Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '06

 
Kategori
Yemek - Mutfak
 

Bol zeytinyağlı bir intikam yazısı!..

Bol zeytinyağlı bir intikam yazısı!..
 

Günün telaşı bitti, otoyollar aşıldı, eve varıldı, alelacele hafif bir tabak hazırlandı, yenildi; çay konuldu, demleniyor, şimdi sıra yazmakta... Kabul, hiç normal değilim; insan bütün gününü bilgisayar başında telaş içinde geçirip de nihayet evine vardığında koltuğuna ayaklarını uzatıp sakin sakin çayını yudumlamak varken 'blog yazacağım' diye tutturup bilgisayar başına oturuyorsa, bir acayiplik aranmalı onda kesin; buna can-ı gönülden inanıyorum! Ama gerekçeden gerekçeye de fark var, okuyunca siz de bana hak vereceksiniz eminim ki...

Zira eğer aynı insan iflah olmaz bir obursa; gün ortasında bir tesadüf eseri aklına asma yaprağında sardalya düşürülmüşse, kendisi de buna eş olarak hemen deniz börülcesi hayallerine 'balıklama' dalmakta tereddüt dahi etmemişse -alışkanlıklar kötüdür diye boşuna denmemiş-, mevcut imkanlar dahilinde de ancak bunun hayalini kurmakla yetinmek geliyorsa elden, 'intikam' duygusuna kapılmamak inanın işten değil! İntikam kabilinden elde avuçta ne var diye bakıyorum, şu karşımda Erbakan'ın yaptığı, Türkiye'mizin ilk tankı misali homurtularla çalışıp duran bilgisayarımdan başka birşey bulamıyorum; ben de "buymuş" diyorum "zavallı oburun görüp göreceği" ve yazmaya başlıyorum!

Önce itiraflar kısmından başlayım, hemen ardından bu yazının dahil edildiği "aşık atışmaları" grubu konusuna geçeceğim. Sırayı bozma börülce! 

Sınıf ayrımcılığına oldum olası karşıyımdır, tamam; ama yine de hiçbir zaman 'yaşamak için yiyenler' sınıfına mensup olmadım, olamadım; bu konuda kem küm etmeye, lafı dolandırmaya gerek yok. Yine de siz cümle kuruluşundan cesaret alıp, bunu bir hayıflanma ifadesi olarak algılamayın derim; zira o saflara kazara, yahut kendi bilinçli tercihim dışında, atalarımdan aldığım genetik kodların marifetiyle konulmuş olsaydım dahi; bunu bir zafer değil, en ağır yenilgi olarak kabul edip, teselliyi yine yemek masalarında arayacağımdan emin olabilirsiniz! 

Aşık atışmaları konusuna da hemen değineyim lafı iyice uzatmadan; zira bu deniz börülceleri pek laftan anlamıyorlarmış, bunu da şu dakika öğrenmiş bulunuyorum. Şimdi bu intikam konusu nedir, nereden çıkmıştır; aşkla meşkle, aşıkla, atışmayla, hele ki börülceyle ilgisi ne olabilir? {burada bir çengelli parantez açıp, zavallı beynimin çapraşık nöron bağlantılarına bir selam göndermek uygunsuz kaçmayacak sanırım} 

Anadolu'da gelenektir, bilirsiniz; aşıklar sazı alınca ellerine atışma başlar. Bir o söyler, bir beriki; böylece geçer zaman, onlar gönüllerince çalar söyler, dinleyen eğlenir. Hoş, şu boru sesimle işin 'eğlence yanı'ndan dem vurmak bana düşmeyecek belki ama, yeniyetmeliğime verip özürlerimi kabul buyurunuz efendim... Ben de düşündüm taşındım bugün artık akraba olduğumuz otobanımızın süper betonkondu manzaralarına dalıp gittiğim sırada, ne yapsam da bu sardalyaların intikamını alsam diye, aklıma gele gele bu çözüm geldi, çok mu güdük oldu dersiniz?... 

