Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Bosna Hersek Gezi Notları

Bosna Hersek Gezi Notları
 

mostar köprüsü


Konakladığım yerler;
Saraybosna: Tahcica sokak 4 ( hotel yıldız karşısı) 15 €
Mostar: Dada Kasumoviç İvanç Krndelije 11 c gsm. 062/426-291 10€


Ulaşım bilgileri:

Zagrep- Saraybosna otobüs 209.3 KN ( Hırvat kunası )
Saraybosna-Mostar tren 9.90 KM ( Konvertible Mark )
Mostar- Dubrovnik otobüs 25 KM
Mostar- Blagaj otobüs 2.1 KM
Mostar- Medjugorje 3.5-4 KM

24.05.2009  ( ZAGREB  -  SARAYBOSNA )

Akşam erken yattım ama, oda yolgeçen hanına döndü. Ben her uykuya dalışımda, sırtında çantası, yeni biri giriyor içeri. Sessiz de olsalar, toparlanıp yatana kadar uyuyamıyorum. Yine de; uykusuzum diyemeyecek kadar uykumu almış olmalıyım, 04.00 ‘de uyanıyorum. Uyusam, bir saat sonra uyanmam çok daha acı olacak. Oda arkadaşlarımı uyandırmamak için, çantalarımı koridora taşıyor ve gerekli son düzenlemeleri yaparken, bir yandan da, dışarıdan gelen sarhoş naralarını dinliyorum. Otobüs garajı, hostele yaklaşık 1.5 km. uzakta. Tren istasyonunun önünden tramvaya binmek için çıktığım halde, yürümeyi tercih ediyorum, henüz karanlık ve boş sokaklarda. En korktuğum şey, sırtımda, 20 kg. luk çantam, elimde küçük sırt çantam varken, sarhoş veya serserilerle dalaşmak. Sabahın serinliğinde, çantaların ağırlığı bunaltmıyor beni. Saraybosna otobüsünün hareket edeceği 303 nolu perondaki banklardan birine oturuyor, çantamdan çıkardığım küçük francala ekmeğin karnını, çakı ile yararak, jambon ve isli peynirleri dolduruyor, nestea eşliğinde harika bir kahvaltı yapıyorum. Hala, görünürlerde, kimseler yok.

Bu coğrafyada şöföre, bagaj bedeli olarak para ödemek adeti var. Genelde, 1 € civarında oluyor. Hareket saatine yakın, sırt çantamı uzatırken, kurnaz benden 2 € istiyor, ben de, cebimdeki, 0.5 € değerindeki metal Hırvat Kunalarını boşaltıyorum avucuna, sayacak vakti yok. Çaresiz cebine atıyor. Otobüse biniyorum. 420 km’lik yolu, 8 saat oturarak gideceğim. Otobüs, Hindistan’daki otobüslerden biraz daha düzgünce. Zagreb içinde çalışan otobüsler, bunun yanında uçak sayılır. Şaftta asimetri olmalı, giderken, otobüs bel kıvırıp duruyor. Zagreb çıkışında yeşil panorama başlıyor, ama ben, Slovenya’nın büyülü yeşilliğini beyhude arıyorum.

Şaşılacak kadar geniş araziler ekilmiş ve bakımlılar. Yollar Türk tırları ile dolu. Yol boyunca ince çitlerle yol, araziden ayrılmış. Bir ara, çitin yanında, yolu izleyen bir ceylana takılıyor gözüm. Ülkemde, koruma çiftliklerinde bile, vurulan hayvanlar aklıma geliyor, üzülüyorum.


Dümdüz bir otoyolda ilerliyoruz 1.5 saatten beri, içim geçiyor, uyuyacağım, ama; ortalığı seyredebilmek için direniyorum. Henüz, büyük bir yerleşimden geçmedik, sadece, bakımsız, derbeder köylerin yanından geçiyoruz. 08.45 ‘de Bosna Hersek’e ait Stara Gradiska kasabasındayız. Hepimizi indiriyorlar, küçük bir gişe önünde pasaport kontrolu için kuyruğa giriyoruz. Görevli, şöyle bir bakıp uzatıyor pasaportları. Hırvatistan’a girdiğimde de, çıkışımda da pasaportuma bir damga vurulmadı. Birisi sorsa, Hırvatistan’a girip, çıktığımı ispatlayamayacağım. Artık Bosna Hersek Federasyonu topraklarında, Sava nehri boyunca ilerliyoruz. Sava nehri, Slovenya’da doğup, 990 km. sonra Belgrad’da Tuna nehrine, sonunda da; Karadeniz’e dökülür.

Bu kez Bosanska Gradiska isimli Bosna Hersek sınır kasabasındayız. Yine bir polis biniyor, yine pasaportları topluyor. Öyle garip coğrafya ki; burası fiilen Bosna Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde, ancak, Bosna Hersek Federasyonu içerisinde yer aldığından, Federasyon polisi görev yapıyor sınırda. İç savaştan sonra, ayrı cumhuriyet kurarak, Federasyonu kuzey, güney ve doğudan, tam anlamıyla ablukaya alan Bosna Sırp Cumhuriyeti, yapılan etnik temizlikten sonra, en bereketli topraklara sahip. 15 dakikalık beklemeden sonra, pasaportlarımız elimizde, Sırp Cumhuriyeti içlerine doğru ilerliyoruz. Bir gariplik daha, Bosna Sırp Cumhuriyetinin başkenti Saraybosna, fiili başkent ise Banya Luka. Banya Luka’ya uzanan yollar boyunca, yoksulluk göze çarpıyor, bir de, ayyıldızlı bayraklı mezar taşları ile Boşnak mezarlıkları. Karşı tepelerde, camileri ile köyler görünüyor.

Halen, Sırp Cumhuriyetinde yaşayan Boşnak bırakıldı mı, bilmiyorum. Eğer varsa, mantıksız bir şövenizmin kol gezdiği bir ülkede, azınlık olarak yaşamanın ne kadar zor olduğunu düşünüp, ürperiyorum. Ülkemin, Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Keldanileri, Nasturileri geliyor aklıma. Bir de, Hrant’ın, güvercin ürkekliğinde yaşamaya dair sözleri. Saat 09.15, yol boyunca, küçücük, tek tip, önünde de küçük bir bahçesi olan kulübelerin önünden geçiyoruz. Hemen hepsinde, birbirine çok benzeyen Sırbistan ve Bosna Sırp Cumhuriyeti bayrakları dalgalanıyor. Sağda, minyatür Banya Luka havaalanını görüyorum. Sırbistan ile acil durum ve moral köprüsü olarak kullanılıyor olmalı. Hatırladığım kadarı ile, burada bir kayak merkezinden başka turistik bir yer yok. Sırbistan gibi, uluslar arası toplum tarafından sert bir izolasyon altında bildiğim kadarı ile.

Ortalıkta, otomobilden çok, oto hurdacısı var. Çelik halatlara, oto parçalarını çamaşır asar gibi asmış, teşhir ediyorlar. Banya Luka otobüs terminali bir köy meydanından farksız. İki kadın iniyor, ezik, yorgun, gençliklerine rağmen tükenmişler sanki. Sırpların 1991 yılında ateşlediği şövenizm, bumerang gibi dönerek, kendilerini vurdu. Balkanlar’da kendilerinden başka horoz istemeyen AB ve Amerika, elinden Kosova’yı da alarak, silahsız, çaresiz, bir yığın yoksunluk içerisinde bıraktı Sırbistan’ı. Sırbistan Komünist Partisinin faşist lideri Miloseviç’in çılgınlıkları, Batılı kuruluşların akıttığı fonlarla muhalefeti desteklemesi ile durduruldu, sonunda hapishanede öldü.

Bosnalı Sırpların lideri Radovan Karadziç ve etrafındaki Sırp milliyetçiler, 300000 kişinin ölümüne neden olan ve üç yıl süren Bosna Savaşında, yaptıkları katliamlarla, Yugoslav Federasyonunun Avrupada’ki gücünü ve ağırlığını yok etmek için fırsat bekleyen emperyalist devletlerin ekmeğine bilerek ya da bilmeyerek yağ sürdüler. Bush, kan ve ateş günlerinde ne gariptir ki; bu coğrafyadaki hareketleri, ABD’nin ulusal güvenlik, dış politikası ve ekonomisi için bir olağanüstü bir tehdit olarak kabul etti. Mesajı, emperyalistler derhal anladılar. Binbir manipulasyonla Yugoslav Federasyonu bölünerek, yedi şehir- devlete dönüştürüldü ve her birinin ağzına biberon verildi.

Otobüsün camından Banya Luka ‘nın bir Avrupa başkentine yakışmayacak sefalet manzaralarını izlerken, yakın tarihin akla sığmaz tezgahlarını, provakasyonlarını düşünürken, siyaha boyanarak üzerine çarpı atılmış Kosova bayrakları dalgalanıyor harabeyi andıran evlerin bahçelerinde.

Saraybosna’ya 235 km. daha var. Bu demektir ki; daha yolun yarı bitmedi. Vrbanja nehri yol boyunca tertemiz akıyor. Evlerin küçük bahçelerinde öbek öbek güller açmış, sıvasız, tuğla evleri kısmen güzelleştiriyor bu güller. Banya Luka’dan çıkarken, Vrbanja nehrinin üzerindeki ahşap köprüden geçiyoruz. Dar, virajlı, iki şeritli bir yolda tamamen ormanın içinde ilerliyor otobüs. Bu yolu görünce, 420 km.lik yolun neden 8 saat sürdüğünü anlıyorum.

Saat 10.45, bir masaj koltuğunda hissediyorum kendimi, Hindistan’daki ordinary sınıfı otobüslerin sarsıntılarını hatırlıyorum. Otobüs silkeledikçe, uyku bastırıyor, ama, o kadar güzel manzaralar içinden geçiyorum ki; bir saniyesini kaçırmak istemiyorum. Mavi-kırmızı-beyaz şeritli Sırp Cumhuriyeti ve Sırbistan bayrakları her yerde dalgalanmaya devam ettiğine göre, hala Sırp topraklarındayız. Burada, Sırpça kullanıldığı ve kiril alfabesi ile yazılmış levhaları anlayamadığım için nerelerden geçtiğimi de anlayamıyorum. Yollar giderek daha da daraldı, dik yamaçların ucundan geçerken, aşağıdaki derin vadileri, uçurumları, yemyeşil çam ormanlarını izliyorum. Otobüs sarsıldıkça, koltukların üzerindeki havalandırma kanallarından sular dökülmeye başladı üzerime. Üzerimdeki beyaz tişörtün üzerinde, sarı lekeler bırakarak kuruyorlar, benim de uykumu dağıtıyorlar bu arada. Ipıssız bir dağ başında, aniden büyük bir sütun çıkıyor karşıma, üzerinde Sırpça yazılar, bir çelenk ve Sırp bayrağı var. Anlaşılan, iç savaşta, çatışmaların yaşandığı bir nokta burası. Ah savaş, seni yoketmeyi başaracak kudretli biri olabilseydim. İlk İngilizce levhayı görüyorum. “ bridge ugar “. Ugar nehrinin üzerindeki köprüden geçiyorum, çatışmalarda harap olan köprünün, pek çok katliama sahne olduğunu, NATO tarafından yeniden inşa edildiğini okumuştum.

