Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '07

 
Kategori
İstanbul
 

Boğaz turu

Boğaz turu
 

Binmeyenler dahi televizyonlara kadar yansıyan binlerce görüntüleri ile boğazın adeta süsü olan tarihi vapurlarını az çok bilirler. Osmanlı tarafından önce bahşedilip, sonra ümüğünü sıkan bir mengeneye dönüşen kapitülasyonlardan yararlanan İngiliz ve Ruslar 1837’li yıllarda iki vapur ile ilk boğaz seferini başlatmışlar.

Osmanlı Devletince, önce Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi tarafından Hümapervaz adı verilen ilk gemi ile boğazda yolcu taşımaya başlanmış. Halkın boğazın iki yakası arasındaki mesafeyi yarı yarıya kısaltan bu vapurlara ilgisi, daha sonra Şirketi-i Hayriye’nin kurulması ile hız kazanmıştır denilebilir.

Şirketi-i Hayriye’ nin İngiltere gemi tezgâhlarında yaptırılan ve Rumeli, Tarabya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş gibi sefer yaptıkları semtlerin isimleri verilen altı gemi boğazı turlamaya başlamışlardır. Cumhuriyet Döneminde deniz ulaşımına Türkiye Denizcilik İşletmeleri olarak daha da önem verilerek sürdürüldüğünü görüyoruz.

Tamirat ve bakımları ile o günlerden bugüne yaşatılabilen vapurların seferleri sonucunda boğazda birçok yeni yerleşim yerleri açılmıştır denebilir. Geçmişin piknik ve mesire yerlerinin şimdinin ünlü semtlerine dönüşmesine sağlayan işte bu ulaşım aracıdır dense yeridir. Bu vapurların yaz ayları için üstü ve yanları açık kısımlarına oturarak boğazın seyrine dalmanın tadı başkadır. Çamlıca gibi yüksekçe bir yerden baktığınızda bu vapurların bir kuğu edası ile boğazda turlarını seyretmek ise ayrı bir zevktir.

Birçoğunuzun bildiklerini tekrarı sayılabilecek bu girizgâhtan sonra bugünkü konumuza gelelim.

Benim haftalık stres ve yorgunluğumu attığım en büyük lükslerimden biri, Cumartesileri gittiğim Eminönü’nden boğaz vapuru ile dönmektir. Öyle ki, gün batımı sırasında mavi, yeşil ve kızılın dansını izlemek başlı başına bir keyiftir. Hele de mevsim ilkbaharsa boğazın her iki yakasındaki tarihi köşklerin bahçelerinde bulunan erguvanların çiçeklendiği zaman ki görüntü, insanda ne sinir bırakır, nede yorgunluk desem inanın. Hadi canım, o kadar da değil diyen, misafirimiz olur buyurur gelirse göstermek boynumuzun borcudur.

Sadede gelecek olursam ayda en az bir iki defa tekrarlanan bu boğaz turlarında başıma gelen iki olay var ki, işte bugünkü yazımın ana konusudur. İlkinden başlayayım.

Eminönü’nden hareket saati altı on (18, 10) olan Boğaz Vapuruna binerken hava günlük güneşlikti. Bir buçuk saati tutan boğaz turunda İstinye iskelesine kadar herkes sorunsuz indi. Gelin görün ki, İstinye iskelesinden sonra göz gözü görmeyen cinsten bi sis bastırdı. Bizansın havalarını bilmeyen yolcuların paniğini görmeliydiniz. Can yeleklerini çıkarmak için cebelleşenlerden tutunda, o soğukta suya atlayıp sahile kadar yüzebilmenin hesabını yapanlara, eller yukarıda dua edenlere kadar envayi çeşitten bulmak mümkündü anlayacağınız.

Dakikada bir siren öttürerek ve yürüyerek geçebileceğiniz bir hızda giderken, kaptanın ‘İstinye İskelesine sis nedeni ile yanaşamayacağız’ anonsu geldi. Eyvah, yandık nidaları arasında aynı anons birer saat ara ile Büyükdere ve Sarıyer iskelelerinde tekrarlandı. Uzatmayayım efendim, son durak olan Rumelikavağı İskelesine, yarım saati aşan bi uğraşı sonunda zar zor yanaşıp inebildik. Neredeyse toprağı öpecek hâldayız demek ahvalimizi ancak özetler.

