Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ocak '09

 
Kategori
Haber
 

Blogda özürcünün sıkıntısı...

Blogda özürcünün sıkıntısı...
 

Katledilen Kıbrıslı çocuk.Şimdi entellektüel büyükleri "özür" diliyor!


Özür” kumpanyasının Kıbrıs’ta da gündeme gelmesine ilişkin Baskın Oran’ın açıklamasını görünce bu konuya dönmek gereği duydum. Milliyet blogda biraz birikimi olan ve özellikle ’kumpanya’ya katılanların kendi haklıklarına destek olacak yazıları tefrika halinde devam ediyor.

Baskın hoca bile ;“Bakın Kıbrıs’ta karşılıklı özür dillendiriliyor, iyi bir şey yaptığımız” demeye getiriyor.

”Kıbrıs’ta yaşananlar Rumların, Yunanlıların adaya tek başına hâkim olmaları için Türklere uyguladıkları katliamdan başka bir şey değildir. Türkler kendilerini savunmuş, nihayetinde ise 1974 yılında uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hakla adaya asker çıkarılmıştır. Ve otuz dört yıl sonra karşılıklı “özür” dilemek Baskın Oran tarafından erdemmiş gibi sunulmaktadır!

Katledilen ile katledenin karşılıklı özür dilemesinin mantığını sadece “ imzacı entelektüel” açıklayabilir. Bu tür entelektüel takımı sadece Anadolu’da yetişir! Foreign Policy’e önerim 2009’un entelektüelini seçerken Baskın Oran’ı atlamamaları. MB’de yazan yetkin kalemler de herhalde blog güzeli ya da ebeleme oyunlarının yanında entel seçimi yaparlar! Zorlanmayacakları kesin…

Bu satırların yazarı olarak Kıbrıs Türklerinin uğradığı katliamın gazetelerde çarşaf, çarşaf basılan resimleri hala gözlerimin önündeyken şaşkınlığımı ifade etmek zorundayım!

Aşağıda Baskın hoca’nın konu ile ilgili açıklamasını okuyacaksınız. Daha sonra ise farklı yazarların, blogcuların “Aydın” , “Entelektüel” tanımlarını okuyacaksınız. Göreceğiniz üzere öne sürülen görüşlerin haklılığı ya da geçerliliği yarattığı mahalle baskısı, kabul ile orantılı!

Türkiye'deki özür kampanyasını başlatan isimlerden Prof. Dr Baskın Oran, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların da özür kampanyasından etkilenmesini şöyle değerlendirdi: "Birincisi; kötülük bulaşıcıdır ama iyilik de bulaşıcıdır. Son 15 gün içerisinde ırkçı saldırılara uğrayan Ermenilerden özür dileme metnimizin, Kıbrıs gibi kangren olmuş bir olaya yansımasıdır bu yeni girişim.
İkincisi, bize saldıranların en çok söylediği şeylerden biri şuydu: ‘Özür dileme karşılıklı olur!’ Hadi, buyursunlar. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar karşılıklı olarak özür diliyorlar işte.
Hadi, memnuniyetlerini dile getirsinler şimdi bize saldıranlar. Ama korkarım şimdi de sıkılmadan şunu diyeceklerdir: 'Kıbrıslı Türkler niye özür diliyor? Kıbrıslı Rumlar dilesin sadece!'"

“Aydın, Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirecektir.
Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmaktır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.
Biz de Schumpeter gibi düşünüyoruz. Entellektüel, tariflere hapsedilemez. Karl Marx, aydınlara tarihin ilerlemesinde motor ve öncü görevi verir, ama aynı zamanda onları aşağılar da; zîra aslî fonksiyonları “tek devrimci sınıf” olan Proleterya’nın iktidarını sağlamaktır; yâni yaptıkları “sağdıç emeği” dir netîceten.


Aydınlar bir “sınıf” mı? Hayır! Ancak, olsa-olsa “zümre”. Başka? Başkası şu: Aydınlar, ilim adamlarından daha mühimdir, ama onlardan daha az şâyânı îtimaddır aynı zamanda ve çok kolaylıkla yakalanabildikleri iki de hastalıkları vardır: “İhânet “ ve “yabancılaşma”. “ (Julien Benda. Aydınların İhaneti ) (Durmuş HOCAOĞLU)