Az sonra, üç-beş haneli köyden geçiyoruz. Avurtları çökmüş, kamburu çıkmış yaşlı bir kadın, evin bahçe kapısının önünde oturmuş, dayandığı bastonu avuçlamış, dalıp gitmiş bakışları ile uzaklara. Bahçede, gelini veya kızı, üzerinde kırmızı bluzu, sap sarı saçları ile elindeki tırmıkla giriştiği otları bir tanrıça gibi savuruyor. Daha aşağılarda Ugar nehrinin aktığı korkunç Ugar Kanyonu nihayet bitti. Artık Boşnak ve Hırvatların oluşturduğu Bosna Hersek Federasyonu topraklarındayız. Travnik otobüs garajında mola veriyor otobüs. Burası, Osmanlı İmparatorluğu vezirlerinin pek çoğunun devşirildiği yer. Liyakatli olanlar vezir-i azamlığa kadar yükselebiliyorlardı. Aynı zamanda Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in doğum yeri burası. İlk defa bir otogarda çalışmayan saat görüyorum, hem de kocaman ve tüm alana hakim bir yerde. Yemyeşil panorama burada da devam ediyor. Dimdik yükselen, yamaçlarda, yemyeşil ormanların arasında seyrek evler, güneşin altında, yeşil bir deniz içindeki adacıklara benziyorlar. Tuvaletten çıkışta, turbanlı kadın illa da euro istiyor benden. Yanımda ne metal euro ne de Bosna Hersek parası KM (konvertible mark) var. Cebimdeki Hırvat Kunalarını verip ilerliyorum, kadın söylenip duruyor arkamdan. Hafif esen rüzgar, uzun zaman süpürülmediği belli olan, terminaldeki toz ve kağıt parçalarını havalandırıp, başka bir köşeye transfer ediyor. Üzülüyorum, çünkü, Müslümanların yoğun olduğu coğrafyada boşvermişlik izleri fark ediliyor hemen. Bugün Pazar günü. Yol boyunca uzanan orman ve nehir kıyısında pikniğe gelen aileler rengarenk noktalar halinde dağılmışlar arazide. Saraybosna’ya 43 km. kala otoban başlıyor. Yamaçlardaki köylerde camiler ve Katolik kiliseleri yükseliyor. Hava gittikçe ısındı, ama, Hırvatistan’ın medar-ı iftiharı Centrotrans otobüs firmasının bu otobüsünde klima çalışmıyor, hamama döndü ortalık. Saraybosna’ya yaklaştıkça, inşaat ve yol genişletme çalışmaları da yoğunlaştı.

13.30 da Saraybosna tren ve otobüs garajının yan yana bulunduğu meydanda iniyorum. İki gence “ başçarşıya “’ya nasıl gideceğimi soruyorum. 50 m. ilerideki 1 nolu araca binmem gerekiyormuş. Şöför ille de KM diye tutturuyor, yok diyerek oturuyorum. O hala bir şeyler söylüyor, 5 € uzatıyorum, oflaya puflaya 1.8 KM bilet bedelini keserek, üzerini de KM olarak uzatıyor. Yaklaşık 1 € = 2 KM olarak hesaplanıyor. Hareket ediyoruz, Saraybosna’nın turistik ve Osmanlı izlerini taşıyan merkezi Başçarşıya’ya doğru.

Troleybüs, amansız güneşin altında, metal fırına dönüşmüş. Caddelerde kimseler yok. Miljecka nehri boyunca ilerlerken, fotoğraflardan tanıdığım “ sebil “’i görüyorum, az sonra da, şöför son durağa geldiğimi ikaz ediyor. İniyorum, az sonra Başçarşıya meydanındayım. Niyetim, bir oda kiralamak. Yukarı uzanan bir caddeye giriyorum. Hayret, buralarda, kiralık oda levhaları yok. Çantalar sırtımda, sıcağın amansızlığı ile giderek ağırlaşıyor, terden gözlerim yanıyor.

Civardaki bütün sokaklara bakıyorum, oda yok. Çaresiz, tekrar Başçarşıya meydanına inerken, Hotel Yıldız levhasını görüyorum. Sahibi genç bir Boşnak, 42 yaşında 6 çocuk sahibi olmayı başarabilmiş, İstanbul’daki arkadaşlarına sık gidip geliyormuş, Sirkeci- Halkalı arasındaki tren istasyonlarını ezbere saymaya başlıyor. Yahu, Türkçe bildiğini daha önceden söylesene. 40 € ‘dan 30 €’ya iniyor. Sen bana müstakil bir oda bul diyorum. Bir yerlere telefon ediyor, otelin karşı kapısındaki binada iki üç oda varmış. 15 € ‘ya anlaşıyorum. Odayı beğeniyorum, yeni restore edilmiş, henüz vernik kokuları çıkmamış. Uzandığım yerden, Miljeçka nehrinin öte yanındaki yemyeşil yamaçları, yerleşimleri seyrederken, Sırp sniperlerinin buralara mevzilendiğini hatırlıyorum, keyfim bozuluyor. Bosna Hersek’te kaldığım sürece sniper, mezar ve katliam kelimeleri ile sıkça karşılaşacağımı hissediyorum.

Az sonra Başçarşıya meydanında, Sebil’in yanında, Türkiye’de, Galatasaray takımında 1983-1984 sezonunda 16 gol ile gol kralı olmuş Tarık Hodziç’in köfteci dükkanındayım. Adamcağız, döndükten sonra köşe olmuş. Hodziç A, Hodziç B, Hodziç 2 isminde bir ızgara dükkanı zinciri kurmuş. Bu dükkanlara “ cevapciçi “ deniyor burada. İnce kıyılmış soğan, domates, köfteler ile sanki İstanbul’da Sultanahmet Meydanındayım. Bir yandan Başçarşıya meydanından gelip geçen insan trafiğini izlerken, diğer yandan köftelerimi yiyorum keyifle. 9 KM hesap geliyor.

Her şey güzel de, Saraybosna’nın en çok turist çeken Başçarşıya meydanındaki Sebil’in çeşme yalaklarında yığılmış çöpler canımı sıkıyor. Bu kadar esnafın, bu kadar kolay bir işi başaramamalarına kızıyorum. Neredeyse, çöpleri, bir poşete doldurup, çöp kutusuna atacağım. Sıcakta biraz uzanıp dinlenmek istiyorum, ama, kenti dolaşmak arzusu ağır basıyor.

Fotoğraf makinemi, rehber kitabımı koyduğum çantamı omuzuma asarak, Başçarşıya meydanı civarındaki camileri dolaşmaya başlıyorum. Ne hikmetse, rehber kitabım LP, bu coğrafyada, detaydan kaçmış. Saraybosna’da bir tek Gazi Hüsrev Bey camiinden bahsediyor. Oysa, ilk bakışta 4-5 cami minaresi görmek mümkün, Başçarşıya meydanının sağı solu cami dolu.

Sebil’in hemen yanındaki, bahçesinden her tarafa rengarenk güller fışkıran caminin bahçesindeyim. İsmi yazmıyor. Güzelim bahçedeki güllerin diplerini çapalayan yaşlı bir adama soruyorum. Hacı Yahya Hacı Durak Camii imiş adı. Yaşlı adamın söylediğine göre 1528 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmış. (Dönüşte, internetten yaptığım araştırmada Saraybosna’da bu isimde bir camiye rastlamadım.) Ne olursa olsun, kurşun kubbeleri, bahçesindeki gülleri ile ruhu sakinleştiren bir cami burası. Zaten, Anadolu ve Osmanlı coğrafyasında pek çok köprü ve cami Mimar Sinan’a mal edilir.
Az sonra, Miljecka nehrinin üzerinde, Başçarşıya ve Bistrika mahallelerini bağlayan sabıkalı Latin Köprüsünün önündeyim.

Latin Köprüsü yakın tarihte iki kez sabıkalı bence. 28 Haziran 1914 yılında, Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinant ve karısı Sophia, “ Genç Bosna “ örgütü üyesi Gavrilo Princip tarafından öldürülürler. Bu örgüt, Bosna’nın Avusturya- Macaristan İmparatorluğundan, Sırbistan’a ilhakı için gayret göstermektedir. Akabinde, İmparatorluk, Sırbistan’a savaş açar. Rusya, Sırbistan’ın yanında yer alınca, Almanya da Rusya’ya saldırır, derken, İngiltere, Belçika, Fransa saflaşarak 1. Dünya Savaşının cephesini genişletirler. Kazananın, Osmanlı İmparatorluğuna da saldıracağını düşünen Harbiye Bakanı Enver Paşa, Almanya’nın yanında taraf olarak 2 Kasım 1914 yılında savaşa girer. Ardından, Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılma süreci başlar. 10 milyon ölü, 23 milyon yaralı, 32 milyon insan kaybına mal olan bu savaşın barutunu ateşleyen Latin Köprüsünün üzerinden geçerken, savaşlara lanet okudum, ürperdim.

Latin Köprüsünün ikinci sabıkası ve yüz karası, 1992’de, iç savaşın ayak sesleri yaklaşırken, 18 yaşındaki, Bosnalı bir kız öğrencinin Sırplar tarafından bu köprü üzerinde öldürülmesi. Miljecka nehrinin Bistrika mahallesindeyim. Burada, Başçarşıya’nın kalabalığından eser yok. İç savaş sonrası, Müslüman olmayan nüfus ( Sırp, Hırvat ) bu bölgeye yerleşmiş. Karşıma çıkan ilk caminin üzerinde Careva yazıyor, 1566 yılında yapılmış, İmparatorların camii veya Osmanlıca Hünkar Camii olarak anılıyor, bahçesi inadına tevazu ve sessizlik içerisinde, bir de çay, kahve ikramı yapılan sebili var. Diğeri; Tokatçı Hacı Süleymanova cami ise, 1538 de inşa edilmiş. Camilerin hemen yanında ahşap bir konak ve hamam, Osmanlı motiflerinin yok olmak üzere olan inceliklerini sergiliyorlar yorgun argın da olsa, dikkatli gözlere.

Latin Köprüsüne bunca savaş ve cinayete neden olduğundan mıdır bilemem, sık sık üzerinden geçip, ayaklarımın altına almak istiyorum. Bistrika’dan, tekrar Başçarşı’ya dönüyorum. Saraybosnalı Müslümanların göz bebeği Gazi Hüsrev Bey Camiinin bahçesindeyim bu kez. 1531 yılında inşa edilmiş, pastel renklerinin dinlendirici atmosferi, bahçesindeki şadırvanı ile, Bosna katliamlarından koparıp, bir anda huzur ikliminin içine sürüklüyor insanı. Kalabalık bir grup camiden çıkarken, içeri girmeye çalışıyorum, görevli koca kapıyı kapatıyor. “Yapma, Türkiye’den geliyorum“ deyince, iki kelimeyi anlamış olmalı, kapıyı tekrar aralıyor, rafların üzerine bıraktığım ayakkabıları göstererek, “yanına al, çaldırma“ anlamında bir şeyler söylüyor.