Rumelikavağı dediğimde boğazın Karadeniz’e çıkış yerinde bir yerdedir. Gecenin bi yarısı, saat bilmem kaç, onca insan ortada kala kaldık. İETT Otobüslerinin son seferlerini çoktan kaçırdığımız içinde herkes taksilere hücum etti. Duraktaki üç taksiyi de, evde bebeğim var, yaşlıyım, hastayım diyen kaptı gitti. Üç kadın bi ben sona ve dona kaldık. Yazık gariplerimin, herifiz diye yanıma sokuluşlarını, bizi bırakıp gitmeyin, deyişlerini duysanız içiniz parçalanır billahi. Bırakmadık tabii.

Bir saati geçkin sürede aldıkları yolcuları bırakıp dönen ilk taksiye bindik. İnanmazsınız bilirim ama ikisini İstinye, birini Yeniköy olmak üzere üçünü de evlerine kadar götürüp, sağ salim teslim ettim. Övünmek gibin olmasın ve birileri duymasın, Köy çocuğu olaraktan, sölemesi ayıp, para neyin de verdirtmedim. Gecenin birini çoktan aştığı bir vakit, sinirler tepede çatacak adam arar bir halde, eve ancak duhul olabildim.

Nerede kaldın, diyen İstanbul doğumlu laz kızına da; sisinden, havasından, suyundan başlayıp, memleketlerinin, taşı toprağı altınına kadar, cem-i cümlesine hörmetlerimi sunduğumu söylememe gerek yok sanırım. Büyük ihtimalle, sinirin geçsin, bunun hesabını verirsin, burnundan getiririm nasılsa, dediği için ses etmedi.

Kurtarıcımız diye ikide bir arayan hanımlarla dost oluşumuz bu olayın tek tesellisidir. Tesellisidir de, şuncacık iyiliğimizin semeresini gördük, keyfini sürdük desem de yalan olur. İyilik yapmışız, kadir kıymet bilen insanlarmış ki arayıp soruyor, davet neyin ediyorlar, değil mi efendim? Bunda ne kötülük var. Ama gelde birilerine anlat. Yok, efendim bi defa teşekkür etmeleri yetmiyor muymuş? Allah muhafaza, çiçek neyin alıp, okula ziyaretlerini filan söylemediğim iyi olmuş.

Boğaz turlarında yaşadığım ikinci olay, tarihi boğaz vapurlarının koltuklarının rahatlığı ile ilgilidir. Sadece koltukları rahat değildir. Vapurun içi geniş, kışın soğuğunda sımsıcaktır. Oturduğunuz koltukların genişliği bir yana yumuşacıktır. Geniş dediysem de, cumartesileri içeride çok yolcu olmadığı zamanlarda şöyle yan gelip uzanarak en tatlısından şekerleme keyfi yapabilirsiniz.

Salonun sıcaklığı, koltukların geniş ve yumuşaklığına bir de, denizin hafif dalgalı halinde vapur yolculuğu sırasında çekeceğiniz bir saatlik uykunun tadını, kuş tüyü yatağınız olsa bulamazsınız. Boğaz vapurlarının yolcularının büyük çoğunluğu da birbirlerini tanır. Bu yolculuk sırasında ürkek çekingen verilen selamlaşmalar ve günaydınlaşmalar, sohbete, sohbetler kimi zaman dostluklara dönüşür.

Bu dostlukların akşamın yorgun argın iş dönüşlerinde, yanlarına alınan nevaleler ve gazete kâğıtlarına sarılı içeceklerin çay bardakları ile şereflenip yudumlanması ile sürdürüldüğü görülür. Denilebilir ki, bir iki ile başlayan bu alışkanlıklar, boğaz vapurlarının arka kısımlarında seyrine doyum olmaz manzara eşliğinde yaşanan bir geleneğe dönüşmüştür. İçki dediysem de kendini bilmezcesine yapılan ve kadın kızlara sarkılıp, illallah ettirten türden değildir. Bunlar kimseyi rahatsız etmemek için, hafiften zulalayarak, şöyle biraz saklayıp gizleyerek, mahcup içişlerdir.

İster salon, ister dışarıda yenenler içilenler, buyur edilir paylaşılır. Herkes biri birini az çok tanıdığı için uyuyanlar ineceği iskele öncesi uyandırılır. Ben kendimi öyle bir alıştırmışım ki, bizim iskeleye gelmeden önce şıppadanak gözüm açılır uyanırım. Lakin o da yorgunluğuma denk geldiği nadiren zamanlarda, bir hadi bilemedin iki defa da olsa, bu uyandırılanlardan biri de ben olmuşumdur. Bakın itiraf ettim artık bi mesele kalmadı. Uyuyup kalmayı kabahat sayıp kabullendik desek bile kaldıracak var diyorsunuz. Ama işte her zaman böyle olmayabiliyor maalesef.

