Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '10

 
Kategori
Blog
 

Blog tartışmalarına denge üzerinden devam....

Blog tartışmalarına denge üzerinden devam....
 

ne tarafta neler olmalı ki...???


Fakültede ilk toksikoloji dersimiz… Aynı zamanda kürsü başkanı olan Sayın Prof. Nevin Vural toksikoloji yani zehir bilimi dersine şöyle bir girişle başlıyor;

-Su bir zehir, arsenik bir ilaçtır. Nasıl yani sorusu bütün gözlerden okunurken hocamız devam ediyor;

-İki kova suyu bir insana zorla içirirseniz çatlar ölür. Oysa tarihin en kuvvetli zehirlerinden biri olarak bilinen arsenik mikro miktarlarda ilaç özelliği taşır. Yani şunu demek istiyorum. Bir madde aynı zamanda hem ilaç hem zehir özelliği taşıyabilir. Buradaki anahtar kelime dozdur. Her madde dozuna bağlı olarak hem ilaç hem zehir olabilir.

Evet… Aklın yolları üzerine yazdığım bloğa ( biraz da gelen çok önemli yorumlardan cesaret alarak) doz yani bir anlamda denge üzerinden devam etmek istiyorum. Aklın yolu bir önermesini neden sevmediğimi, uzak durduğumu anlatmaya çalışırken, ben de biraz dozu kaçırmış, dengeyi bozmuşum çünkü. Ortaya öyle bir sonuç çıkmış ki; Sanki ilkesiz, inançsız, prensipsiz, öööyle omurgasız bir halleri savunuyorum..:)) Bu yüzden biraz denge üzerinden giderek genel blog tartışmalarına ve de elbette hayata bazı göndermeler yapmak ve diğer yazımın devamı olarak bir denge sağlamak istiyorum.

Peşinen belirteyim ki; yazımın içinde geçen isimler dışında hiç kimseye satır aralarından bir gönderme yapmaya niyetim yok. Bu güne kadar bilinen üslubum üzere, bütün karşılıklarını ve risklerini göze alarak, gereken yerlerde isim belirteceğim. Ve bütün söylemek istediklerimi elimden geldiğince hakarete, aşağılamaya, çirkin söylemlere ve de yağcılığa, aşırı iltifata kaçmadan ama açık net ve mümkün olduğunca kırıcı olmayan kendime ait bir üslupla anlatmaya çalışacağım…

Hayatta her şey bir denge üzerine kurulu. Hem de öyle bıçak sırtı gibi, sırat köprüsü gibi kıldan ince bir denge ki iki yandan birine düşmeden üzerinde durabilene aşk olsun. Ben bu denge konusunun ne kadar ince iş olduğunu bilirdim ama çocuklarım olup onları yetiştirmeye başladığımda bu işin sandığımdan da çok ince olduğunu fark ettim. Allahım o köprünün iki yanına da düşmek ne kadar da an meselesiydi öyle… ki; insan olduğumdan defalarca da düşmüşlüğüm vardır.

Üstelik bu dengenin hangi noktada sağlandığıyla ilgili kesin veriler ve kurallar da yok elimizde. Hayattaki ya da blogdaki hangi konuyu ele alırsak alalım, aynı konu bile olsa zamana, koşullara, coğrafyaya, iklime, yere,göğe,,, her bir şeye göre sürekli yer değiştiren bir nokta bu denge noktası. Ben bu noktaya daha doğrusu noktalara griler diyorum. Siyah ve beyaz arasındaki bütüüüün griler hatta bütün renkler. Çünkü aynı konuda bile o denge noktası o anın koşullarına göre siyaha yaklaşıp koyu gri de olabiliyor, beyaza yakın bir yerde açık bir gride… Hatta bazen kıpkırmızı ya da masmavi bir noktada bile sabitlenebiliyor.

İşte aklın yollarına değinirken anlatmaya çalıştığım şey aslında Aklın yolu birdir cümlesinin ön yargıya açık ama karşındakini anlamaya kapalı bir cümle olduğunu vurgulamaktı.Yoksa elbette benim de ideallerim ilkelerim prensiplerim var. Bunlar üzerinden ön yargıyı kaldırmaya çalışıyorum. En azından karşımdakini diliyorum. Ama sonuçta siyah yada beyaz bir noktada olmamakla beraber , o anın koşullarına göre belirlenmiş açık yada koyu grilerden birinde oluşturduğum doğrularım var

Hayatta olduğu gibi blogda da kendimizi en beyaz noktaya oturtmak pek çekici bir şey. Hadi beyaz köşeyi kaptınız diyelim, bunla yetinsek neyse, adamcağız ya da kadıncağız kendini övmüş der güler geçeriz… Ama o beyaz köşeyi kapmış olmak bilinç altımızda bizi yeterince doyurmuyor olmalı ki, dostlara aynı köşeden yer ayırıp, aynı fikirde olmayanları direk siyah köşeye şutlayıveriyoruz.