Minber ve üzerindeki desenler, mermer sütunların tümünde de pastel renklerin uyum ve dinginliği rahatlatıyor insanı. Her ne kadar, iç savaş sonrası, Suudi Arabistan tarafından aktarılan fonlarla, pek de aslına uygun restorasyon görmediği söylense de; cıvık renklerden azade, olgun, durgun halini çok seviyorum Gazi Hüsrev Bey Camiinin. Sağa sola bakarken kapının kilitlendiğini duyuyorum yeniden. Kapıya doğru koşuyorum, akşam ezanına kadar caminin içinde hapis kalmamak için. Adam ilerlemiş olmalı, çaresiz hızla vuruyorum kapıya, neden sonra, kilide giren anahtar sesini duyuyorum. İçeride unutmuş beni, biraz mahçup, biraz pişman ifade ile kapıyı açıyor, ben de, ezan saatine kadar dua etmekten sarf ı nazar ediyorum böylece.

Gazi Hüsrev Bey Camiinin bahçesindeki şadırvandan buz gibi su akıyor. Hodziç’in köfteleri, içimi yakmış olmalı, yapıştırıyorum dudaklarımı buz gibi suya, kana kana içiyorum. Bu arada, Türkçe konuşmalar duyarak, bir gruba yaklaşıyorum. Belli ki, tarikat mensubular, 400 kişilik bir grupla gelmişler Adana’dan. İçlerinden birisi yüzüme bakarak; “Allahın nuru aydınlatsın seni“ diyor, badem bıyık yerine bıraktığım top sakalım, istenen mesajı veremedi, nursuz buldu beni anlaşılan. Derken ayaküstü sohbet koyulaşıyor, kenarda bekleyen turbanlı eşleri ikide bir sesleniyor olsalar da; ihvanlar, benimle sohbetten, daha doğrusu, rehberlerinden duyduklarını bana aktarmaktan kopamıyorlar.

Boşnak direnişinin ardındaki manevi güç, yoğun ateş altında dahi, makyaj yaparak, ölüm kokan sokaklara, çarşıya çıkan Boşnak kadınları ile, hamaset bulutlarına binmeden, sakin ve zekice planlarla Sırpları oyalayıp, direnen Boşnak militanları tarafından yaratılmış olmalı bence.

Hızımı alamayıp, Başçarşıya’nın ardındaki tepelerdeki yerleşimlere doğru yürümeye başlıyorum. Miljecka nehrinin yanındaki büyük binanın önündeyim şimdi. Giriş kapısındak devasa burgulu sütunları, Selçuklu motiflerinden bezemeleri ve harika mukarnas işçiliği ile öylesine tanıdık geliyor ki; harab olmuş cephesine asılmış, levhayı okuyunca, inanın benim de yüreğim , tutuşuyor. Mermer levhada, 25-26 Ağustos 1992 gecesi Sırp milisler tarafından, milli kütüphane olarak kullanılan bu binada bulunan iki milyon kitap ve periyodik yayının yakıldığı anlatılıyor ve “ unutma kazan “ diyerek bitiyor. Tahta perdelerle kapatılmış, onarılmayı bekleyen, beş katlı güzelim binanın etrafında dolaşıyorum, güzelim bezemelerin kurtarılmasını umut ederek ve yanan iki milyon kitaba yanarak.

Tepelere vuruyorum kendimi Logavina caddesi boyunca. Akşamüzeri serin olur demiştim ama, sıcak henüz hız kesmedi, ter içindeyim. Suyum da bitti yanımda. Saraybosna’nın eski mahallelerinin içine doğru girdiğimi hissediyorum. İşte Vratnik Meydanı, orta çağdan kalan üç kapısından birisi olan Sirokac’ın içinden geçiyorum. Onun yaşadıklarını, gördüklerini görmek istermiydim diye düşünmeden edemiyorum. Farklı noktalarda, iki ahşap minare dikkatimi çekiyor. Yanlarına yaklaşıyorum. İlki, İplikçi Sinan Jekovaç camii, diğeri; Sinan Voyvoda Hatun Porçina. Her ikisi de 16 y.y’da inşa edilmişler ve ikisi de savaşın çılgınlığına direnebilmiş. Saffet Bega Bazagiç caddesi boyunca, tırmanıyorum, sağlı sollu toplu mezarların arasından geçerek.

İç savaş sonrası her boş alan, her futbol sahası, katledilen Boşnaklara toplu mezarlar olmuş. Mezar taşları üzerindeki ölüm tarihleri 1993-1994-1995 ler, yani Sırpların, çılgın şövenizminin alev alev ortalığı tutuşturduğu yıllar. Sedrenik tepesinde yol, arkadaki sırta dönüyor, ben pes ediyorum. Göz alabildiğince yeşiller içerisinde Dinar Alpleri ile çevrelenmiş Saraybosna vadisi uzanıyor bulunduğum yerden. Ağaçların arasından göğe yükselmiş minareler, kırmızı damlı evler çok tanıdık geliyor bana. Bahçe kapılarının önünde oturmuş sohbet eden birkaç yaşlı Boşnak ve güneşi uğurlayan kuşların cıvıltılarından başka ses yok ortalıkta. Akasya kokuları sarmış her yanı, çiçekleri üzerinde buram buram kokuyorlar.

Çok özlediğim, çocukluk anılarımı canlandıran, kolay bulunamayacak ve tükenmesini istemediğim bir alemin içindeyim, sakin, sessiz ve huzurlu. Koşevo, Sedrenik ve Trebeviç yamaçları yemyeşil zemine serpilmiş yerleşimleri ile o kadar güzel duruyor ki; daha onbeş yıl önce, buralarda en kahpe saldırıların, pusuların, kan ve parçalanmış cesetlerin kol gezdiğine inanamıyorum. Başçarşıya’ya inerken, içlerinden, daracık suların aktığı toplu mezarlara giriyorum.

Doğum tarihleri ne kadar farklı olursa olsun, ölüm tarihleri hep, katliam yılları olmuş. Bir toplu mezarlığın ortasında yükselen anıt dikkatimi çekiyor. Yaklaşıyorum. Boşnakların lideri, yakın tarihte pek çok dalgalı olayların içinde bulunmuş, Nazilerin faşist hançer bölüğünde görev aldığı için sık sık eleştirilmiş, korkunç iç savaş yıllarında Boşnakları şemsiyesi altına toplamış, zaman zaman sabır, bazen hücum emri vermiş, Aliya İzzet Begoviç’in anıt mezarı burası. Beyaz estetik kolonlar üzerinde yükselen metal yarım küre şeklinde bir kubbenin altında yatıyor, önünde de, hilal şeklinde bir havuz var. Güzel tasarlanmış bir kompozisyon. Bu arada, hala yapımı ve tanzimi süren toplu mezarlar var Saraybosna’da.

Ara sokaklara dalıyor, sükuneti, sabrı, tevekkülü ve direnci gözlemlemek istiyor, bazen sokaktaki çocuklarla top oynuyorum. Güneşin Dinar Alplerinin ardına geçtiği saatlerde, yorgunluktan ayaklarımı sürükleyerek, Sebil’in 50 m. yanıbaşındaki odama çekiliyor, banyo sonrası iyice ağırlaşmış vücudumu uykuya teslim etmeden önce, etnik ve dini barbarlıkların neden olduğu kahredici savaşları lanetliyorum.

 

25.05.2009 ( SARAYBOSNA – Vrelo Bosna- tünel müzesi- Ilıca )

Bu sabah erken kalkmayıp, yatakta miskinlik keyfini yaşıyorum. Sonra hemen öndeki binada bulunan Konzum marketten kahvaltılık bir şeyler alıyor, odamda demlediğim çayla, Saraybosna’nın yeşil yamaçlarını, yerleşimlerini izliyorum. Bugün, Saraybosna’yı dolaşmak istiyorum.

Aşağı iniyor, Miljecka nehri boyunca İskenderiye semtine doğru yürüyorum. Şimdiye dek gördüğüm tüm Avrupa kentlerinde olduğu gibi, Miljecka nehri de, taş ve beton yataklar içinde akıyor. Öyle olunca da, toprak erozyonunun göstergesi sarı sular yerine, daha temiz sular akıyor ve topraklar erimiyor. Nehre paralel uzanan Obana Kulina Bana caddesi üzerindeki güzelim binaların çoğunun cepheleri ağır silahlarla delik deşik edilmiş. Bir kısmı onarılmış, bir kısmı felaket günlerinin anısı olarak öylece bırakılmış.

Sırp milislerin, etraftaki tepelerden Saraybosna’ya ölüm kustuğu yıllarda, savaşı izleyen bir çok gazeteci ve muhabirin konakladığı Holiday İnn oteli de silahlardan nasibini almış, sonra tamir gördüğü doğru, ancak, çatıya yakın beton panel de, sanki üzerindeki mermi izleri ile unutmamakta direniyor savaşı. Holiday İnn’in tam karşısında, cam giydirme cepheli iki binanın önünde yoğun güvenlik görevlileri görünce, ilerliyorum. Parlamento binası imiş. Bu arada, binanın önünde, boyunlarına, pankartlar asmış, yaşlı insanların dolaştığını fark ediyorum. Sanırım, hükümetin tarım politikalarını eleştiriyorlar. Sessiz, olgun bir eylem tarzı.

Az ilerideki Tarih Müzesine giriyorum. ( 4 KM ) Saraybosna’nın tarihi, 1992-1995 arasında yaşanan iç savaşa endekslenmiş olmalı. Zira, görülen her şey, sadece bu kısacık zaman diliminin eseri. Üst katta, kentte yaşanan Sırp zulmünü, yakılıp yıkılan özel ve kamu binalarını, Sırp tetikçilerin öldürdüğü sivil vatandaşları, ölümü burunlarının ucunda hissettikleri halde, makyaj yapmadan, güzel giymeden sokağa çıkmayan Boşnakları, o günlerde çekilmiş fotoğraflarla izlemek mümkün.

Zamanın başbakanları Tansu Çiller ile Benazir Butto’nun 1994 Şubatında , Saraybosna’ya, ateş altında, çelik yelekler ile yaptıkları ziyaret sırasında gözlerindeki endişeyi izliyorum uzun süre, önümdeki fotoğrafta.

Beni en çok etkileyen; ağır silahlarla parçalanmış cesetler kadar, 24-25 Ağustos 1992 gecesi Sırplar tarafından yakılmış olan Milli Kütüphanenin içindeki iki milyondan fazla kitabın içerisinde yanmayanların, bu kez Sırp milisler tarafından kesici aletlerle doğranmaları oldu. İran edebiyatını, Firdevsi’yi, Leyla ile Mecnun’u anlatan sayfalar bıçaklarla ( X ) şeklinde parçalanmış. Görünce, boğazım düğümleniyor, başım dönüyor.

Sırada, 1992 yılında yapımına başlanan Tünel’in bulunduğu yere gitmek var. Lonely Planet ne hikmetse, bu coğrafyayı detaylı anlatmamış. Burası, dünyaca bilinen ve ziyaret edilen bir yer, ancak, nasıl gidileceğini yazmamış. Elimdeki haritada nokta şeklinde yeri belirtilmiş sadece. Tramvay durağına geliyorum, 4 nolu tramvay vatmanına “ tüneli “ diye sesleniyorum, eliyle gel işareti yapıyor. Epey gidiyoruz, vatmanın haber vereceği yok, gideceğim yeri hatırlatıyorum, unutmuş olmalı, “ burada in, doğru yürü “ diyerek atlatıyor beni. Karşıdan gelen, lacivert bereli bir adama soruyorum Tünel’e nasıl gideceğimi. Adamcağız, büyük bir heyecanla anlatıyor ama ben anlayamıyorum Boşnakça’yı. Sık sık Ilıca diyerek, ilerideki tramvay durağını gösteriyor.