Ülkemizdeki liberal aydınların büyük bir kısmı AKP iktidarını destekledi. Liberalizmin kökünde ‘birey’ yatar. Oysa AKP’ye verdikleri destek, sonunda bireyin özgürlük alanını kısıtlamaktan başka bir işe yaramadı!
Bunun böyle olacağı başından belliydi. Ama Kemalizm’e karşı olumsuz duruşları nedeniyle liberaller ve yumuşak dinciler hiç de kutsal olmayan bir ittifak yaptılar. Şu ana kadar. Bundan sonra ne olacağını hep birlikte göreceğiz!
Benzer bir paradoksu ‘liberal aydınların’ çoğunluğunu oluşturduğu bir grubun başlattığı ‘Ermeni kardeşlerimizden özür dileme’ kampanyasında da görüyoruz.
‘Aydın’, ‘entelektüel’ veya ‘münevver’ dediğimiz (Alman sosyoloğu Karl Mennheim’ın ‘kısmen sınıfsız katman’ diye tanımladığı) bu toplumsal kategorinin genel kabul gören bir tanımı yoktur.
Hele de liberal düşüncede ‘aydın kategorisinin’ hiç mi hiç yeri yoktur.
Zira ‘aydın’, sözcüğün de ifade ettiği gibi, ‘aydınlanmış olan’, ‘seçkin’, ‘sıradan insanların bilmediği şeyleri bilen’ ve topluma, siyasetçilere akıl veren, yol gösteren kişi anlamına gelmektedir.”(Radikal)

“Bu noktaya dikkat. Yıllarca Köy Enstitüleri’nden ve Halkevleri’nden yetişen aydınlar Türkiye halklarını aydınlatmada “eşeğin sırtına vursan taşınamaz” bir yükü, bin bir güçlükle, emekle çektiler. Üstelik üzerlerindeki tüm baskıya rağmen. Rıfat Ilgaz’ların, Aziz Nesin’lerin, Fakir Baykurt’ların, Orhan Kemal’lerin, Yılmaz Güney’lerin ve adını sayamadığımız yüzlerce sanatçımızın; sokak ortasında kurşunlanan, okuldan atılan aydınlarımızın, bu kurumlarda yetişerek, köy kasaba demeden dolaşan, memleketin en ücra köşelerine bilim götüren, fikir götüren, hizmet götüren binlerce insanımızın adı anılmadan “aydınlanma” denen kavram açıklanamaz. Bu halk onların söylediklerinden çok şey anladı. Üniversiteliler onlardan çok şey anladı. Hatta o kadar çok şey anladı ki cumhuriyet onlara yetmedi, daha özgür bir ülke kurmak için harekete geçtiler. Üstelik kimse “onlar”a içinde Huriler ve Kevser Irmakları olan bir cennet de vaat etmediği halde. “ (Dinçer Aslan)

“Aydın, düşüncenin “evrimini” yadsımayan;
düşünme eyleminde bulunarak bu evrime “katkıda” bulunan; katkı verdiği oranda “koşullanmışlıklarından arınan” kişi demektir.

Bu tanımın dışında kalan “okumuşlar”, eleştirilmesi gereken aydınlar değil, zaten aydın olmayanlardır. Tarihsel süreç içinde insanlık aydınlanma zeminini, öncelikle inançtan akla atlayarak, inanç alanı dışına taşınıp doğayla ve toplumla bir hesaplaşma içine girerek yarattı: Bilgelerin öncülüğünde yaşama geçirilen bu aydınlanma, Ilkçağ aydınlanmacılığı idi: Insanın bedensel ve zihinsel yeteneklerinin eğitimle geliştirilmesini amaçladı. Ardından, akla atlayabilmek için inançta kimi “varsayım” öğelerini kabul eden XVIII. yüzyıl aydınlanmacılığı, yani “Rönesans” ile başlayan “burjuva aydınlanması” geldi: İlkçağ aydınlanmasının ürünlerini ortaya çıkararak bilimi, kilise baskısına karşı savundu ve geliştirdi; gericiliğe karşı insanın her türden haklarını savundu; Ortaçağ’da kendini yitirme noktasına gelen insanı yeniden keşfetti; dünyanın insan eliyle değiştirilebileceği inancını, insan sevgisinin ve insana saygının temeline yerleştirdi. Bunu, XIX. yüzyılın gerçek aydınlanmacılığı, yani “toplumcu aydınlanama” izledi: Tarihin nesnel yasalarına dayandı; insanlık-öncesi çağdan, insanın özgürce gelişebileceği insanlık çağına geçişin nesnel koşullarını sergiledi ve yasalarını açıkladı; ezilen sınıf insanını, üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı örgütleyerek insanın “kendisini yeniden ele geçirmesini” sağladı.” (Esat KORKMAZ)

“Türkiye'de aydın ve entelektüel genellikle aynı anlamda kullanılıyor. Gerçekte, kısaca, entelektüel, 'kendi düşüncelerini kendisi üreten kişi', aydın ise, 'bilgi edinme, eğitim yoluyla zihni aydınlanan kişi' anlamını taşır. İkinci anlamıyla 'aydın', Tanzimat döneminde Türkçe'ye 'münevver' olarak girmiş bir kavram. Ama günümüzde bütün bu kavramlar genellikle okumuş, yazmış insanları tanımlamak için kullanılıyor.

Aydınlar aynı zamanda yıllardan beri kendi kendilerini de ağır bir biçimde eleştiriyor, Türk aydınının kendi kimliğini bulamadığını, bir kısmının Batı'nın bir kısmının da gelenekçi anlayışların etkisinde kaldığını, kendi toplumunu doğru dürüst tanımadığını söylüyorlar.