Bütün değerlendirmeler siyah ve beyaz köşeler üzerinden yürütülünce blog tartışmalarını, ortak payda ya da asgari müşterek gibi bir yerlere taşımak zor zanaat oluyor haliyle. Bir tartışma ille de ortak bir çözümle sonuçlanacak diye bir şey yok. Ama siyah ve beyaz köşelerden sürmek yerine ortadaki tarafsız gri zemin üzerinden ama kendi açık ya da koyu grilerimizi savunarak sürebilir pekala. Ya da ortak bir sonuca ulaşılamasa bile ortadaki gri alanda el sıkışıp insanca ayrılabilinir ve herkes kendi yoluna gidebilir.

Örneklemelerimi, hoşgörüsüne sığınarak, bu yazı dizisini yazmama neden olan Sayın Ahmet Yılmaz üzerinden yapmak istiyorum. Genel olarak bloglarında AKP yi eleştirenleri; hiçbir mantık yürütmeksizin olaylar üzerinden değil, partiye karşı olduklarından sırf partiyi yıpratmak üzerinden yazmakla suçluyor ve bunu o kadar bembeyaz bir köşeye taşıyor ki; Terör ve şehitler üzerinden bile AKP yi yıpratmaya çalışmakla suçlayacak kadar vicdansız, dengesiz, sağduyusuz buluyor eleştirenleri. Söylediklerinde bir partiyi yıpratmak adına yapılanlar şeklinde doğrular da vardır muhtemelen. Ama bu ülkedeki herhangi birinin insan ölümü üzerinden bunu yapacağı fikri bana son derece iç acıtıcı geldi. Sayfalarca yorum yazdım. O da pencereler üzerine bir blog yazarak farklı pencerelerden bakıyor olabileceğimizi belirtti. Her ne kadar, bu ülkenin pencereleri içinde; terör üzerinden ölümlerin, “ oh ne iyi AKPyi yıpratmak için fırsat çıktı” diye görünen bir penceresi olmadığını düşünsem de yine de bir yaklaşımdı. Fikirlerimizde en küçük bir yakınlaşma olmasa bile birbirimizi kırmadan aşağılamadan, hakaret ve küfür etmeden, medenice ortadaki gri alana gelmiş, el sıkışmıştık ve kendi yollarımıza farklı yönlerde devam etmiştik diye düşünüyorum.

Solculuğu tarif ettiği yorumlarını okudum bu akşam. Yine çekilebileceği en sağ köşeye çekilip saçına bıyığına kadar eleştirerek itebileceği kadar en siyah köşeye itmiş solculuğu…J) Adına da tamamen kendi yüklediği anlama dayanarak karşıtlık köşesi demiş. Ahmet Bey’e daha önce de yazdım; karşınızdakileri meselenin bir ucundan tutup çekiştirmekle suçlarken siz de yazdıklarınıza bakılınca diğer uçtan çekmiş olmuyor musunuz anlamında bir yorumda. Şimdi en sol köşeye çekilip sakalına, sarığına, erkek hastanın acilde utrasonunu çekmeyen doktor hanımına, takım elbisesine, mafyasına kadar itebiliriz sağcılığı. Bir yere varılacağını düşünmediğim için yapmadım. Ahmet Bey’in nezaketinden ve sonuçta ortadaki gri alanda elimi sıkıp kendi yoluna gideceğinden ve beni de kendi yolumda özgür bırakacağından şüphem yok elbette ama ben o kadar da siyah ya da beyaz bir köşede değilim..:)) En azından şehitlere sevinmiştir şimdi diyebileceğim bir kimse yok.