Durağın güzel camlarını parçalamışlar, yerdeki cam kırıntılarına basarak beklerken, durağa gelen yaşlı karı kocaya soruyorum bu kez gideceğim Tünel’i. Kadıncağız, büyük bir ilgi ile yaklaşıyor, haritadaki yeri gösterince, önce Ilıca’ya gitmem gerektiğini söylüyor, anladığım kadarı ile. “bizimle gel “ işareti yapıyor, ilk gelen tramvaya birlikte biniyor ve Ilıca’ya geliyoruz. Her taraf bar, kafe ve lüks otellerle dolu. Yüksek volümlü seslerin işgali altındaki dar sokaklardan, barların masalarının arasından geçiyoruz. Peşlerinden gidiyorum, Zelcezniça nehrinin üzerindeki köprüden geçerken, dayanamayıp tekrar soruyorum, Tüneli diyerek. Yaşlı bir kadına soruyorlar, kadıncağız kendinden emin “ bus Donji Kotarak “ deyip duruyor. Bizimkiler emin olmak için, gelen geçene sormaya başlıyor.

Zelceznika köprüsünün tam ortasında, asma köprünün üzerinde, etrafımızda gittikçe artan bir kalabalık oluşuyor. Bizim aile de benimle beraber gelerek otobüs garajına götürüyorlar beni. Ben, her ne kadar, “ artık ben bulabilirim “ desem de; kadıncağız, bastıran sıcakta ter içinde garaja getiriyor beni. Aslında bıraksa, ingilizce bilen birine sorarak, nereye, nasıl gideceğimi anlayacağım. Ama; karı koca o kadar candan yardımcı olmaya çalışıyorlar ki ; kırılacaklar diye de ayrılamıyorum yanlarından. Sonunda 32 nolu otobüs peronuna getiriyorlar, burada beklememi, gelecek otobüsle gideceğimi işaret ediyorlar. Sanki kırk yılık dostmuşuz gibi ilgilenmeleri, gittikleri yoldan geri dönmeleri duygulandırıyor beni. Epey bekledikten sonra otobüs geliyor. Kıyafetinden ingilizce bileceğini hissettiğim bir gence, nerede ineceğimi soruyorum. Ben sana gösteririm diyor. Yugoslavya araştırmaları yapan bir kurumda tarih uzmanı imiş. İnmeden önce de, çok duru bir ingilizce ile Tünel müzesine nasıl gideceğimi tarif ediyor. “

Gelen durakta in, havaalanının tel örgülerine varmadan, önüne çıkan kavşaktan sağa doğru yürü, müzenin önüne geleceksin diyor “. Butmir semtinde iniyorum, tarif üzerine yürüyor, ancak yarım saat sonra, tarlaların aralarından geçerek, mermilerle cephesi delik deşik olmuş bir binanın önünde buluyorum kendimi. Tahta kapıyı vuruyorum, bir genç karşılıyor, 5 KM istiyor, evin bodrum katına götürüyor ve burada 20 dakikalık bir tanıtım filmi izleyeceğimi söylüyor. Benden başka kimseler yok. Bodrum katın serinliği iyi geliyor, hem ferahlıyor, hem de, filmi izliyorum, oturduğum cephane sandıklarının üzerinde.

Önce, Sırp avcıların Boşnakları nasıl, uzun menzilli silahlarla vurduklarını, Saraybosna’nın nasıl ablukaya alındığını, tünelin ne güçlüklerle açıldığını, bu sayede Butmir- Dobrinje arasında insan, gıda, yakıt geçiş hattının oluşturulduğunu izledim. Sonra, tünelin ilk 20 m. lik kısmına girdim. Yere döşenen raylar üzerinde ağır malzemelerin, biriken sular içinde ne zorluklarla taşındığını düşündüm. Birleşmiş Milletlerin UNPROFOR komutanlığınca kullanılan Saraybosna Havaalanını, altından dik olarak geçecek şekilde kazılan, 1 m. genişliğinde, 1.5 m. yüksekliğinde, 800 m. uzunluğundaki tünelden günde 4000 kişi geçerek Butmir ve Donji Kotorak çıkışı arasında, genellikle Hırvatistan’dan gelen yiyeceklerden satın alıyorlardı. Daha sonra elektrik enerjisi, yakıt, silah nakli hep bu tünelden yapıldı. Tünelin kazımına Kolar ailesinin evinin bodrum katından başlandı. Bunu hisseden Sırp nişancılar, evi ağır silahlarla tarayarak, kısmen yanmasına neden oldular.

Ev sahibesi Şita nine, oğlu Bajro ile bahçedeki çardağın altında sohbet ediyorlar. Şita hala öylesine dinç ve hayat dolu ki; kimse, bunca badire atlattığına inanamaz. Bajro nereli olduğumu sordu. Sohbete başladık. Aklımdan geçenleri aktarmakta beis görmedim ; “ Bosna Hersek de, aynen Türkiye gibi, aşırı İslami akımların, tarikatların baskısı ve tehdidi altında “ dedim, doğru dedi. Dede Alija, dut ağaçlarının gölgesinde, elinde bastonu, uzaklara dalıp gitmiş. Verdiğim selama, elini kaldırıp, gülümseyerek cevap veriyor. Anı defterine de; Bosna’nın Sırp zulmünden sonra, İslami gericilerin baskısına maruz kalmamalarını temenni ettiğimi yazıyorum. İnşallah, günün birinde, bir yıkım sonrasında, defter okunduğunda, yıllar önce, bu tehlikeleri sezen Türk de kimdi demezler.

Tünelin büyük kısmı çökmüş, Bajroların bahçesinde kalan kısmında da, soğan, sarımsak ve marul ekili şimdi. Tünelin Dorji Kotarak kısmında 34 nolu ev, iç savaş yıllarında Tünele tam anlamı ile ev sahipliği yaptığı için, hem ün, hem de zenginlikle ödüllendirilmiş. Girişte, oğlu Edis’e 5 KM vermiştim. Tünel Müzesinden çıkarken, Bajro da para istedi, girişte ödediğimi söyleyince de özür diledi.

Tamamen ıssız, köpeklerin gezindiği yollardan, tarla kıyılarından yürüyerek, tekrar Butmir’de indiğim otobüs durağına geldim. Sıcak yine bunalttı, bir ağacın gölgesinde dinlenmenin keyfini almak üzere iken; otobüs geldi. Cebimde sabah alıp kullanmadığım tramvay bileti var, şöföre, iptal etmek için, kullanacağım makineyi soruyorum, elimdeki bileti görünce, bu geçmez, otobüs bileti alacaksın dediğini anlıyorum. 1.8 KM vererek, otobüs bileti alıyorum yeniden. Farklı bilet uygulaması enteresan geliyor bana. Çok geçmeden de Ilıca otobüs terminaline geldim.

Bana yardımcı olan Boşnak kadın, yakınlardaki Vrelo Bosna’nın çok güzel olduğunu söylemişti. Akşama çok var, bu arada Vrelo Bosna’yı dolaşmak kararı ile, birkaç kişiye sorarak, sık ağaçlıklı daracık yolu buluyor ve yürümeye başlıyorum. Motorlu araç girişi yasak, sadece 3-5 fayton, özlemini duyduğum nal sesleri ile geçiveriyor yeşil tünel içinden hiç çıkmama isteği uyandırıyor, ancak sıkı yürüyüş sonrası yaklaşık dört kilometrelik yol bitiyor, bir sürü berrak suların aktığı derelerin ve yemyeşil bir bitki örtüsünün içinde buluyorum kendimi. Her taraftan sular kaynıyor, zaten vrelo kaynak demekmiş. Billur gibi suların oluşturduğu göletlerde ördekler, kuğular keyifle yüzüyor, çocuklar neşe içinde koşturuyorlar. Dünyada doğal, kirlenmemiş ender yerlerden birisi olmalı Vrelo Bosna. Ortalığı bir anda ızgara dumanları kaplıyor, suların ortasındaki restorandan geliyor. Saraybosna’da yiyeceğim yemeği burada yemek düşüncesi ile oturuyorum.

Büyük bir restoran burası, akan sulara yakın masalar şimdiden rezerve edilmiş. Burnumu yalayan köfte kokularına teslim oluyor ve cevapcici ( köfte ) ile salata söylüyorum. (6 KM+ 3 KM). İşin garibi yanımda KM yok, çantamdan 4.5 € metal para çıkarıyor veriyorum garsona, teşekkür ediyor. Bona Hersek’te yerel para ile euro bağıntısı çok kolay. 1 € = 1.91 KM, ancak, pratikte 2 KM olarak kabul ediliyor. Yani, ödemeyi tutarın yarısı kadar euro olarak yapıyorsun. Sebil meydanındaki Hodziç’in köftelerinin lezzetinden eser yok, yine de güzel çevre ile yemeğim de güzelleşiyor.

Yemek sonrası, tekrar çepeçevre dolaşıyorum, sonra da çınar ağaçlarının altında uzanan yoldan geri dönüşe başlıyorum. Yol boyunca, Avusturya-Macar dönemi mimarilerine sahip, çok güzel evler var, ama, sık bitki örtüsü ve ağaçların ardında öyle gizlenmişler ki; dikkatlerden kaçabiliyor. Önünde el arabası, üzerinde tulumu ile bir çöpçü, Vrelo Bosna’ya uzanan daracık yoldan geçen faytonların atlarının pisliklerini topluyor yol boyunca.

Aklıma İstanbul Büyükada’daki faytonların atlarının ardına takılan setler geliyor. Bosna Hersek’in, ağabeyi Türkiye’den, şeriat heveslilerinin ötesinde, ileri bilgi ve tecrübeler edinmesi gerekiyor bence. Bana yardımcı olmak için çırpınan Boşnak aile ile karşılaşıyorum yine, kadın kırk yıllık dostmuşuz gibi ellerime sarılıyor. Yabancılara ilgisiz gibi duran Boşnaklar, gerçekte çok yardımseverler ve ilgi gösterilince çok memnun oluyorlar.

İtalya’da gezdiğim kentlerde tek tük dilenci görmüştüm. Slovenya’da gördüğümü hatırlamıyorum. Hırvatistan’da kaldığım Omladinski Hostel’in köşesindeki çöp konteynerinin yanında, gece gündüz aralıksız içen berduş Hırvat bile dilenmiyordu. Oysa, burada, adım başında karşıma çıkan dilencilerden şimdiden usandım. Dilenmek, Asya ülkelerinde ve maalesef Müslüman ülkelerde daha yaygın, gördüğüm kadarıyla.

