Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mayıs '11

 
Kategori
Blog
 

Blog ve Nitelik üzerine...

Blog ve Nitelik üzerine...
 

İyi mi, doğru mu..? İkisi birden mi..?


Öncelikle bir açıklama yapmalıyım. Aşağıda yazacaklarım; “Bir blog nasıl yazılır ya da nasıl olmalıdır” sorusuna bir yanıt değildir. Çünkü bu konuda NİCELİK bazında söylenecek ne kadar söz varsa hepsi söylendi ve bitti bana göre. Defalarca bloglar yazıldı. Noktalama işaretlerini, imlayı, sözcükleri yanlış kullananlar, yorumlarla defalarca uyarıldı. Bitişik de’ler, da’lar, ya dalar, mütevaziler, mütevazılar günlerce havalarda uçuştu. Gücenen, kırılan gırla gitti. Kimi kırılmak yerine teşekkür edip düzeltmeyi seçti… Mesela gözümden kaçmış olan bir “gurup” sözcüğü, Rahmetli Mustafa Mumcu tarafından “Gurup güneşin batışına denir, grup” yazacaksın diye kafamda paralandı..:)) O günlerde hafif kızmış olsam da, bir daha aynı hataya düşmeyeceğimden üzerine nur yağsın diyebiliyorum şimdi..:))

Nicelik üzerine söyleyebileceğim tek şey şu olabilir ki; Ufak tefek gözden kaçanlar olsa bile, sonuçta nitelikli bir yazı yazmayı başarabilecek birisi, bu niteliği kazanmak için mutlaka önceden bir “çok okumuş olma” altyapısına sahip oluyor ki, bu da zaten nicelik hataları yapmaktan, otomatik olarak onu korumuş oluyor.

İşin NİTELİKli bir yazı nasıl yazılır veya nasıl olmalıdır sorusuna gelince; Kocaman bir BİLMİYORUM… O yüzden de bu konuda da ahkam kesemeyeceğim. Bilsem valla, dükkan sizin..:)))

Ben sadece uzun zamandır yazmayı planladığım, yazacaklarımı kafamın içinde dolandırıp durduğum bir blog yazıp, “Blogda Nitelik” konusunda tamaaamen kendime ait ve kimseleri bağlamayacak olan düşüncelerimden bahsedeceğim. Çıkış noktam aslında Sayın Asabi Kedi rumuzlu arkadaşımın Ben, ben, ben… http://blog.milliyet.com.tr/Ben__ben__ben___/Blog/?BlogNo=304680 başlıklı bloğuna yazdığım yorumların uzaması üzerine, aklımdakileri blog olarak toplamak. Yazmaya niyetleneli epey oluyor. Ancak bir kitaptaki bir cümleyi kafama takıp sonuçta da onu bulamayınca yazma işi uzadı da uzadı.

Altı üstü bir cümlecik. Yoksa küçük bir paragraf mıydı? Onu bile anımsamıyorum. Neden bu kadar takılıp kaldım? Birkaç gündür elimdeki Robert Pirsig’in Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı isimli kitabını evirip çevirmekten usandım. Aslında birkaç defa okumuş olduğum bir kitap. Yine de aradığım, niteliğin tanımsızlığı üzerine kurulmuş o cümleyi bulamıyorum bir türlü. 375 sayfalık kitabın neredeyse her satırının altını çizmişim. (Zaten kitabın neredeyse tamamı, niteliğin tanımsızlığı üzerine) Bu yüzden aradığımı bulmakta bu da bana yardımcı olmuyor. O cümleyi bulabilseydim meramımı daha iyi anlatabilecektim sanki. Ancak sanırım kendi cümlelerimden başkası imdadıma koşmayacak gibi..:))

Her neyse işte, kısacası bu kitapta der ki; Nitelik tanımsız bir şeydir ama yine de vardır. Hatta her şeyi oluşturan, yaratan şey niteliktir.