Şimdi, mutfakgunlugu blog'unun sahibi Semsa Denizsel hanımefendi (ben 'hakkımda' bölümünün yalancısıyım) 03.07.2006 tarihinde ağzımın suyunu akıtan sardalyalı, domatesli soğanlı bir yazı yazmış (bkz: http://blog.milliyet.com.tr/mutfakgunlugu), ben de başta söylediğim gibi bugün bu yazıyı tesadüfen okumuş, okuyup da kendi sardalyalı sofralarımızı hatırlamış bulunmuş bir obur olarak; düşündüm taşındım, dere tepe aştım, evime ulaştım, aşıklardan ilham alıp yazmaya başladım bu intikam yazısını. 

Bu Sardalyalar Ege'li mi yoksa Marmaralı mı, ya da Tuna boyunca Karadeniz'e göç edip buraları mı yurt edinmişlerdir kendilerine; aslında pek uzun olan boyları, Hamsi Bey'inden çeyiz olarak alacakları beş-on kulaçlık su uğruna fidan gibi delikanlı oğullarını o uğursuz güdük geline yar etmelerinden sonra, her yeni kuluçka döneminde kısaldıkça kısalıp bugünkü sınırlarına mı ulaşmıştır; yahut bu iddiaların hepsi bilinçsiz tarihçilerin uydurması olup asıl anavatanları Anadolu'dur da Steinbeck'in memleketine kapıkulu olarak gönderilmiş ve burada bir sokakta hanedanlıklarının ilk tohumlarını mı atmışlardır; ilk Sardalya Hanedanı kimdir; Sardunya adasının İ.Ö. XIII yüzyıldaki adının halk ağzında söylene söylene değişmiş adı mıdır yoksa Sardalya; müsadenizle bu konulara hiç girmeyeceğim; çünkü girersem bir anda tüm cehaletim ortaya çıkacak, sonra herkes bir tek 'mouse' darbesiyle benden kurtulacak, bendeniz de deniz börülcesi hayallerimle bir başına kalıvereceğim yine bütün gün olduğu üzere. O halde gevezeliği derhal bırakıyor ve börülce faslına geçiyorum. 

Birincisi; börülceden börülceye fark var; bu sözünü ettiğimin, yani benim naçizane hayallerimin sultanı deniz börülcesinin Ayşe kadının soyuyla sopuyla, yedi sülalesiyle hiç ilgisi yok; buna hemen şuracıkta yemin edebilirim parmağımı arkada çarpı yapmaya bile gerek duymadan; yani en azından benim takip edebildiğim kadarıyla yok. Bu olsa olsa, çalısüpürgesigillerden Necmiye'nin, ya da yosungillerden Fadime'nin uzaktan akrabasıdır gibime geliyor. Anayurt meselesine bir kere girdi mi, hayal gücümün ne kadar uzun atlayışlar yapabildiğini az önce siz de fark etmiş olduğunuzdan ötürü, böyle bir soru sorma gafletine düşmeyeceğinizden de eminim artık. Oh, rahatladım! Zira bu konuda en ufak fikrim yok, nöronlar da ara sıra tatile çıkmak ister değil mi? İnsanız hepimiz, halden anlamak gerek... 

Öznel tarih sayfalarını karıştırdığımızda ise, hemen yine bir on yıl kadar öncesinin Beyoğlu ara sokaklarına, {yani kitapçı raflarının kemirilmeye başlamadığı o eski güzel günlere} dönmek gerekiyor, Kurabiye sokak, numara... numara... ??? Yok, imkanı yok hatırlayamayacağım, hepinizden ve yapımcılarımdan özür dilerim...