Ilıca otobüs durağından Başçarşıya’ya giden tramvaya biniyorum. Miljecka nehri boyunca ilerledikten sonra Başçarşıya meydanındayım. Katolik ve Ortodoks Kiliselerinden sonra bir zamanların şöhretli kervansarayı Moriça Han’a giriyorum. 1551 lerde, doğudan batı ülkelerine uzanan ticaret yolu üzerinde bulunan bir kervansaray iken, bugün, restoran , kafe, üst katları da büro olarak kulanılıyor. Bir zamanlar tacirlerin konakladığı 40 odada, Boşnakların hukuki sorunlarını çözen avukatlık büroları çoğunlukta.

Artık postmodern çizgilere sahip giriş katındaki kafe masalarının arasından geçerek girdiğim Moriça Hanın üst katına çıkıyorum, amacım Mladi Müslümani’nin bürosuna uğrayıp, bir şeyler dinleyip, anlamak. Mladi Müslümani ( Türkçe adıyla Genç Müslümanlar ) örgütü Yugoslav Krallığının çatırdayıp, parçalanmaya yüz tuttuğu , İkinci Dünya Savaşının başlamasına yakın, Aliya İzzet Begoviç ve arkadaşları tarafından kurulmuş.

Osmanlı İmparatorluğunun çekilmesinden sonra sahipsiz ve korumasız kalan Balkan Müslümanlarının ( Boşnak, Kosova, Arnavutluk v.s ) dayanışması ile kurulmuş, bir türlü rahat verilmemiş, liderlerinin öldürülüp, hapislere atıldığı bir örgüt. Girişinde, Begoviç’in posterleri var doğal olarak, Bosna iç savaşı fotoğrafları, Fatih’in özgürlük ve hoşgörü fermanının kopyası ( ki bu fermana, Mostar yakınlarındaki Blagay’da Halveti Tekkesinin girişinde de rastlamıştım ve bu metni, o anları yazdığımda aktaracağım. ) İçeride bir genç, sonuna kadar açtığı müziği dinliyor. Önce pek umursamıyor beni, “ selamün aleyküm “ deyip, Türkiye’den geldiğimi söyleyince doğruluyor. Sakalsız, üzerinde renkli bir tişört ve kot pantalon olan genç imam imiş. Uzun süre sohbet ediyoruz, iç savaştan, Begoviç’ten. İkram ettiği kahveyi içerken, dernek kütüphanesinden kitap almaya, okuduğu kitabı teslim etmeye gelen türbanlı kızları izliyorum. Boşnak kültüründe bildiğim kadarı ile tesettür yok. Ancak, iç savaş sonrası, pek çok ükeden, yardımların başlaması ile, şeriatçı ve tarikatçı ihraçlar, giderek, turban ve tesettür modasını yaratmış burada. Henüz, ülkemdeki gibi, bol makyaj, frapan ve çok renkli ve desenli unsurlar içermeseler de; Boşnakların tepkisinin ne olacağını merak ediyorum. Boşnakların sevda türküleri olan Sevdalinka’lardan birini dinletiyor bana. İnsanın içine işleyen bir hüzün barındıran sevdalinka’yı dinledikten sonra, kalkıyorum. İki üç sene önce Mladi Müslümani’nin liderlerinden birisinin, kırmızı ışıkta bir Sırp tarafından kullanılan aracın geri geri gelmesi ile yaralandığını ve yıllardır yattığını hatırlıyorum, Moriça Hanın merdivenlerinden Ferhadija Caddesinin kalabalığına karışırken.

Az sonra yine Miljecka nehri önündeyim, son kez güzelim Milli Kütüphanenin yaralı halini seyrediyorum, sonra da, sebep arar gibi Latin Köprüsünün yanına geliyorum. Acaba diyorum; binaların kaderinde de; mağrur veya mağdur olmak var mı?

Usul usul karanlık çöküyor Barçarşıya’ya. Odamın loşluk ve sessizliğinde, karşıda uzanan yemyeşil tepeleri, çöken karanlıkta, gözden kaybolana dek izliyorum, küçük sarı sokak lambaları beliriyor uzaklarda, ben de; odamın ışığını açarak notlarımı, fotoğraflarımı gözden geçiyorum. Saraybosna’da vadem bitti, yarın trenle Mostar’a geçeceğim.


26.05.2009 ( SARAYBOSNA - MOSTAR )


Dünün yorgunluğunu, deliksiz bir uyku ile giderince, sabaha zinde kalkıyorum. Saat 05.30’da çantalarım , kahvaltım hazır, alesta bekliyorum. Hatta, sabahın erken saatlerinde, büfeler kapalı olur, tren istasyonuna gitmek için bineceğim tramvay bileti bulamam düşüncesi ile biletimi bile aldım. Kaldığım otelin anahtarını, dün anlattığımız gibi, karşıdaki, Yıldız Otel’in zemin katındaki aralık pencereden içeri fırlatıp, Sebil’in hemen karşısındaki durağa geliyorum. Gelen tramvay, tam tren istasyonunun önünden geçmiyor, tarih müzesinin önünde inip, içeri doğru yürümem gerekecek, sabah serinliğinde zorlanmam diyerek, önce çantalarımı sonra kendimi atıyorum tramvaydan içeri.

Lonely Planet, Saraybosna-Mostar arasında yapılacak tren yolculuğunun, doyumsuz manzaralar içerdiğini yazıyordu, bu nedenle; sabah 06.30 trenine bilet almıştım ( 9.90 KM ). 2. perondan, saatinde hareket ediyor. İlk istasyon Hadzici banliyösü, sonrasında, neredeyse devamlı ormanların içinde ilerliyoruz, ama o kadar uzun tüneller var ki; neredeyse yolculuğun yarısı tüneller içinde geçiyor. Bjelaşnika, Magliç dağlarının 2000 metreyi aşan zirveleri bir görünüp bir kayboluyor, sağımızda, solumuzda uzanmaya başlayan Neretva nehri gibi. Bu notları yazarken, Venedikten bu yana, üçüncü tükenmez kalemimi tüketmiş oluyorum. Geçtiğimiz istasyonlarda, bir kenara çekilmiş, mermilerle delik deşik, yakılmış vagonlar var.

09.30 da Mostar tren istasyonuna giriyorum. Ellerinde, “ boş oda “ levhaları ile, kadınlar sarıyor etrafımı, 15 € istiyorlar, Mostar köprüsüne yakınmış. Ben, kenarda, sakin sakin beklerken, 5-6 yaşındaki torununun elinden tutmuş, düşünceli bir kadına yöneliyorum. Neticede, 10 €’ya anlaşıyoruz. İndiğim tren istasyonunun yanında otobüs terminali, yanında bir benzin istasyonu, onun 50 m. ilerisinde kocaman bir blok var. Kadının peşinden buraya giriyor, 1. katta, tertemiz bir oda ile karşılaşıyorum. Genellikle yaptığım gibi, çantalarımı bırakıp, Mostar köprüsüne kadar uzanan Mareşal Tito caddesi boyunca yürümeye başlıyorum. İç savaş esnasında yıkılmış, içinde ağaçlar büyümüş, çok özenli motiflere sahip cephelerine bakıyorum harabeye dönmüş binaların.

Bunlar, savaşın tanığı, bu yapılarda ölenler, insanın gündelik yaşamı içinde unutulup gidecek kısa bir süre sonra, binalar yenilenecek, daha modern, daha medeni olma iddiasındaki insanlar çok daha görkemli eserler yapacaklar bunların yerine. Sonra da; kemik kavgası yapan sokak köpekleri gibi birbirlerinin boğazına yapışacaklar. Habil Kabil’den bu yana devam eden vahşete, her şeye aklı yeten insanlık, savaşlara son veren bir ortak akıl geliştirmeyecek ne hikmetse ?

Braçe Feriça caddesinde, rehberleri eşliğinde dolaşan Japonları görünce, yoğunların azalması için, caddeyi boylu boyunca yürüyüp, vakit öldürüyor, ilk olarak da , minaresinde incir ağacı fidanı yeşermiş olan Ruznameci İbrahim Efendi camiine giriyorum. Ruznameci İbrahim Efendi 1800 yılarında Abdülmecit ve Abdülhamit saltanatında, Osmanlı sarayının defterlerini tutuyor. Nasıl kazandığını bilemem ama, Mısır, Bosna Hersek, İstanbul’da Halic’in tümü ile Anadolu’da çok geniş gayrı menkule sahip. Hatta, 27 Mayıs ihtilali generallerinden, Sıtkı Ulay’ın, bir vakıf marifeti ile, Kasımpaşa Tersanesinin bulunduğu yere el koyduğunu, İbrahim Efendinin torunlarının 1965 yılından bu yana geri almak için hukuk mücadelesi verdiğini de aktarabilirim. Kapısındaki kitabede 1530’larda yapıldığı yazıyor, ancak, tarihler arasındaki çelişkiyi, terk edilmiş haliyle, etrafında kimseler bulunmadığı, kapısı kapalı olduğu için çözemiyorum. Ama, pencerelerdeki mermer oyma işçiliği dışarıdan hayranlıkla seyrediyorum.

Aynı cadde üzerinde solda, Karagöz Begova Camiinin bahçesi hala turist dolu, rehberlerinin bayrağı altında, söylenenleri dinliyorlar. Kapıdaki görevli, içeri hamle yaptığımı görünce, bilet kesmek için yolumu kesiyor. Camilere giriş için ücret ödeniyor burada. “Türkiye’den geliyorum” deyince, saygıyla caminin içine kadar eşlik ediyor. Turistlere kolaylık olsun diye, cami içinde ibadet edilen yeri bantlarla ayırmışlar, bu noktaya kadar ayakkabı ile giriyorlar. Fotoğraflarla caminin iç savaşta gördüğü tahribat anlatılıyor bir köşede.

Çıkışta, yan taraftaki kafeye giriyorum, buradan, caminin duvarları ve avludaki “ polinik merhamet “ levhasının bulunduğu sağlık ocağının kubbeleri, insanı ürkütecek ölçüde, mermi izleri ile dolu. Sırada, Neretva nehri üzerindeki popüler Mostar köprüsüne hakim yerdeki Köski Mehmet Efendi Camii var. Yabancı turistler buradan geçmiş olmalı, şadırvan ve bahçe sessiz ve huzur dolu. Cami girişine yönelince, hediyelik eşya satan genç bana yöneliyor giriş ücreti için. Türklerin, Avrupa’da itibar gördüğü tek ülke Bosna Hersek Federasyonu olmalı.

Burada da; Türk olduğumu öğrenince saygıyla kenara çekiliyor görevli ve “ buyurun “ diyor. Mihrap ve minberdeki renk cümbüşü ferahlık veriyor, iç savaş sonrası tahrip olan camilerden olduğuna göre, derin bir restorasyondan geçmiş olmalı, yine de, sırıtan bir çıkmalık, abartı yok. Minareye çıkan kapıyı arıyor gözlerim ve ardından, daracık merdivenlerin helezonunu tırmanmaya başlıyorum. İlk defa bir minare şerefesine çıkacağım, gerçekten müezzinler, hoparlör sistemi ile büyük bir antrenman imkanından mahrum kalmış olmalılar.