Şimdi efendim, Cumhuriyet Döneminde Denizcilik İletmeleri adına çalışan, canım boğazın incisi vapurlarımızı mevcut iktidar ne yaptı etti, İDO adında İstanbul Belediyesine ait bir şirkete devretti. Bunlarda hemen ilk icraat olarak, emekliliği gelenleri, tazminatını verebildiklerini, başka kurumlara sürebildiklerini, derken tüm personeli toptan kapı önüne koydu desem yerdir. Siyaset bu göz kör olsun, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dedim geçtim. Diyecem ama diyemedim, çünkü işin ucu beni buldu, üstelik bir de dokundu efendim.

Bi kere bunların bulup buluşturup, üzerlerine bir tekmil urba giydirip, turuncu gravat taktırdıkları badem bıyıklı kardeşlerimizin, Karadeniz’de taka kullanmakla az çok denize teşni, laz çocukları olduklarından bile şüpheliyim. Bir iskeleye yanaşmaları var ki, yanaşmıyoruz koca vapurla adeta iskeleye tos vuruyoruz sanırsınız. Bir saat yirmi dakikalık süreyi, bir saat daha uzatıp, canım boğaz sefasını cefaya çevirdiler. Sonra birde bazı seferleri birleştirerek üstüne adeta tüy diktiler.

Bir hafta geldik ki, altı on vapuru ile altı yirmi vapuru seferinin birleştirilmiş olduğunu gördük. Bunun Türkçe meali, boğazın her iki yakasından Karadeniz’e kadar olan iskelelere tek, tek, uğrayacağız demektir. Beşiktaş’a kadar Rumeli Yakasından, sonra direk karşıya Kanlıca’ya kadar Anadolu Yakasına, olmadı tekrar Rumeli Yakasından Sarıyer’e kadar, sonra tekrar Anadolu Kavağına uzatılmış. Boğaz turu olmuş bir mekik turu. En hızlısından gidişle bile süre üç saati aşmış anlayacağınız.

Neyse efendim, az biraz şaşkınlık ve çok sinirle de olsa, el mecbur bindik. Nasılsa saat ondan aşağı bizim iskeleye gelmemizin mümkünü yok dedik. Şöyle kıvrılacak kadar bir yer bulup uzandık. Uzanış o uzanış efendim. İkide bir kafayı kaldırıp iskelelere bakıp daha çok, daha çok derken bizim vücut saatimizde iflas etmiş tabii. O kalabalık arasında bizim tanıdıklar da kendi telaşlarına düşüp bizi kaldırmayı unutmuş.

Allahtan Anadolu Kavağında inen son yolculardan biri ‘hemşerim kalk’ diye uyandırdı. Kaldıran olmasa, artık vapurun sabahki seferine kadar uyuduk gittiydi. Anadolu Kavağı neresi oluyor, demeyin şimdi. Gecenin bi yarısı indiğim, bilmediğim bi yer işte. Sağa baksan sola baksan nafile, ev denizin taa ötesinde karşıda kalmış. Ulan kayboldum deseem olmaz. Karakola gitsen adama gülerler.

İzninizle, o akşam(gecenin körü demek daha doğru) olanları daha fazla maskara olmamak adına burada keseyim. Yine gecenin birini geçen bir saatinde, yorgun argın, sinirden bitkin, aç biilaç bir halde eve ancak ulaşabildim. Bizim cadılar ile elin laz kızına olayı tüm açıklığı ile anlattık mı? Tabii ki hayır! Ve Allah muhafaza! Bir toplantıya acilen çağırdılar, katıldık filan dedik.

Suratımızın en nalet şeklini gördüklerinden de olayın izini süremeyip yattılar. Salona gelen homurtular ile Uyudukları sabitlenince de şöyle ayakucuna basaraktan mutfağa gidip(lanet olası dolapta sessizce açılıvereyim demez) aşırabildiklerimle karnımızı doyurduk, diyemesem de açlığımızı yatıştırabildik.

Peki, şimdilerde uyuyor ya da uyuya kaldığın oluyor mu? Derseniz, uyuya kalmak neyse de, bugünlerde İDO’nun deniz seferine koydukları gemi müsveddelerinin, uzanılamayacak kadar daracık koltuklarında, aşağıdaki motorun titreşim ve gürültüsünden, uyumanın mümkünatı kalmadı efendim.

Sürç-ü lisanımız olmuşsa affedin lütfen.
Saygılarımla

 
Toplam blog
: 15
: 1788
Kayıt tarihi
: 15.01.07
 
 

1960 yılında doğmuş, kendi tabirimle ''Kayıp Kuşak'' olarak adlandırdığım 1970 kuşağından, Eğitim..