Filmimizin adı: Set işçisiyle deniz börülcesinin aşkı...
Mekan ve zaman: Zencefil Lokantası, 1990'ların ikinci yarısı
Yapımcı ve sanat yönetmeni: Ferda & Serda Hanım
Yönetmen & görüntü yönetmeni: Dilek Hanım
Oyuncular: İstanbul'un doymak bilmez ahalisi
Set işçileri: Sen, ben, bizim oğlan, bizim kız, bir de şimdilerde çoktan çoluğa çocuğa karışmış olduğunu bildiğim ufaklıklar...

Episode I: Garson aranıyor..
Hikayemiz bir ilkbahar akşamı, o vakitler genç set işçimizin, okulunun kantin duvarına iliştirilivermiş ilanı görmesiyle başlıyor: Garson aranıyor!

Episode II: Sakarlık başa bela
Genç ve gelecek vaadeden set işçimizin eline, nereden bulunduysa bulunmuş, bir beyaz telefon tutuşturulmuştur, (oysa Yeşilçam beyaz telefonlar devrine yetişemedi diye öğretmişti bize derslerde tarih öğretmenlerimiz); set işçimiz numaraları çeviriyor, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak konuşuyor: Şeyy, ben kantindeki ilanınız için arıyordum. Hemen görüşme ayarlanıyor. Ardından deneme fasıllarına geçiliyor, tabii olan tepsilerce güzelim yemekle tabak çanağa oluyor; malumunuz, set işçisi acemi, bardaklar havada uçuşuyor, yoğurt kaseleri oyuncuların üzerlerine boca ediliyor; salatalar yanlış masalara gönderiliyor; ama deneyimli yönetmen, genç set işçimizin hevesinin farkında, bu çocuk ileride büyük yıldız olacak deyip 1'e 10 bahis oynamaktan çekinmiyor. 

Episode III: Ah Börülce!
Oysa genç set işçimizin gönlünde yıldız olmak falan yok; onun asıl meselesi oburlukla, masadan masaya giden tabaklardan başka birşeyi görmüyor gözü. İşte o sıralarda adalardan bir yar geliyor bizlere, adının deniz börülcesi olduğunu öğrendiğimiz bu zat-ı muhterem, kendisini pek öyle şık kılıflarda sunmak derdinde değil; sırtında ince bir yoğurttan şal, ahalimizin masalarının baş köşelerine yerleşiyor. Ama o görünüşüne aldırmadan ne kurumlanış, ne kendinden emin oluş... Ve hemen oracıkta yeni bir aşk doğuyor: Set işçisiyle deniz börülcesinin aşkı... 

Biliyorum, farkındayım, kendi gevezeliğimden kendi başım ağrıdı; o yüzden filmimizin sonunu öğrenmeyi siz Yeşilçam meraklılarına havale edip, öteki filme geçiyorum derhal. Filmden kısa bir bölüm: Yaz akşamı, Ege'de zeytinler arasında bir evde bir aile sofrası; akşam yemeği yenmektedir. Masada sardalya, deniz börülcesi (bu kez yoğurttan şalını almamış üstüne mevsim itibariyle), rakı (evin reisi masa başında olduğuna göre burası kesin, ancak balıkgillerle ötedenberi arası pek iyi olmayan reis kişi, yan komşudan gelen bol acılı bulgur pilavı teklifine karşı koyamayarak yerine kendisine tıpatıp benzeyen dublörünü bırakmış ve çalışma saatlerinde ağzına içki sürmemeyi ilk edinmiş dublörümüz de bol sulu ayranı kadehine doldurmuş olabilir) yahut şarap, yahut hiçbiri...

Genç set işçisi biraz daha yaşlanmış, saçlarında kırlar yoksa da yüzündeki çizgiler hafiften belirginleşmiş, salatayı mideye indirmekle fena halde meşgul. O yüzden size deniz börülcesinin tarifini verme görevini bana devretti. Fırsattan istifade, hemen vereyim şu tarifi de, bitsin bu çileee... (taş plaktan): 

İstanbul sokaklarında deniz börülcesine pek nadir rastlanır olup, gelse de, bizim fakirhanelere yolu düşmez pek. Ama Ege'de öyle mi ya? Orada kendisini bol bol, sakınmadan sunar bizlere köy pazarlarında. 