Bir ara kör karanlıkta, el yordamı ile tutunarak çıktığım merdivenlerde, giderek gün ışığına kavuşuyorum. Temennim şerefeye açılan kapının kilitli olmaması. Mutlu son. Tüm çekiciliği ile Mostar köprüsü, Neretva nehri, taş plakalı kiremitleri ile geleneksel Balkan mimarisi uzanıyor önümde. Mostar köprüsü, 1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayruddin tarafından 456 taş blokun yerleşmesi ile inşa edilmiş. Neretva nehrinden 24 m. yüksekte, 30 m. uzunluğunda, 4 m. genişliğinde olan köprü aynı zamanda, nişanlı gençlerin, müstakbel eşlerine cesaretlerini kanıtlamaları için bir platform idi. Şimdi, turistlerin kahkahaları arasında Neretva nehrine atılan madeni paraları çıkarmak için, atlayan delikanlıların mekan tuttuğu yer oldu. Aslında köprünün, tarih içinde en belirleyici rolü, çok ulusluluğa da köprü olarak, Hırvat ve Sırp yerleşimlerini birbirine bağlaması idi. Ne yazık ki; bu çok uluslu miras, Sırpların başlattığı, Hırvatların ısrarlı tank ve top ateşleri ile yıkıldı. Sembolik olarak, çok uluslu kültür ve miras reddedildi. Uluslar arası gayretlerle başlatılan, köprünün yeniden ayağa kaldırılması çalışmalarında, Macar dalgıçlar, Neretva nehrinin derinliklerinden taş blokları çıkardılar. 2002 Haziranında montaj çalışmaları başladı, Ağustos 2003 yılında ortaya kilit taşı konarak inşaat bitti. 2005 yılında da Dünya Kültür Mirası listesine alındı. Ama, Mostar köprüsü , bölge halklarını birleştiremedi. Hırvatlar, nehrin batısında, Boşnaklar doğusunda yerleşti, Bosna’lı Sırplar ise geri dönmediler. Öyle güzel bir noktadan Mostar’ı seyrediyorum ki; ayrılmak istemiyor, doyasıya fotoğraf çekiyorum.

Neticede, minare merdivenlerinden yuvarlanmamak ihtiyatı ile iniyor, değişik tatlar için kıymalı, peynirli ıspanaklı böreklerden ( 2.5 KM ) alarak, dükkandaki masamdan, sıcaktan bunalmış, çökmüş, bilinçlerini kaybetme noktasında bulunan yaşlı turistleri, aralarındaki , her şeye, her ayrıntıya meraklı genç Japonları izliyorum. Saat 13.00’de, aslında Mostar’ın merkezine hiç de uzak olmadığını anladığım odamın sessizlik ve serinliğine çekiliyorum. Kısmen uyuduğum, kısmen notlarımı yazdığım saatlerin sonunda, güneşin ısrarından vazgeçtiğini düşünerek, yeni keşiflere uzanmak için Mareşa Tito caddesini tekrar arşınlamaya başlıyorum.

Anlaşılan sağlam bir yağmur yağmış, yollarda su göletleri oluşmuş, güneş bulutların ardında, insanları rahat bırakmış. Bu kez, Mostar köprüsünün altına, Neretva’nın yanıbaşına iniyorum, fotoğraf çekmek için. Profesyonel bir ekip çekim yapıyor, Türkçe konuşmaları duyunca sokuluyorum, TRT Ankara televizyonu adına çekim yapıyorlarmış. Hırvat mahallesinde sokaklarında dolaşıyor, fotoğraflar çekiyorum. Bu arada gözüm, Hum tepesindeki devasa haça takılıyor ikide bir. Mostar köprüsünün yıkımına neden olan ağır silahların konuşlandığı tepedeki bu sembolün, yeni tahrikler ve şımarıklıklara neden olmamasını diliyorum.

Saatler ilerledikçe, hava daha da puslanıyor, köprü ve civarındaki sokaklar tenhalaşıyor, kepenkler kapanıyor, onbeş gündür ayrı düştüğüm ailem ve torunumun hasreti de düşünce hüzün bulutları yerleşiyor yüreğime bu anlarda. Bir restoranın masasına çöküyor, cevapcici ( köfte ), salata ve Sarajevsko bira söylüyorum.  9 KM hesap geliyor, 4.5 € verip, bu kez Mostar kentinin doğu tarafına gidiyorum. Turistik merkezden uzaklaştıkça, sıvasız binalar, inşaat molozları ve çöplerin oluşturduğu tepelerin arasından geçiyorum sokaklar boyunca. Temizlik konusunda apaçık bir kayıtsızlık hüküm sürüyor burada da. Oysa, Slovenya’nın en dip sokaklarında bile, bir kürek dahi çöp görmemiştim, bir avuç alanda yapılacak inşaat çalışması için bile, kırmızı bant veya perdeler kullanılıyordu. Yaya geçitlerinden geçerken, polis araçları durarak yol vermişti bana kaç kez. Avrupa’nın göbeğinde, Şarklılığın temel karakteristiği çıkıyordu karşıma tekrar Mostar’da.

Gerçi, burada trafik ışıklarına riayet ediyorlar, ama, yaya geçidinden geçenlerin de, üzerlerine sürüyorlar araçlarını. Hava karardı, sokak lambaları yandı, her şey bana, “ artık evine git “ diyor, benim evim yok ki, gideceğim yer Dada’nın evi. Bir parkta, sivil toplum örgütü mensubu olduğu anlaşılan, üç-beş kadın, hazırlanmış, kokteyl masasının önünde, Avrupa Birliği bayraklarının altında konuşmalar yapıyor, dinleyen 8-10 kişi, masa üzerindeki meşrubat ve pastalara şimdiden dalmışlar bile.

Dada’nın evine girmeden, 50 m. ilerideki otobüs terminaline uğruyor ve Dubrovnik otobüsleri hakkında bilgi alıyorum. Sanırım, ertesi gün Dubrovnik’e doğru yola çıkacağım.

 

27.05.2009 ( MOSTAR - BLAGAJ - MEDUGORJE - MOSTAR )


Bölünmemiş, deliksiz bir uykunun ardından, dinç olarak başlıyorum bugüne. Erken kalkıp, yollara düşmelere de adamakıllı alıştım. Saat 05’de ayaktayım yine, daha doğrusu yatakta uzandığım yerden, bu günün programını yapıyorum. 07.15’de evden ayrılırken, herkes uykuda, sessizce kapatıyorum kapıyı. Bir ev sahibesinin, iki gecelik konuğuna bu kadar güvenmesi, yeni iç savaştan çıkmış bir ülkede ne anlama gelir diye düşünüyorum merdivenleri inerken.

Derin bir tevekkül mü, henüz tanışılmamış adi istismarları tahmin edememek mi acaba ? Otobüs terminaline uğruyorum, dün standdaki kız, sabahın köründe yine görevde. Şaşırıyor ve “ sen burada mı yatıyorsun “ diyorum gülüyor. Yarın sabah 07.00’de hareket edecek Dubrovnik otobüsüne bilet alıyorum ( 25 KM ). Yine Mareşal Tito caddesini geçiyor ve Blaçe Fejica sokağındaki börekçinin kapısından giriyorum. Buradaki kızlar çok soğuk, suratsızlar ama börekleri iyi, bir de koka koladan başka içecek şeyleri yok. Bilseydim, küçük elektrikli cezvemi getirip, burada bir çay demler, böreklerimi daha keyifle yerdim. ( 2.52 KM).


Sırada, dün Blagaj’a gidecek otobüslerin kalktığı Spanska meydanına yürümek var. Daha durağa gelmeden, karşıdan gelmekte olan Blagaj yazılı otobüsü görüyor ve biniyorum ( 2.1 KM ). Mostar- Blagaj arası 15 km. Mostar’da Saraybosna’daki gibi toplu mezar görmedim diye sevinmiştim. Meğer, iç savaş kurbanları, şehir dışındaki mezarlıklarda yatıyorlarmış. Uzun bir süre, mezarların yanından gidiyor otobüsümüz. Mostar’ın banliyöleri çok güzel, temiz ve bereketli. Mostar, köprüsü veb çevresi ile, kanımca, biraz da, mağduriyetin primini topluyor.

Oysa, Saraybosna’dan trenle Mostar’a gelirken gördüğüm güzellikleri sanırım, çok uzun süre unutamayacağım. Çok geçmeden otobüs Blagaj’a yaklaşıyor ve içeri girmeden sağa sapıyor. Şöför, durarak, Blagaj’a buradan yürüyeceğimi işaret ediyor. Yaklaşık bir kilometre boyunca, taş plaka kiremitli çatıları olan evlerin, yemyeşil ağaçların ve tertemiz akan Buna nehrinin yanından yürüyorum. Nehrin her iki yönü restoran dolu, ancak henüz kahvaltıya gelen bile yok. Solda bir anıt mezara yaklaşıyorum. İçinden onlarca metal hunilerden sular kaynıyor, yan tarafta, iç savaş sırasında ölen yüzlerce Boşnak’ın listesi var. Blagaj Halveti Tekkesi, Osmanlıların 1446 yılında, bölgeyi fethetmelerinden önce inşa edilmiş ve Balkanların hemen her yerinde ismini ve türbesini görebileceğimiz Sarı Saltuk’un uzun yılar şeyhliğini yaptığı ve Halveti dervişlerinin barındığı bir yer. Halvetilik, Osmanlı toplumunda ve sarayda ilgi görmüş ve Tanrısal gerçekliğe, gizli zikir ile ulaşılacağına inanan bir tarikat. Farsça kökenli “ çihil “ yani kırk gün, inzivaya, feragat köşesine çekilerek yapılan zikire çile, mekana çilehane denir. Gerçekten de, hemen yandaki mağaranın içinden Buna nehrinin kaynadığı, dik bir yamaçın bağrında kurulan tekke, dünyadan el etek çekmek için iyi bir mekan olmalı. Nedendir bilemem, Tacik dervişler kalmış uzun yıllar bu tekkede. İçeri giriyorum, bahçe kapısından, hediyelik eşyalar satan dükkan, çay kahve hizmeti de veriyor. Gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata çıkıyorum. Haremlik, selamlık ve tüm ayrıntıları ile bir Türk evi çıkıyor karşıma. Etamin işlemeli perdesini aralıyorum bir odanın, aşağıda billur gibi Buna nehri uzanıyor, henüz ilk adımlarında. Özellikle tavan süslemelerine bayılıyorum, Safranbolu evlerini hatırlatıyor bana, dolayısıyla Yörük kültür ve geleneğini. Sol taraftaki odada, iki sanduka bulunuyor, türbe burası olmalı. Yukarı çıkan merdivenlerin başında, duvara asılı bir levha dikkatimi çekiyor; Fatih’in hoşgörü ve özgürlük fermanı bu. Aslı, Federasyonun Fojnica kentindeki Fransisken Kilisesinde bulunuyor, fetihten hemen sonra, 28 Mayıs 1463 yılında kaleme alınmış. Kısaca şöyle; “ …….kimse, insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin, tehlikeye atmasın. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından kimse bu insanların ( gayri Müslimlerin ) onların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. “

Fethedilen coğrafyalardaki halkların din ve ırk özgürlüğünü bu fermanla net olarak açıklayan Osmanlılar, kendilerine, takdir edilen vergiler ödendikçe bu fermana sadık kalmıştır. Bu politika neticesi, Hristiyan toplumlar, “ voyvoda kılıcı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz “ diyeceklerdir.
Bosna Hersek topraklarında, Saraybosna ve Mostar’da sık sık, Japonların fonları ile yapılan iyileştirme çabalarına şahit olmuştum.