Aydın olarak nitelenen kimilerinin kurduğu kimi örgütlerin, derneklerin 'fazla siyasi' olduğu ya da özellikle son dönemlerde 'fazla Avrupa'nın istediği' söylemlerde bulunması eleştirinin dozunu artırıyor.

Bana göre, bizde 'aydın' fazlasıyla var ama gerçek anlamda düşünce üreten, kendi dilini geliştiren, başkalarının söylemini kendi diline aktarmaktan çok kendi söylemini uzaklara götürebilecek, herhangi bir konuda çözümler geliştirebilecek entelektüeller eksik.” (Kürşat BAŞAR)

“Başımıza ne gelmişse bu aydın denilen mahlukat cinsinden gelmiştir. Bilgiyle kurduğu eşcinsel ilişki ile ön plana çıkan bu cins, bilgiye bir nesne gibi yaklaşır. Bilgiye yaklaşımı kalpten kopmuş aklın tahrikiyledir. Bilgiyi malumat düzeyinde kafasına doldurmakla işi biten, sonra da bu malumat odunlarını sağda solda pazarlayıp caka satmakla geçinen bu üçüncü cins, bugün de hal-i pür melalin birinci dereceden failidir.”(Senai DEMİRCİ)

Aydın çevresini aydınlatabilen kişidir.

Aydınlanmış canlı cansız her varlıktan, çevresini de aydınlatması beklenir. Işık vermeyen güneş, aydınlatmayan alev yoktur.

Kendi kafası içine kapanan aydın, üstü örtülü alev gibi söner, 'aydın' aydınlığını yitirir.

Çevresi karanlıkta kalan kimsenin, kendisi de karanlıkta demektir."(Ahmet TAN)

“Bu mesele öteden beri benim de zihnimi kurcaladığı için atlayıp geçmedim. Baktım, "aydın" kavramına ilişkin ilk yazım 4 Kasım 1982 tarihli. 4 Kasım ayrıca benim doğum günümdür. Las Palmas de Gran Canaria'da yazmışım. Türkçe gitgide geriye doğru tekamül ederek iki boyutlu bir göçebe lehçesi halini aldığı için "aydın" ve "entellektüel" kavramları da karıştırılıyor artık. Üstelik "entellektüel"e "entel" biçimiyle bir de aşağılayıcı anlam yüklendi.

"Aydın", çağının en doğru ve sağlam bilgileriyle donanarak "aydınlanmış" kimse demek. Eskiden "münevver" denilirdi ki o da aynen "tenvir edilmiş", yani "aydınlanmış" manasına gelir. 18. Yüzyıl'ın, uygarlık tarihindeki adı "Aydınlanma Çağı"dır. Yani Voltaire, Rousseau, Montesqieu, von Humboldt gibi olağanüstü beyinlerin gelip geçdiği çağ... Almancası "das Zeitalter der Aufklaerung", Fransızcası "le Siecle des Lumieres"... Benim İspanyolca ve İngilizcem içler acısıdır ama o dillerde de yanılmıyorsam "el Siglo de la Luz" ve "the Age of Enlightenment" diyorlar. Hep aydınlanma ve ışıkla ilgili deyimler... Ancak onlar "aydınlanmış" insan için; "eğitilmiş" yahut "kültürlü" anlamına gelen kelimeler kullanırlar: "gebildet", "cultive", "culto" yahut "educated" gibi...

Öte yandan "aydınlanmış, eğitilmiş, kültürlü" olmak "ahlaki" bir kategori değildir. "Teknik" bir vaziyeti ifade eder. Bir insanı aydınlatırsanız aydınlanır. Onun için aydının "namuslusu" veya "namussuzu" olmaz. Aydındır ama beyaz zehir kaçakçısıdır, maddi menfaat karşılığı casusluk eder. Tıpkı aydın olmayanlar gibi! Ama eğer bir "aydın" kendini çevresinden, ülkesinden ve bütün dünyadan "sorumlu" hissediyorsa o vakit "entellektüel" olur ve artık "ahlaki" kategoriler içinde "de" değerlendirilmesi gerekir. “(Yağmur Atsız)

Ve bir entel haberi; Uluslararası ilişkiler alanının seçkin dergilerinden Foreign Policy`nin düzenlediği "Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel` anketinin sonuçları açıklandı. İlk sırada Fethullah Gülen, 4`üncü sırada ise Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk yer aldı. Foreign Policy`nin düzenlediği "Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel` anketinde Fethullah Gülen birinci oldu. Derginin seçtiği 100 isme internet kullanıcılarının verdiği oylarla belirlendi.”

Son söz büyük şairin;

“Mesele esir düşmekte değil!

Teslim olmamakta bütün mesele!”

Ankara 02/01/2009

 
Toplam blog
: 1114
: 827
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Ankara'da yaşar, dünyalı,aynadaki görüntüsüne muhalif, vicdan hesapları yapmaktan yorgun, yaşanıl..