Şimdi Ahmet Bey’in hoşgörüsünü daha da fazla zorlamadan bu örnek üzerinden genel anlamda söyleyeceklerime varmak istiyorum. Blog tartışmalarında en büyük sorunu kendimizi en beyaz köşede görmekten çok karşımızdakini en siyah köşede görmek ve bütün değerlendirmelerimizi bu saplantı üzerinden yapmanın oluşturduğunu düşünüyorum. O kadar ki; "Şimdi diyeceksiniz ki"i…" buna kızacağınızı biliyorum"… "sizin düşüncenize göre"… gibi ön yargı kalıpları uçuşup duruyor yorum ve yanıt cümleleri içinde. Bazen okurken gülümsüyorum. Ön yargı öyle tavan yapmış ki, karşımızdakinin ne dediği ile aslında ilgilenmiyoruz bile. Belki ön yargı da değil… İlle de kazanma çabası da olabilir; Dinleyip ne diyor bakalım diye anlamaya çalışmaktan çok adeta karşımızdakinin ne söyleyeceğini hesaplayıp peşinen cevaplarımızı yapıştırmakla uğraşıyor gibiyiz. O söylemeden ben söyleyip cevaplarını da vereyim ki diyecek bir şeyi kalmasın peşindeyiz.

Oysa dinlesek… Her tartışmanın ille de galibi olmaya çalışmak yerine bir dinlesek…

Bir tartışmanın mutlaka bir tarafın galibiyetiyle sonuçlanması gerekmiyor. İlle de ortalarda bir yerde buluşma zorunluluğu da yok. Hiçbir yaklaşım sağlanmadan bitse bile kavga gürültü hakaret, belden aşağı vurma yaşanmayabilirken, anlaşabilmek üzerine tartıştığını savunanların dinlemeden atış yapmalarını anlamak mümkün değil. Sonuç bazen çok kırıcı bir ortama taşınıyor, hakaretler küfürler havada uçuşmaya başlıyor. Bunlar bana oluyorsa çok da üzerinde durmuyorum. Yaşadığım son üç yıl beni öyle bir noktaya getirdi ki; gülüp geçeceğimi hayal bile edemeyeceğim şeylere acımtırak bir gülümsemeyle bakıp geçiyorum

. Yine de kıranın kırılandan çok acıyacağını düşünenlerdenim. Bu yüzden bu kan revan içindeki kırışlar kırılışlar o kadar içimi acıtıyor ki, üzerime vazife olmayan işlere balıklama dalıveriyorum..:)) Ne olur yapmayın, lütfen orada durun diye bağırasım geliyor. Rahmetli Mumcu bu feryadımı anlayıp durmuştu. Pirmete’ye de bazen feryat ediyorum. Kim durmazsa durmasın. Sen dur diyorum. Aslında tanıdığım en yufka yüreklerden biri o da… Allah’tan "kardeşsen küçüklüğünü bil" diye ağzımın payını vermiyor. Biliyorum kırmaktan incinenlerden biridir. Öfkesine yenildiğinde içi acıyor. Hatta bazen itiraf ediyor. Yine de üzerine gidildiğinde pek de kendini tutamıyor... (Bu aralar tutuyor gibi. Tutturmuş olduğu dengeden dolayı kutluyor ve bozmamasını diliyorum.:))

Yukarıda verdiğim iki örneğin haklılıkla ya da haksızlıkla bir ilgisi yok. Biz sevgi yumağıyız, sevelim sevilelim paylaşalımla da ilgisi yok. İlle de bir ortak noktada buluşalım da demek istemiyorum. Anlatmak istediğim üslup üzerinde de bir denge kurabilmek.

Blogda pek çok kez yazıldı tartışıldı üslup üzerine. Dobralığın bir erdem olduğunu savunanlar oldu. Kavgaya tutuşabilmenin cesaret olduğunu… Hakaretsiz, küfürsüz, aşağılamasız, hatta kırıcı olmadan yazmanın amiyane tabiriyle yalakalık olduğunu sananlar da oldu. Ama tam da dengede olan bir ifade şekli vardı ki; hakaretsiz çirkin sözlerden uzak durarak ve de buna karşın söylemek istediklerini açık net korkmadan, adresine söyleyebilmek.

Ortaya bir şeyler söyleyenler hep editörlerin isim zikredilmesine izin vermediğini savundular. O isme hakaret aşağılama ile birlikte anıyorsanız elbette izin vermeyecekleri doğaldı oysa. Ama o isme gerçekçi bir biçimde ve terbiye sınırları içinde bir eleştiriniz varsa buna editörlerin ses çıkardığını görmedim ben. Yeter ki siz eleştiri için seçtiğiniz kelimelerin meramınızı doğru anlatması kadar, terbiye sınırları içinde olmasına da dikkat edin yeter. Yoksa kimse size eleştirinizi içinizde tutun demiyor. Sadece uygun biçimde ifade edin mümkünse deniyor.

Devamı var ama o da başka bir blog konusu olsun…

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....