Şöyle bir kilo kadar deniz börülcesi alınır, eve varılır varılmaz ayıklanır (ayıklanak dediysem, çöpü sapı ayıklanır, yoksa haşlanmadan kılçığını ayıklamak ne mümkün?), derin bir kaba su doldurulur, bir yarım saat kadar burada bütün börülceler temizlenmeye, kirinden pasından arınmaya bırakılır; sonra suları dökülür, tekrar bol su ile yıkanır ve düdüklüye hepsi ite kaka tepilir. İşte bu noktada devreye anne girer, çünkü set işçimiz oldum olası düdüklülerden korkar. İşte bu yüzdendir ki, bana da dakika konusunda net bir bilgi aktaramamıştır, ama sanıyorum bir 15 dakika yeterli olacaktır... Meraklı obur, zaten "sora sora Bağdat bulunur" mantığından hareketle deneye deneye ayarı kendisi bulacaktır eminim ki! 

Sonra düdüklü konusundaki kapak kapama usulleri gibi kapak açma usülleri konusunda da annenin yardımına başvurulur; gizemli ve çok gizli metodlarla o çelik kapak kaldırılır, içinde havasızlık ve sıcaktan neredeyse patlamak üzere olan börülceler hemen başka bir kaba alınarak rahatlatılır, suları süzdürülür ve serinlemeye bırakılır bir süre. Sonra tek tek ve incelikli hareketlerle tüm kılçıkları özenle ayıklanır- bunun için lütfen balık bıçağı kullanmayınız, doğrudan iki elinizle işe girişebilirsiniz- ve hafif derin bir kaseye alınır. Bu işlem tamamlanır tamamlanmaz daha önce başka bir kapta kaynaşmaya bırakılmış bol zeytinyağ, bol sarımsak ve bol sirke bir kez daha karıştırılıp börülcelerin sıcaktan kavrulmuş bedenlerine ilaç niyetine dökülür hiçbir börülceye haksızlık edilmeyecek kadar dengeli bir dağılımla. Ve bütün bu hazırlıktan yorgun düşmüş bedenler zeytin gölgesindeki sedirde dinlenmeye bırakılırken, börülceyle zeytinyağlı sosumuz da şöyle bir saat kadar kendi haline terk edilir... Sardalyalar kızardığında ise onlarla birlikte afiyetle yenilir... 

Bu arada unutmadan ekleyelim: Malumunuz, adı üzerinde deniz börülcesi, her ne kadar denizde değil, denizin hemen kıyısında yetişiyor olsa da, bu sevdiğimiz bitki kardeşimiz üç tarafı denizlerle çevrili memleketimizin denizlerinin tuzundan bolca nasiplenmiştir; dolayısıyla, haşlama esnasında içine biraz daha tuz atılması veya sosuna tuz katılması onun katliamı olacaktır. Buna sarımsakların dövülme aşaması da dahildir. Bu notu da bilgilerinize sunmak isterim. 

*** 

Ne zahmetli şeymiş intikam almak. Yok, hemen burada huzurunuzda söz veriyorum, bir daha böyle işlere girişirsem adımı anmayın, yüzüme bakmayın! Deniz börülcesiz kalayım, Sardunya adasına sürüleyim... Saat gecenin bilmemkaçı oldu, tüm yapılacak işlerim kaldı. Bir daha olmayacak, bu son olsun! 

 
Toplam blog
: 5
: 2791
Kayıt tarihi
: 07.04.06
 
 

Aynı gün kaybettiğimiz iki büyük usta için... Sinema dünyasında yaprak dökümü 89 yıla 6..