Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Aralık '10

 
Kategori
Blog
 

Blog Nobel adayımı açıklıyorum…

Blog Nobel adayımı açıklıyorum…
 

Görsel kaynak: rehberim.net


Blog ortamında yapılan yarışmaların ne denli önemli olduğunu bilmiyordum. Laf aramızda ciddiye bile almıyordum. Zannediyordum ki yapılan yarışma “bir eğlencedir.” Değilmiş…

İş yoğunluğunun arasında bu yarışmalarda oy kullanmayı da unutuyordum. Yok, bundan sonra unutmayacağım. Unutmamakla kalmayıp yarışmanın sonucunu etkilemek için çaba göstereceğim.

Şimdilerde Nobel ödülü için organizasyon yapılıyormuş. Bu yarışmaya burnumu sokmalıyım, sonucunu etkilemeliyim. Sonuç nasıl etkilenir? Tabi ki taraf olarak…

Peki, ne diye taraf oluyorum? Benim “tarafım” kazanırsa boyum mu büyüyecek? Yok, ne boyum büyüyecek ne de aklım artacak. Sadece” hınzır tarafım” tatmin olacak…

Sonucu etkilemek için ben de bir aday göstereceğim. Gördüm ki adaylar ortaya çıkmaya başlamış. Ahmet Balcı aday olmuş. Bence güçlü bir aday! Ama madem sonucu etkileyeceğim ben de güçlü bir aday göstermeliyim. Karşısında ne Balcı ne de diğerleri direnememeliler. Herkes aday olmaya çekinmeli.

Dün geceden beri düşünüyorum.

Yalan yok, önce ben aday olayım dedim, ama Balcı da diğerleri de beni siler süpürür. Rezil olurum. Peki, kimi aday göstermeliyim? Onu mu? Şunu mu? Bunu mu?

Derken adayımı buldum. Evet adayımı buldum ve (kendi iradesi dışında) açıklıyorum.

Benim adayım HOPPALA MAHMUT BEY…

Kendisinin aday olduğundan (vallahi) haberi yok. Ona bir güzellik yapıyorum.

O da kim demeyin! Daha önce defalarca anlattım kendisini. Tanımak isterseniz bloglarda bir arama yapar bulursunuz. Biliyorum ki kendisini tanıdıkça hayranlığınız artacak.

İsterseniz bir kez daha anlatayım.

***

Komşum Hoppala Mahmut Bey ile çene yarışı yapılamadığını daha önce bir-kaç kez anlatmıştım.

Hoppala Mahmut Bey tam anlamıyla bir yumurta çırpacağıdır. Öyle bir karıştırır ki, laf nereden geldi nereye gitti anlamazsınız.

Öyle bir karıştırır ki, kimin lehine konuşuyor, kimin aleyhinde atıp tutuyor onu da anlamazsınız.

Hoppala Mahmut tam bir “işini bilen” yurdum insanıdır. Her gelişmeyi kendisine yontar. Bir keresinde iki yakın arkadaşın arasını “iğneleme” metoduyla bozmuştu. İki yakın arkadaş Mahmut Bey’ in kinayeleri sonucu birbirlerine darılmışlardı.

Arayı bozan Hoppala Mahmut daha sonra arabuluculuğa soyunmuştu. Onun arabuluculuğu ile değil, iki yakın dostun birbirlerine olan saygılarından dolayı aradaki buzlar erimiş ve aslına bakarsanız Hoppala Mahmut’a hiç hacet kalmadan barışmışlardı.

Arayı bozan Hoppala Mahmut bundan bir sonuç çıkartmaz mı? Elbette çıkartır. Bu kez sağda solda “kocaman adamlar çocuk gibi küstüler, neyse ki araya girip barıştırdım” diye anlattı.

Dinleyen kişi arayı bozan kişinin Hoppala Mahmut olduğunu anlayamazdı bile. Hoş, anlasa da “yahu işin aslı öyle değil” diyemez, çünkü Hoppala Mahmut böyle bir itiraz karşısında o kişiyi kim bilir ne hale getirir. Kişi, arayı bozanın kendisi olduğuna bile inanır.