Mostar’da çalışan şehir içi otobüslerin, neredeyse tamamında; “ Japon halkından, Mostar halkına “ yazılı plaketler gördüm dünden beri. Dünya Kültürü koruma listesinde olan Blagaj’ın derlenmesinde de Japonların katkısı olmalı ki; Buna nehrinin kaynadığı mağaranın hemen yanına asılmış plakada Buna nehri anlatılıyor. Avrupa’nın beş önemli nehrinden birisi imiş, 7 km. sonra, Neretva nehri ile birleşip, bölgeye de adını veriyormuş. 250 metre derinden kaynar ve 10 derece ısıya sahip imiş.
Çok huzurlu ve sakin bir yer burası. Nehre inen merdivenlerde oturarak, sessizliğin, gayesizliğin, sorunsuzluğun, kısa bir an da olsa keyfini çıkarıyorum.

Dönüş yolunda, sık sık, Buna’ya inen dar patikalara dalıyor tertemiz ve yüksek debili Buna ile hemhal oluyorum. Sağda yükselen tepede Blagaj kalesini gözüme çarpıyor. Yukarıya uzanan yola tırmanmayı gözüm yemiyor açıkçası, yolun başına yine Japonlarca konmuş levhayı okumakla yetiniyorum. Blagaj kalesi, ilk olarak bölgenin yerli halkı İlliryanlar tarafından kurulmuş, sonra Romalılar almış. Hum yönetiminde gelişip, önemli bir merkez olmuş, 1428’de Herzog Stjepan Kosaça, yüksek duvarlar ve dört gözetleme kulesi yaparak kaleyi canlandırmış tekrar. 1465’de Osmanlıların gelişinden itibaren 1835 yılına kadar da Türkler kullanmış. Mostar ve civarının bulunduğu Hersek bölgesi adını Herzog Stjepan’dan mı alıyor acaba ?

Keyifli yürüyüş, beni otobüsten indiğim noktaya getiriyor. Durakta otobüs bekleyen on kişi var, demek yakınlarda gelecek otobüs. Şeytan dürtüyor, yan taraftaki, ağır ateş altında kalbura dönmüş Sırp Ortodoks Kilisesine doğru ilerliyorum. Bahçesindeki, kara dutların davetini kıramayıp, girişiyorum yemeye. Yıllardır böyle iri ve tatlı dut yediğimi hatırlamıyorum. Derken, tekrar Buna nehri kıyısındayım. Otların üzerine uzanıyor, suların hafif hışırtısını dinliyorum. Neden sonra geldiğim otobüs durağında kimseler yok, otobüs gitmiş olmalı. Lezzetli dutların faturasını, sıcağın aman vermediği öğle saatlerinde, bir saat kadar otobüs bekleyerek ödüyorum. Yarım saat sonra, Mareşal Tito caddesinden geçerken iniyorum. Sıcak bezdiriyor. “ git, serin odanda uzan “ diyen sese kulak asmayıp, Halvetilerin kutsal mekanından sonra, Katolikler için Meryem’in görünme mucizesini gösterdiğine inanılan Medugorje’ye ( Mecugori okunuyor ) gidecek otobüslerin durağını aramaya başlıyorum.

Lonely Planet rehber kitabım, Mecugori’ye giden otobüslerin, katedralin yanından kalktığını yazıyor. Ben de, uzaktan, yüksek çan kulesi görünen binayı katedral sanarak yürüyor, hatta yolda sorduğum gençlerden de teyit alıyorum. Musala köprüsünden geçerken, gözlerime giren terden kızaran gözlerimi siliyorum. Görünürde ne durak var ne de katedral.

Çaresiz, bir tur acentasına giriyorum. Meğer benim katedral diyerek geldiğim yer, St. Francis Katolik Kilisesi imiş. Gideceğim yeri harita üzerinde gösteriyor, öyle ters bir yerdeki , gayrı ihtiyari ıslık çalıyorum. Adam, bir rehber ile bana yardımcı olacağını söylüyor. Backpacker rajonuna ters olur diyerek teşekkür ediyor, geldiğim yolları yürüyerek tekrar Musala köprüsüne geliyorum. Yolda kime sorsam katedrali bilen yok, herkes yine beni büyük binaya yönlendiriyor.

Sonunda, bir kadıncağız, hiç aklıma gelmeyen yolu gösteriyor, LP’nin haritasının hatalı olduğu yerler de, ayan beyan açığa çıkıyor böylece. Hindistan gibi kaotik ülkelerde bile, hatasız yardımını gördüğüm LP, harita ve güncel bilgi olarak Balkanlar’da yetersiz kaldı bu kez. Sonunda aradığım yeri buluyor ve otobüs durağının, güneşten kızmış metal oturağına bile razı olup, oturuyor ve otobüsü bekliyorum. Bu bölgede Hırvatların yaşadığı belli. Sokaklar, binalar tertemiz.

Saraybosna ve Mostar’ın Müslüman kesimlerinde olduğu gibi, kağıtlar, çöpler, rüzgarla uçuşmuyor sağa sola. Bir ara, arkadaki fotoğrafçı dükkanının gölgesine sığınıyor, sohbet ediyorum. Adam, bir listeye bakıyor ve otobüsün 15 dakika sonra geleceğini müjdeliyor. Tıka basa dolu otobüse binince İstanbul’u hatırlıyorum. ( 3.5 KM). Allahtan, bir genç beni yaşlı ve yorgun görmüş olmalı, kalkarak yer veriyor. Anlaşılan, artık, evrensel olarak yaşlılar sınıfına girdim. Otobüs homurdanarak aşıyor tepeleri, Mostar’ı artık kuş bakışı görüyorum.

Pek çok sanayi tesisi arasında Mostar köprüsünü bir türlü seçemiyorum. Yemyeşil yamaçlar, bakımlı bağlar, şirin evlerin önünden geçiyor otobüs, hayran seyrediyorum doğal güzellikleri. Vioniçe ve özellikle Çitluk, şarap ve hayvancılıkta önemli yerleşimler gibi geliyor bana. Böyle bir coğrafyada yaşamak isterdim, ama savaşsız.

Oysa, bu topraklar ( inşallah yanılırım ) daha çok sorunlara gebe. Çıkışlar, inişler derken Mecugori’ye geliyoruz, ama otobüs geri dönmeye başlıyor, meğer ring yapıyormuş. Fazla ilerlemeden iniyorum. İner inmez, geniş bir cadde üzerinde kıyamet kadar restoran ve hediyelik eşya mağazalarının önünde buluyorum kendimi. Her yerde, Meryem’in resimleri, dinsel tasvirler, tespihler satılıyor. İleride görülen iki kuleli St. James Kilisesine yürüyorum. İlk defa, kuleler üzerinde, yan yana duran iki saatin saniyesine kadar aynı olduğunu fark ediyorum. Kilise girişindeki panoda, Parish kilisesi olarak anılıyor. Hemen sağda, Meryem’in dünya barışı heykeli var. Etrafını çeviren demir parmaklıklara “ kandil yakmayın “ resimleri konulmuş. Etrafı çiçek desteleri dolu, çiçekler arasında, üzerinde Meryem resmi bulunan bir baston görüyorum. Yürüme temennilerini ileten birisi bırakmış olabilirmi ?


Mecugori’nin hikayesi, 24 Haziran 1981 yılında, bir tepede, altı genç çocuğa Meryem’in görünmesi iddiaları ile başlıyor. Daha önce de, 1858 yılında Fransa’da, 1917 yılında Portekiz’de olduğu iddia edilen bu görünme hadisesi, kendi halinde bir köy olan Mecugori’yi bir anda Katoliklerin hac yeri yapıyor. İmanını tazelemek için akın akın gelen Katolikler için, konaklama tesisleri, restoranlar ve alt yapılar yetmez ve yerleşim giderek büyür, yayılır.

Burada, üç ayrı rota kutsal mahallere gidiyor. En önemlisi Podbrdo denilen, Meryem’in gençlere göründüğü iddia edilen tepe, St. James kilisesinden 1.5 km. ileride. Kuzeyde, Krizevac tepesi 2.5 km, son olarak St. James Kilisesi. Kilisenin arkasındaki büyük bahçedeki, geniş çardak ve banklar, buraya gelen hacı adaylarının çokluğu hakkında yeterli bilgiyi veriyor.

Binlerce kişinin ziyaret edip, aynı anda, kürsüdeki vaazı dinlediklerini düşünüyor ve inancın nelere kadir olduğunu düşünüyorum, bu anda da, Vietnam’lıların, küçücük kayıklarla, kadın Buda’nın kutsal mekanı Perfum Pagoda’nın bulunduğu mağaraya gidişlerini ve dönüşte hacı olmanın gururunu taşıyan, mutlu yüz ifadelerini hatırladım. İşin garibi, Katolik Kilisesi , Meryem’in görünme hadisesini resmen doğrulamıyor. Ama, buradaki alt yapı, desteğin de, bariz kanıtı. Akıllara zarar bir pazar ve iman kaynağı. Bosna Hersek’de her düzgün yerde 6 KM’ye yiyebileceğiniz, cevapcici ( köfte ) burada 8 KM’den başlıyor. Kutsal yerlerde, nefsi körletmenin bedeli de farklı olmalı. Bahçede, İsa’nın çarmıha gerilmiş heykelinin önündeki , binlerce kırmızı kandil mümin Katolikler tarafından yakılıp, önündeki basamaklara bırakılıyor olmalı.

Sabahtan beri koşturmam, her an bastıran sıcakla birleşince, feleğimi şaşırdım. Ne, Podbrdo’ya, ne Krizevac tepesine gitmeye niyetim var. İmanım bana yeter diyerek, ana cadde boyunca, tütsü kokuları, ilahiler ve ayin müziklerinin yayıldığı ticarethanelerin önünden geçerek, indiğim otobüs durağına varıyor ve yarı çarpılmış bir halde, bir gölgeye sığınıp, otobüsü bekliyorum. Bu kez farklı bir firmanın otobüsü geliyor ( 4 KM ), tekrar, Çitluk ve komşu yerleşimlerin güzelliğini seyrederek Mostar’a giriyor ve Spanska meydanına yakın bir yerde iniyorum.

Brace Feriça caddesinde, yerel halkın ilgi gösterdiği bir restoranı seçiyor, yine cevapcici ile Sarajevska birası söylüyor ve bir bira daha alarak kendimi şımartıyorum.
Saat 18.00. Son kez Mareşal Tito caddesini baştan başa geçerek Dada’nın evine geliyorum. Evde kimseler yok, Dada’nın çiçek bahçesini andıran balkonundaki masada, günün notlarını yazarken, bir yandan da, demlediğim çayımı içiyorum.

Yarın Dubrovnik’te olacağım. Yoğun turist baskısından şımarmış bir kentle karşılaşacağımdan eminim. LP’yi açıyor, kalacağım yerleri, gezeceğim koordinatları gözden geçiriyorum. Gerçi, şu anda Dubrovnik düşük sezonda, bakalım neler görecek, nelerle karşılaşacağım.