Bunu kendi cümlelerim ile tarif edecek olursam, örneğin şiir üzerinden bir örnekle devam etmek isterim. Şiiri şiir yapan şeyin, yani şiir niteliğinin ne olduğu konusunda pek çok söz söylenir. Kimileri der ki; şiir kısa olmalı, anlatmamalı. Kimileri der ki; imgeye boğulmuş ne anlattığı belirsiz şeyler şiir değildir, şiir dediğin ne dediğini tam olarak anlatmalı…vs

Oysa bir yazıya şiir niteliğini kazandıran şey tamamen tanımsız bir durum. Bir düşünün Ömer Hayyam’ın kısacık rubaileri şiirdir. Nazım Usta Kuvay-i Milliye’de destan yazar yine şiirdir. Attila İlhan birebir anlatmaz, imgeleri coşturur şiirdir, Ahmet Arif “Otuz Üç Kurşun”da dağları, delikanlıyı, olayları, duyguları inceden inceye içimize en dokunan haliyle anlatır yine yine şiirdir. Şiir uzun mu, olmalı kısa mı,imgelerle mi anlatmalı, yoksa bir hikayesi mi olmalı sorularının bir yanıtı yok.

Benim algıladığım anlamda şiir, gizem, renk, ses, ahenk, ritim katılmış ve (hikayesi varsa da veya yoksa da) hikayesinden bağlarını koparıp, kelebek kanadı kadar inceltildiği için özgür ve uçucu kılınabilmiş sözcüklerdir. Şairse kendi gönlündeki kelebeği, hikayesinden ne kadar bağımsız kılıp özgürce uçurabildiyse ve daha da önemlisi o kelebeği ne kadar çok gönülde, ne kadar çok farklı hikayeye kondurabildiyse şairdir sanki.

Nitelik öyle tanımsız bir şey işte. Bir şarkı, bir şiir, bir resim, sanatçısı tarafından üretiliyor ve büyük insan toplulukları tarafından seviliyor ya da sevilmiyor. İçindeki şeyi tarif edemesek de, pek çok gönüldeki bir yere dokunamabilmeyi başarabildiği oranda sanat eseri niteliği kazanıyor. Tek şart ne kadar çok gönüldeki o yere ulaşabilmek. Oraya dokunulduğunda, "işte nitelik" diyoruz.

Yoksa nicelik dediğimiz şeyler (yazım, noktalama kuralları gibi) sadece elimizdekini DOĞRU yapmaya yetiyor. Ama elimizdekini İYİ yapmanın yani niteliğin yazılı ya da bilinen bir kuralı yok. Aristo ile Platon da, doğrunun her zaman iyi olmayabileceğini, iyinin de her zaman doğru olmayabileceğini biliyorlardı zaten de, anlaşamadıkları, “iyi mi yoksa doğru mu olmalı” noktasıydı bence. Her ikisi de ya da her ikisinin de bir denge hali, gri seçeneğini oluşturur ki her zaman siyah beyazdan üstündür gözümde.

Resimden örnek vermeyi sevdiğimi hep söylerim. Uzun yıllardır çalıştığım atölyeye yıllar önce zarif, naif bir genç kız başlamıştı. Arkadaş olarak çok ideal çok düzgün, titiz, temiz biriydi. İlk başladığı yağlı boyası bir ayçiçeği tarlasıydı. Fakat resimdeki ayçiçekleri öyle titiz öyle düzgün ve tertipli dizilmişlerdi ki, koskoca tarlada bir tane bile başını diğerlerinden yukarı uzatmış olanı yoktu. Sanki bir el gece gelmiş hepsini bir hizaya sokacak şekilde kesmiş düzenlemiş ve gitmişti..:)) Resim çok tertipli çok düzenli, her bir ayçiçeği kendi içinde ve tarla boyutunda o kadar kurallıydı ki, ortaya çıkan şey bir resimden çok, disiplinli bir sınıf gibiydi. Her bir ayçiçeği tek tek bakıldığında kurallı ve doğruydu ama resim iyi değildi kısacası..:))