Böylesine korkulur Hoppala Mahmut Bey’den…

Kendisini hiç ilgilendirmeyen konularda bile konunun muhatabıymış gibi ortaya çıkar, önce ortalığı karıştırır sonra da söylediklerinin tam tersini söyleyerek ortalığı sakinleştirir. Tam bir illettir Hoppala Mahmut. O yüzden Hoppala Mahmut Bey’den bizim çarşının esnafı çok çekinir. Kimse bulaşmak istemez. Çünkü bulaşkandır. Yapıştığı yerden söküp atamazsınız.

Onu kimse sevmez ama hiç kimse ona ters düşmek istemez. Çünkü günün birinde herhangi bir tartışmada Mahmut Bey kendisini hiç ilgilendirmeyen tartışmanın ortasından girer ve ortalığı karıştırır. Kime daha önceden bir hırsı kalmışsa o hırsını o tartışmada çıkartır. Haklıyken bile sizi fevkalade haksız duruma düşürebilir.

Ayrıca yaşını başını almış olduğu için de kimse üzerine gidemez. Ama kendi ararlında onun ne kadar bulaşkan, ukala ve hadsiz olduğunu anlatır dururlar. İsminden söz etmemek için bir de kod adı bulmuşlardır: İbrikçi…

Çevrede olan biten her şeye uzaktan ya da yakından karıştığı için bu lakap çok yakışır ona.

Çarşıda lakabını herkes bilir, bir tek kendisi bilmez. Daha doğrusu biz öyle zannederdik.

Benimle çok fazla uğraşmaz Nedeni de; çarşıdaki ilk günümde “ben dedikodu sevmem, dedikodu yapanı sevmem, dedikodu yapanı refüze ederim” diyerek net tavrımı koymuş olmamdır.
Bir-iki olayda bu sözümde durduğumu gördükten sonra bana bulaşamadı. Bulaşmadı dediysem “hiç bulaşamadı” demek istemedim. Arada bulaşır ve çarşının “efesi” olduğunu hatırlatır. Güler geçerim.

Çünkü bu insanlara karşı alınacak en iyi önlem onları ciddiye almamak ve muhatap olmamaktır.

Geçenlerde hiç samimiyetinin olmadığı yeni komşularının aralarındaki tartışmanın içine gene balıklama dalmış. Ama kişiler aralarındaki tartışmayı bir kenara bırakıp “sen ne karışıyorsun” deyivermişler. Hiç beklemediği bu davranış Mahmut Bey’i çok sarsmış.

Dün “oysa ben onların iyiliği için araya girmiştim” diyerek hayıflanıp dururken gördüm onu. Çarşının önüne bir tabure koymuş, hem efkârlı efkârlı sigara içiyor hem de konu komşuya kendisine yapılan saygısızlığı anlatıyordu.

- Ben yaşını başını almış bir insanım. Bana bu saygısızlık yapılır mı?

Bunu derken aslında çevreyi yeni komşulara karşı gaza getiriyordu. Ama kimse gaza gelmemiş, sadece dinliyorlardı.

Çevre gaza gelmeyince işi büyüttü.

-Bakın onların yüzünden gene sigaraya başladım. Yarın bir gün gene hastanelik olursam onların yüzünden. Sizler de şahitsiniz.

Etrafındaki kalabalığı yardım, ben de bir tabure çekip yanına oturdum. Oturur oturmaz sigarasını çekip aldım elinden.

- Ben bir tek şeye şahidim. Sen kalp ameliyatlı olmana rağmen sigara içiyordun. Kimsenin kabahati yok, sadece kendi kabahatin var.

Yüzüme mahzun mahzun baktı. Öyle bir bakıştı ki, onu tanımasam oturur ağlardım.

- Başıma geleni biliyor musun?

- Biliyorum. İyi olmuş.

Çok afalladı. İkinci sigaraya elini uzatırken elini tuttum. Kararlıydım, artık bu adamın yüzüne bir şeylerin (kamuoyu önünde) söylenmesi gerekiyordu.

- Sana ne Mahmut Bay? Milletin arasındaki tartışmadan sana ne? Seni ne ilgilendiriyor?

Çarşı esnafının yüzünden belli belirsiz bir gülümseme geçti. Bu lafı onaylayan mırıltılar yükseldi.

Mahmut Bey baktı ki durum daha kötüye gidiyor, ustaca bir manevra yaptı. Önce çarşı esnafının yüzüne manidar bir bakış fırlattı.

