelir, halatın sarktığı boşluktan yeryüzüne düşmekten korkar ama sonunda beni çırılçıplak gerçekliklerin beklediği yerin hüzünlü yüzüne er ya da geç düşmekten kurtulamazdım.

“Anne sandalyeden düşeceksin, hadi kalk yatağında uyu.”

“Çekil başımdan babasının kızı. Nasıl da bu kadar babana benzeyebildin, suratsız!”

O zaman benden iki yaş küçük erkek kardeşim araya girerdi:

“Anneciğim yatağına gider misin lütfen, geç oldu.”

Anne oralı olmaz, içki kadehine uzanırdı.

“Yeter artık içme, anne!”

Annem bu sözümü hiç kaldıramazdı. Kaşlarını çatıp, elini masaya vururdu:

“Defolun başımdan!”

Kardeşimle ben -çaresiz- mutfaktan çıkar, birkaç dakika sonra geri dönüp, anne sandalyeden düşmesin ya da sigarasıyla yangın çıkarmasın diye başında nöbet tutardık. Bu arada gazetenin bulmacasını çözerdik. Mısır’da bir güneş Tanrısı: RA. İtalya’da bir ova: PO. Bir nota: SOL. Çember çevresinin uzunluğunun çemberin çapına bölünerek elde edildiği matematikteki sabit sayı: Pİ. Bir cetvel adı: TE. Halide Edip Adıvar'ın bir romanı: HANDAN. St.Petersburg'un eski adı: LENİNGRAD. Dünya Türklerini birleştirmeyi amaçlayan devlet: TURAN, v.s.

Uykusu derinleştiği zamanlarda, kardeşimle bana, anneyi, yatağına taşımaktan başka bir seçenek kalmazdı. Ben koltuk altlarından tutar, kardeşim de ayak bileklerini kavrar, onu yatağına götürür, üzerini kaplan desenli bir battaniyeyle örterdik ama anne, bir süre sonra kalkar ve mutfaktaki yeşil kadifeden sandalyeye tünerdi yine. Biz de bu defa başında beklerken annenin saçlarını örer, meliklerine tahta mandallar takar ve sandalyedeki oturuşu bize tavuğu anımsattığından, kağıttan bir çift kanat yapıp sırtına takardık, gülüp eğlenerek.



Eğlencemiz uzun sürmezdi ama: Gece yarısına doğru babam eve gelince ortalıkta kızılca kıyamet kopardı çünkü. Baba koridora girer, memur cekedini çıkarıp portmantoya asar, tok ses tonuyla “iyi akşamlar”, derdi. Babanın gelişiyle -nöbet devreden askerler gibi-, biz mutfaktan salona geçerdik. Anne ise birden ayılır, saldırmaya hazır bir sırtlanın dikkatini takınır, kapının üzerindeki duvar saatine nefret dolu bir bakış fırlatıp, kükrerdi:

“Saatten haberin var mı?”

“....!”

“Niye bu kadar geç geliyorsun yine?”

Babam, mutfak kapısının eşiğinden vurdumduymaz bir şekilde karşılık verirdi:

“Dır dır ettiğin için.”

“Her akşam geç geldiğin için dır dır ediyorum.”

“Ben de her akşam söylendiğin için geç geliyorum.”

“Burası otel değil, istediğin zaman gelip gidemezsin. Evdeki sorumluluklarını yerine getir.”

“Ben, istediğim zaman gelir, istediğim zaman giderim. Bakıyorum, gene çok içmişsin zıkkımı!”

“Ben de istediğim kadar içerim. Otur, konuşalım.”

Babam, ellerini, şakakları kırlaşmış kömür rengi saçlarına daldırır, yapmacık bir esnemeyle “yorgunum, yatmaya gidiyorum, yarın konuşalım” der, koridordan salona geçerdi. Bunun üzerine annem sandalyeden kalkar, eline geçirdiği kültablasını, kadehi ya da içki şişesini ardından fırlatırdı. Havada uçuşan kültablası, kadeh ya da içki şişesi nedense hep bana isabet ederdi. Baba anneye kızardı:

“Jale, kendine gelir misin?”

“Sen de zamanında evine gel!”

“Ben istediğim zaman gelirim.”

Bu arada itiş kakış olur, kardeşimle ben araya girer, iki yetişkini ayırırdık. Baba yatak odasına girer, ardından kapıyı kapatır, anne kapıyı açar, “kapı öyle çarpılmaz, böyle çarpılır” diyerek, kapıyı öfkeyle çarpıp mutfağa döner; kardeşim, merasimin az sonra sona ereceğini, gecenin nihayet sessizliğe kavuşacağını bildiğinden yatağına giderdi. Birkaç dakika sonra anne, mutfaktan beni çağırırdı:

“Sevda!”