Nitelik dediğimiz şey (ki sanatın belirleyici özelliğidir) kurallar üzeri bir durum sanki. Kuralların içine sığmayacak kadar coşkulu ve taşan bir şey hatta… Yine resimden örnekle; Pek çok kuralı içeren resim sanatının büyük ustaları, kurallardan taşabilmiş olanlardır. Hatta tamamen kurallar üzerine çıkabilmiş birkaç tanesine DAHİ deniliyor. Büyük ressamların her biri klasik resimle işe başlıyorlar. Birebir fotoğraf ötesi çalışmaları var mesela Picasso’nun ilk dönemlerine ait. Sonra kuralları uygulamada öyle bir ustalığa ulaşıyorlar ki, artık bu yaptıkları sıradanlaşıyor ve onları kesmez oluyor. Klasik resmin sınırına ulaşmışsan aynı ustalıkta yap yap nereye kadar değil mi..?..:)) Ve durumun ötesine geçme çabaları başlıyor. Modern resmin doğuşu bu kanaldan başlıyor. Yani modern resmin ustaları sanıldığı gibi klasik resmi beceremeyip öyle formsuz şekilsiz farklılıklar deneyen insanlar değil. Aksine klasik resmi yalayıp yutmuş ve artık burada yapacakları bir şey kalmamış olduğu için öteye geçen sanatçılar. Aynı şekilde Degas malum balerinler konusuna takıyor kafayı (her ressamın takıntılı olduğu bir konu var hemen hemen) Önce klasik resimlerini yapıyor. Yağlı boyalarını pastellerini… Kesmiyor heykellerini yapıyor. O da kesmeyince formlarını bozmaya başlıyor.

İşte bu noktada deha, kurallardan dışarı taşıyor. Yine Attila İlhan’ın noktalama işaretlerinden falan taşıp, büyük küçük harf bile kullanmadığı gibi. Yani nicelik, niteliğin içinde yok olup gidebiliyor, olmasa da niteliğin mükemmelliği içinde yokluğu fark edilmez oluyor. Tabi bu verdiğim örnekler, “dahi” düzeyinde, tamamen aşmış ve dünyada da sayılı sanatçı için geçerli.Bizim blog düzeyinde ise imla, noktalama ve dilin doğru kullanılması, her zaman yazdığınız yazının en azından kolay okunurluluğunu sağlar. Bunu göz ardı etmemek lazım. Zaten de blog yazarken kimse bizden dahi olmamızı beklemiyor.

Derli toplu, anlaşılır bir dille yazılmış, noktalaması, imlası sağlam bir yazı her zaman daha fazla okunma ve kolay anlaşılabilme şansına sahiptir. Ancak Sayın Asabi Kedi kardeşimin dilin doğru kullanılması dediği kavram nicelik içerirken, güzel kullanılması ve sözcüklerle zenginleştirilmesi dediği şey NİTELİĞİN alanına giriyor. Ve benim yorum yazdığım bloğu da iddia ettiğinin aksine gayet samimi bir dille yazılmış. Samimiyet kuralsız olacak diye bir şey yok.

Ha bir de günlük dil dediğimiz şey var ki; konuştuğumuz gibi yazma yani… İşte onun günümüz gençleri arasındaki yazılışına ben de tepkiliyim. Ama mesela bir Karadeniz anısı yazacaksak, Karadeniz şivesini söylendiği gibi yazmazsak anlamsız ve kuru bir metin çıkar ortaya.

Bunca söz ettikten sonra, demem odur ki; Nicelik doğru bir şeydir. Olsa pek hoş olur. Ancak bir yazıyı, bir resmi, bir şarkıyı İYİ yapan, sevilir kılan şey NİTELİK tir. Kaldı ki blog sınava tabi tutularak gelip yazdığımız bir yer değil. Kimse ünlü bir sanatçı, olağan üstü bir gazeteci ya da bir deha olmak zorunda değil. Tamamen keyfi bir yer burası. Ne, neyi yazacağımıza karışılıyor, ne de nasıl yazacağımıza. Hakaret, küfür…vs içermedikçe kim ne yazmak istiyorsa, nasıl yazabiliyorsa yazsın. Her yazının bir alıcı hedef kitlesi olacaktır sonuçta. Blog, yazmak için de okumak için de kişisel tercihten başka bir kıstasın olmadığı bir alan bence. Kimsenin kimseye şöyle yap böyle yap önerisi olamaz. Sadece kişisel tercihleri olabilir. Bunları belirten yazılar yazabilir, kendi kişisel tercihini belirtebilir, kişisel tercihlerin konuşulduğu toplantılar yapabilir..:)) Blog kimsenin kimseyi bağlayamadığı yerdir.