- Ben size bir hikâye anlatayım…

Anlat demeye kalmadan başladı anlatmaya.

İşte Hoppala Mahmut Bey’in fıkrası:

Bir zamanlar bizim çarşı gibi bir çarşı varmış. Çarşının bir de tuvaleti varmış. Ama tuvaletin bir sorumlusu yokmuş. Çok kötü kokuyormuş. Zaten tuvaletin suyu da yokmuş.

Esnaflar aralarında konuşmuşlar ve civarda işsiz güçsüz gezinen garip Mahmut’a (biraz da iyilik olsun, ekmeğini kazansın diye) tuvaletçimiz olur musun demişler.

Garip Mahmut biraz mırın-kırın etmişse de ayağına gelen bu fırsatı tepmek istememiş. Kabul etmiş. Kabul etmiş ama ne yapılması gerektiğini zaten bilmesine rağmen “benden ne yapmamı istersiniz?” demiş.

“Yahu ne yapılması gerektiğini zaten biliyorsun, tarife ne gerek var. Sen bilirsin işini” demişler.

Garip Mahmut; “pekâlâ, orası artık benden sorulur” demiş ve hemen işe başlamış.

Günlerce çarşının orta yerindeki havuzdan kova kova su taşımış. Her tarafı bir güzel temizlemiş. Ama bu iş bitene kadar tuvalete kimseyi sokmamış. Esnaf biraz homurdansa da “adamın işine karışmayalım” diyerek tuvalete girmemişler.

Birkaç gün sonra garip Mahmut dükkânları tek tek gezerek tuvaletin açıldığını söylemiş. Herkes merak içinde tuvalete gitmiş.

Bizim garip Mahmut tuvaleti öyle bir temizlemiş ki, herkes hayran olmuş.

Kokudan, pislikten eser kalmamış. İçi su dolu taharet ibrikleri kapının hemen yanına sıra sıra dizilmiş. Her tuvalete içi su dolu kovalar yerleştirilmiş ve her birine havalandırma pencereleri açılmış. Tuvaletin öbür ucuna da yedek su kovaları konmuş.

Tuvalete girenler “bravo sana garip Mahmut, ne güzel bir iş yapmışsın” dedikçe kasım kasım kasılmış. İçeri girip küçük yapandan bir akçe, büyük yapandan iki akçe almış. Fiyat esnafa biraz pahalı geldiyse de ses etmemişler.

Gel zaman git zaman Garip Mahmut esnaftan çok kazanır olmuş. Kazandıkça da burnu büyümüş ve her gün yeni bir kural icat etmeye başlamış.

İçeri girenler ibriği alıp tam kabine girecekken Garip Mahmut arkadan buyuran bir ifadeyle “şşşt, onu bırak şunu al” der olmuş.

Bir gün, iki gün, üç gün derken esnaflardan biri sinirlenmiş.

- Sana ne ulan? İstediğim ibriği alırım. Ne diye durmaksızın onu alma, şunu al deyip duruyorsun. Ne farkı var, o da ibrik, bu da ibrik… Sıradan aldık giriyoruz işte…

Garip ama zenginlemiş Mahmut kükremiş…

- Ne demek ulan? Biz neciyiz burada!

***
Hoppala Mahmut Bey kafasını kaldırıp herkesin tek tek yüzüne baktı. Suratında hin bir ifade vardı.

En son bana döndü.

- Hikâye burada bitti. Neden gülemediniz?

- Çok eskiden bildiğim bir fıkraydı bu, ondan gülemedim.

Sonra diğer esnaflara döndü.

- Anladınız mı len? Neden her şeye karıştığımı anladınız mı? Ben buranın ibrikçisi değil miyim?

Herkes (ben de dâhil) mahcup gülümsedik. Mahmut Bey kendisinden ibrikçi diye söz edildiğini biliyormuş meğerse…


Kıssadan hisse: Sakın ola ki kimseye ibrikçi demeyin. Ciddi sanıyor...

Mühim not: Bazen demeseniz de kendisini öyle zannedenler olmuyor değil hani…

Daha mühim bir not: Bu memleketten ne ibrikçiler geldi geçti, tarih bir tanesini bile yazmadı. Ne garip!

Alakasız not: Neyi ararsan sen o’sun… (Mevlana...)

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..