“Efendim anne!”

“Buraya gel!”

Koşardım.

“Otur karşıma.”

Gösterdiği sandalyeye onun gibi oturmaya çalışırdım. Bir ayağımı kıvırır altıma alır, öbürünü de sandalyenin demirine dayardım ama altıma aldığım ayağım, birkaç saniye sonra uyuşmaya başladığından pozisyon değiştirmek zorunda kalırdım.

“Bak görüyor musun sevgili babacığını? Her gün geç geliyor eve. Bütün gün büroda kıçının üzerinde oturduktan sonra, kahve kahve geziyor! Eviyle ve sizinle ilgileniyor mu? Hayır! Bir günden bir güne ne ihtiyacınız var diye soruyor mu? Hayır! Bir günden bir güne, gelin hep birlikte gezelim diyor mu? Hayır! Duvara bir çivi çakabilir mi? Hayır! Bozulan bir şeyi tamir edebilir mi? Hayır! Yemek yapıp karnınızı doyurabilir mi? Hayır! Sen de hala sev babacığını. İyi ki seninle ve kardeşinle ara sıra satranç oynuyor.”

Annem, bunları bana, - oniki yaşındaki kızına - anlatırken, benimle kocasına karşı bir ittifak kurmayı amaçlar ama nedense kendisini yatıştıracak bir söz bulamadığımdan ve zaten ne söylersem söyleyeyim, “sus, babası kılıklı, babası ruhlu şey” diye azar işittiğimden bir şey söyleyemezdim.

“Bak, ben “eş-şek” gibi hastenede çalıştıktan sonra ev işleriyle uğraşıyorum. Teşekkür ediyor mu? Hayır! Yemeğe, bulaşığa, temizliğe yardım ediyor mu? Hayır!”

O zamanlar annemde, bir titizlik hastalığı vardı. Haftada bir temizliğe gelen Elif Hanım'a rağmen, banyoyu, tuvaleti, mutfağı, lavaboyu her giriş çıkıştan sonra klorlar, fırından alıp getirdiğimiz taze ekmekleri akan suyun altında yıkar, ben bulaşık yıkayacak ya da toz alacak olsam, benim yaptığım işi beğenmez, aynı işi arkamdan tekrar yaparken “bak babası kılıklı, babası ruhlu şey, bak da öğren, iş nasıl yapılırmış”, derdi.

Genç bir kızken, yaz aylarında, sinemalarda izlediği mutlu aşk filmlerindeki gibi bir hayat düşleyen annemin, yaşamın gerçeklikleriyle karşılaştığında uğradığı hayal kırıklığı büyüktü. Babamın tavırlarının kendisinde oluşturduğu öfkeyi bana yöneltirdi. Kendisinin Milliyet gazetesini değil de babamın akşamları özenle katlayıp koltuğunun altında eve getirdiği Cumhuriyet gazetesini okumam bana “babası ruhlu” lakabını kazandırmıştı. Annem gibi sarışın değil, babam gibi esmer olduğumdan da “babası kılıklı”ydım.

“Cumhuriyet okuduğu için aydın geçiniyor ya salak herif. İşten sonra kahvelere gideceğine eviyle ilgilense ya! Seni de kendine benzetti sonunda!”



Gecenin ilerleyen saatlerinde, şehrin ışıkları bir bir söner, uzaklardan biryerlerden bir köpeğin acı uluması duyulur, balkon kapısından içeri pervaneler, ufak sinekler, küçük kelebekler dolar, tavandaki lambanın etrafında bir süre uçar, sonra lambaya konarak yanar, lambanın etrafına konanlar da, ölümün bir başka anını beklerlerdi.

Şehrin, sönen ışıklarıyla belirgenleşen yıldızlar, çatıların üzerinden göz kırpar, gecenin serin havası, mutfağın, sigara, rakı, beyaz peynir, salatalık, domates ve annemin zambak kokulu parfümünden oluşan bulutuna karışıp, evin her köşesine yayılır, annem son sigarasını içer, son kadehini boşaltır, bir süre sonra da kendiliğinden yatmaya giderdi.

Ben, gümüş kültablası ya da kristal kadeh isabet eden yerimin sızısına aldırmadan çocuk odamızın penceresinden çok sonra da gecenin gölgelerini izler, gelen sabahla akşamın unutulacağını ama ertesi akşam aynı olayların yeniden başlayacağını bilirdim. Evde misafir olduğu akşamlarda değişirdi yalnızca bu durum. O zaman annemle babam misafirlere “mutlu çift” rolü oynar, huzursuzluklarını unutup, beni bile bir süre için mutluluklarına inandırlardı hatta.





 

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..