Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '09

 
Kategori
Sinema
 

Blindness

Büyük bir şehrin en işlek caddelerinden birinde yolun ortasında birdenbire duruveren bir araba…… Sıkışan trafik, yolu tıkayan arabanın arkasından delicesine kornaya basan sabırsız kalabalık…………. Gündelik hayatının önemli kısmını büyük şehirlerin cangılında geçirenlere çok tanıdık gelen böyle bir sahne ile başlıyor “Blindness” (Bire bir çevirirsek “Körlük”). Duran arabaya yaklaşan diğer arabaların öfkeli sürücüleri arabanın SÜRÜCÜsünün birdenbire görme yetisini yitirdiğini, “BEYAZ” bir körlüğe yakalandığını, arabasını bu yüzden durdurduğunu öğreniyorlar. Caddede biriken insanların içinden talihsiz adama acıyan (!) biri onu eve götürmek vaadiyle direksiyona geçip arabayı bir süre sürdükten sonra adamcağızı yolun ortasında bırakıp arabayla kaçıveriyor. Ve ardından filmin temelini oluşturan salgın başlıyor. Körlük SÜRÜCÜnün temasa ettiği insanlara (SÜRÜCÜnün gittiği GÖZ DOKTORUna – Marc Ruffolo -, arabasını çalan adama vs.) bulaşıyor ve derken kısa sürede tüm toplumu tehdit eden bir salgın hastalık haline dönüşüyor. Filmin büyük bölümü, devletin güvenlik güçleri tarafından tek tek toplanan bu hasta insanların karantinaya alındığı eski bir hastanede geçiyor. Hastaneye nakledilen GÖZ DOKTORUna, görme yetisini yitirmemiş olan, ama kocasına yardım edebilmek için güvenlik görevlilerine kör olduğunu söyleyen karısı – Julianne Moore eşlik ediyor. Yiyeceğin devlet tarafından kısıtlı sayıda verildiği, hiçbir sağlık koşulunun sağlanmadığı, kısa sürede tam bir mezbelelik haline gelen hastanedeki “Kör Kalabalık” ilk şokun yaşandığı dönemi, birlikte radyodan haber veya müzik dinleyerek, dayanışma dolu bir atmosferde geçiriyor. Ancak aynı topluluk çok geçmeden insanoğlunun şanına yakışan (!) tüm kötülükleri bıraktığı yerden yeniden üretmeye başlıyor. Hastanedeki koğuşlardan bir tanesi kaba kuvvetle yemek dağıtımına el koyuyor; diğer koğuştakilere ancak değerli eşyalarını kendilerine vermeleri (onlar da bitince, koğuşlarındaki kadınları kendilerini sunmaları) karşılığında yemek veriyor. Hastaneye girdiği andan itibaren çevresindekilerin yardımına koşan, devlet güçleri ve hakim koğuşun karşısında diğer koğuştakilerin haklarını başlangıçta itaatkar diplomasi (!) gibi domestik (!) araçlarla savunmaya çalışan GÖZ DOKTORUnun “görebilen” karısı, bunların yeterli olmadığını yaşayarak anlıyor ve “verilmeyen” hakları “almak” için giderek yeni mücadele teknikleri, dayanışma stratejileri geliştiriyor; hastanede çıkan yangın sırasında kurtarabildiği insanları hastane kapısından yeniden dış dünyaya çıkarıyor. “O” artık kocasının “hemşire”si, “iyi bir eş” ya da “anne” kavramlarının çok ötesinde; “gören”, gördüğünü farkeden bir insan. “Bakar körler”i (“beyaz körler”)dönüştürmeye çalışan bir öncü, bir devrimci. Perişan hale gelmiş, kimi vahşileşmiş, kimiyse kiliselerde gözlerini bağladıları aziz heykellerine yakaran körlerle dolu dış dünyada beraberindekiler için yiyecek arıyor, buluyor ve daha sonra onlara kendi evini açıyor. Eve gelen, “Beyaz körlük” te eşitlenmiş insanlar birbirlerinin bireysel farklılıklarının farkına varmayı ve her türlü ön yargıdan ve toplumsal konumlardan bağımsız olarak bunlardan haz alabilmeyi öğreniyorlar ilk defa. Derken ilk sahnede kör olduğunu izlediğimiz SÜRÜCÜ birdenbire görme yetisini kazanıyor. Evde sevinç çığlıkları….”Artık sıra bizlerde”…. Yeni insanoğlunun yeni bakışları, yeni umutlara doğru.

 
Toplam blog
: 3
: 418
Kayıt tarihi
: 22.02.09
 
 

1968 İstanbul doğumluyum. İşletme okudum. Üniversitede okurken 2 yıl boyunca profesyonel turist re..