Hakaret ve küfür konusuna gelince, keşke olmasa… Ama hayatın içinde var ve engellenemiyor ne yazık ki… E blog da hayatın küçük bir resmi olduğuna göre, burada da zaman zaman rastlanması kaçınılmaz. Eldeki malzeme değişmiyor çünkü… İnsan... Söz konusu olan insan olunca ille de arada bir error veriyor..:)) Editörler ya da blogerler uyarsa da arada bir kaçak yapıyor işte..:))

Blog tamamen kişisel tercihimizin geçerli olduğu bir yerdir dedik. Son olarak kişisel tercihimin beklentisi olan nitelik üzerine bir örnekle bitirmek istiyorum. Oğlumun yıllığından, çok özel bir öğretmenin sınıfına yazdığı veda yazısı olacak bu. Yıllığın içindeki bütün sınıf öğretmenleri, kendi sınıfları için, hiçbir kural hatası yapmadan, nicelik bakımından son derece sağlam, kitabi dille birer veda yazısı yazmışlar. Genellikle bildiğimiz cümlelerden oluşan çoğu sevimli ve duygusal da sayılabilecek veda yazıları. Eğer bugüne kadar elinize bir yıllık geçtiyse bilirsiniz bunları. Ancak oğlumun sınıf öğretmeni (ki ölü ozanlar derneğindeki Robin Williams tadında bir öğretmendi) Sayın Cahit Ökmen’in bir yazısı var ki… Nitelik diye buna derim işte ben. Elbette edebiyat öğretmeni olduğu için yazım kuralları taş gibi sağlam. Ama hiçbir yazım kuralı içermeseydi, yine de kişisel tercihim, yıllığımdaki veda yazısının bu yazı olması yönünde olurdu. Bir bakın bakalım nitelik dediğim şeyi hissedebilecek misiniz? Ve sizin kişisel tercihleriniz ne olurdu?

Onlar,

ilk uçurtmasını içen çocuk tadında yalnızlıktan kış uykusuna yatmış bir ağacın içli rüyaları kıvamında vardılar… yüzlerinin her harfinde kendi diliyle konuşan tılsımlar taşıdılar kendi içlerinde “gördükleri” kendilerini sobeleyecek kadar yalındılar…

Sevgili 11 TM C

“Çok hızlı gittik, ruhlarımız arkada kaldı, onların gelmesini bekliyoruz.” diyen o kızılderili reisini size emanet ediyorum. Siz artık biliyorsunuz; yaşamdan kendimize özgü tatlar çıkarabilmemiz, sevme ve üretme yeteneklerimizi hayata geçirebilmemiz, özgürlüğü içselleştirebilmemiz için… o “ruh’a ihtiyacımız var.

Edebiyatın kendimize ve hayata dair sorularla, içimizin çekmecelerini alt üst eden muzip bir elden başka bir şey olmadığını bir ölçüde sezdirebildiysem size… tamamdır

Ben ordayım, kalbinizin değeceği herhangi bir şiirin ş’sinde, bir zamanlar küçük parmağınızın ucunda tadına baktığınız o soru işaretlerinin çengelinde, sihirli sandığın içinde…

Mücevher dizelerim

Hoşçakalın!

Sizin Edebiyat Öğretmeniniz

Not: Bilmiyorum edebiyat tanımını fark ettiniz mi? Benim bugüne dek rastladığım en sağlam edebiyat, hatta genel anlama yayacak olursak en sıkı sanat tarifi olurlar kendileri..:))

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....