 

28.05.2009 ( MOSTAR - DUBROVNİK )

Mostar’da kaldığım odanın duvarlarında patlayan flaşlar ve gökgürültüleri ile uyanıyorum. Ardından korkunç bir yağmur ve rüzgar başlıyor. Pencere doğramaları ıslıklar çalmaya başlıyor. Yine uyumuşum, bu kez, uykunun belki de en tatlı yerinde telefonun saati uyandırıyor beni. Yine toparlanma, çantaların ite kaka kapatılma faslından sonra sessizce dışarı çıkıyorum. Ev sahibem Dada’yı, sadece iki kez gördüm kaldığım süre içerisinde. Anlaşılan, uykunun hakim olduğu saatler. Kaldığım ev ( 10 €/ gece ), otobüs garajının 50m. yakınında. Ancak, tekrar bir yağmur sağanağı başlıyor, sırt çantamdan, pançomu çıkarıp, kendimi ve çantalarımı korumaya alıyorum, yoksa 50 m. yolda bile sırılsıklam olacağım. Garda, 3-5 gençten başka kimseler yok. Korunaklı bir köşede, beton banka oturup, yağmur damlalarının su birikintilerinde oluşturduğu desenleri izliyorum.

Başında Balkan halklarına özgü, lacivert beresi olan, ufak tefek ama dinç bir yaşlı adam yanıma oturuyor, sigara ikram ediyor. Ömür boyu kullanmadığımı söyleyince şaşırıyor. Çok düzgün İngilizce konuşuyor. Uzun yıllar Almanya’da çalışmış, şimdi Mostar’da yaşıyormuş. Sohbet esnasında telaşla birisi yaklaşıyor yanımıza ve bana bir şeyler soruyor. Anlamıyorum. Yaşlı adamı Allah göndermiş olmalı; beni göstererek Dubrovnik diyor. Ne olduğunu anlamadan bir minibüse bindiriyorlar, yanımdaki genç kıza, “ nereye gidiyoruz “ diye soruyorum. “ istasyona “ diyor. Ben, anlamıyorum yine. Bu arada, telaşlı adam, bardaktan boşanan yağmur altında ilerleyen minibüs şöförüne yolları tarif ediyor. Mostar’ın ara sokaklarından birine girip, diğerinden çıkıyoruz. Korsan çalıştıklarını düşünerek, otobüs biletimi gösteriyorum. Okey deyip duruyor telaşlı adam. Çıkmaz bir sokakta, bekleyen otobüse transfer oluyor ve hemen hareket ediyoruz. Saat 06.30. Oysa, hareket saati 07.00.

Acele etmeden, hareket saatinde gelseydim otobüs garajına, neler olacaktı kimbilir ? Ya da, saatinde gelenler ne yapacaklar ?

Saat 07.00. Blagaj’dan doğan Buna nehrinin, Neretva nehrine karıştığı kavşaktan geçiyoruz, Mostar’ı çoktan geride bıraktık. Mostar, tesadüfler, çelişkiler yumağı içinde derin düşünce ve endişelere sevk etti beni. Dün, Mostar köprüsünün üzerinde sohbet ettiğim Türk Jandarmalar, barışın tesisi için çalıştıklarını, başardıklarını da söylemişti, kalıplaşmış ifadelerle ve slogan atar gibi. İki günde gözlemlediğim kadarı ile; Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında, bunca derin düşmanlıklar ve kültür uçurumları varken, sorunlar, başka ülkeler tarafından devamlı kaşınırken barışın devamı konusundaki tereddütlerimde inşallah yanılıyorumdur.

Çok geniş arazilerde, çok düzenli bağlar oluşturulmuş, binlerce asma, damla sulama sistemi ile ve disiplin altında yetiştiriliyor, gördüğüm kadarı ile. Hava kapalı, devamlı yağmur yağıyor. Capljina’ dan girerken, ellerinde şemsiyeleri ile, su birikintilerinden atlayarak, pazara giden kadınları, yaşlıları izliyorum. Capljina’nın küçük otobüs terminalinde herkes indi. Yapayalnız kaldım otobüste. Zaten, Balkanlar’da neredeyse hep yalnızdım otobüslerde.

Yollar boyunca uzanan seraların üzerinde AB amblemlerini görüyorum. Belli ki; AB büyük fonlar aktarıyor bu yeni federasyona. Sırbistan’a da, “ uslu durursan, sözümüzden çıkmazsan seni de AB’ye alırız “ diyerek oyalıyor olmalı Türkiye’ye yaptığı gibi. Bosna Hersek’in sadece batısı Hırvatistan ile komşu. Ülkenin kuzeyi , güneyi ve doğusu Bosna Sırp Cumhuriyeti ile kuşatılmış. Sırp Cumhuriyeti, Bosna Hersek katliamları sürecinde, Bosnalı Sırplar tarafından etnik temizliğe tabi tutulan, en verimli topraklara sahip, 25000 km2 alanı, 1600000 nüfusu olan ve Sırbistan’ın babalığı sayesinde ayakta durabilen ve Batı politikalarının Kosova’ya bağımsızlık vermesinden sonra, iki arada bir derede kalan, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulmuş Bosna Hersek’i oluşturan iki cumhuriyetten biri. Diğeri, Boşnak- Hırvat Federasyonu. Bosna Hersek üzerindeki politik etkinliği kaybetme durumu olmasa, çoktan Sırbistan ile birleşecek.

Bosna Hersek’in batı sınırına yakın köylerinde, Hırvatistan bayrağı dalgalanıyor. Bosnalı Hırvatlar da, politik nedenlerden dolayı Hırvatistan’a ilhakı geciktiriyorlar. Geçtiğim Boşnak ve Hırvat köylerinde, mermilerle delik deşik olmamış bir tek bina yok. Şu günlerde, Sırp Cumhuriyetinin ve Sırbistan’ın sesi fazla çıkmıyor. Amerika ve Batılı egemen devletlerin dünyadan izole ettiği Sırbistan, iç savaş yıllarındaki şövenist politikaların ve katliamların bedelini, uluslar arası toplumun dolaylı, dolaysız ambargoları ile ödüyor. İşin garibi; Sırp Cumhuriyeti’nin resmi başkenti Saraybosna, fiili başkenti Banja Luka. Nitekim, Hırvatistan’dan Bosna Hersek’in kuzey sınırına girdiğimiz Stara Gradiska sınırı, Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde olduğu halde, pasaport kontrolünü Bosna Hersek polisi yapmıştı. BH’den çıkarken, yine Sırp Cumhuriyeti topraklarında ilerlediğimi, Sırbistan bayrağının renklerini taşıyan Sırp Cumhuriyeti bayrağının neredeyse her sokak ve ev üzerinde dalgalanmasından ve kiril harfleri ile yazılmış pano ve levhalardan anlıyorum. Yüksek dağlarla çevrelenmiş bir vadide akan dereyi takip ederek ilerliyoruz. Her yer yemyeşil fundalık. Enerji taşıyan yüksek gerilim direkleri devrilmiş, doğrultmamışlar, yerden sadece bir metre kadar yükseklikteki tellerle 35000 volt enerji taşınıyor. Sık sık, yol kenarındaki arazilerin tel örgülerle çevrildiğini görüyorum. Üzerlerinde mayın döşeli araziler olduğunu ve insan ve hayvan girmesini yasaklayan levhalar var. Mayınları temizlemek yerine, izole etmek daha pratik olmalı.

Üç beş haneli yerleşimlerde genellikle hayvancılık yapılıyor, yer yer çok geniş ve ekili araziler görüyorum. Dağılmak üzere olan, eski taş evler çoğunlukta. Bir köy meydanında 5 Sırp daha biniyor. Dikkat ediyorum, şoför her yolcuya, üzerine aldığı miktarı yazan bir bilet veriyor, vermeden de hareket etmiyor.
Zaman zaman öyle dar yollarda ilerliyoruz ki; karşıdan gelen tır veya büyük araca yol vermek için, geri geri giderek, geniş bir yerde yol vermek gerekiyor. Yola çıkalı iki saat oldu, bir saattir Sırp Cumhuriyeti topraklarından geçiyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde, bir ülkeyi üç taraftan böylesine kuşatan bir harita olduğunu sanmıyorum. Mayınlı araziler de, ikaz levhaları da bitmiyor. Kiril harfleri ile yazıldığı için anlayamadığım büyük bir yerleşimde herkes iniyor, yine tek başıma kalıyorum otobüste. Solumda güzel bir göl uzanıyor, ardındaki tepelere takılmış bulutların bıraktığı yağmurlar çizgiler halinde parlıyor güneşin altında. Bir askeri birliğin yanından geçiyoruz, birlikten çok bir müzeye benziyor. Yan yana dizilmiş, paslanmış hurda halinde bir çok tank ve uçaksavar, parçalanmış gövdeleri ile savaşın vahşiliğini o kadar güzel anlatıyor ki.

Üç saat sonra Trebinje isimli bir Sırp kentine giriyoruz. İlk defa derli toplu bir Sırp yerleşimi görüyorum. Banja Luka ‘dan bile daha modern ve temiz. Neredeyse her evin bahçesinde bir otomobil enkazı var. Bunu, Yunan adalarında ve Yunanistan köylerinde de görmüştüm. Anı olarak saklıyor olabilirler mi ? Trebinje çıkışında Sırp ve Boşnak mezarları yan yana, garip geliyor bana. Bir gariplik daha dikkatimi çekiyor. Ayrı cumhuriyet olsa da, Sırp Cumhuriyetindeki araçların plakalarını Bosna Hersek Federasyonundan alıyor Sırplar. İlk olarak bir otobüsün itilerek çalıştırıldığını görmek nasip oluyor bu topraklarda, 4-5 kişi nefes nefese perişanlık sergileyen otobüsü iterek çalıştırmaya başarıyorlar.

Tekrar yollardayım. Adriyatik Denizine yaklaştıkça bulutlar parçalanmaya başlıyor, güneş yüzünü gösteriyor. Dubrovnik güneşli günlerle merhaba diyecek sanırım bana. Saat 10.30 , İvanice sınır kapısına yaklaştık. Pasaport kontrolu için binen polis benim pasaporta takıldı yine, sayfalarını çevirip duruyor. Uzanarak, Stara Gradska’da vurulan giriş damgasını gösteriyorum. Tatmin olmuyor, mırıldanıp duruyor. Önümdeki yaşlı kadın tercüme ediyor. Polis, nereden gelip, nereye gittiğimi soruyormuş. Abuk da olsa cevaplıyorum. Pasaportu uzatıyor, yine girdiğim bir ülkeden, pasaporta çıkış mührü vurulmadığı için çıkmamış görünüyorum. Artık alışıyorum bu garipliklere. Az ileride Hırvat polisi biniyor bu kez. Yandaki koltukta duran çantamı ters çevirip boşaltmaya hazırlanırken, sinirleniyorum ve “ ben gezginim, çantada sadece çamaşırlarım var “ diyorum. Bu kez de “ silahın var mı ? “ sorusu ile karşılaşıyorum, sonunda teşekkür ederek pasaportumu uzatıyor, ben de derin bir nefes alıyorum.

Hırvatistan gümrüğünde pasaportlara ne giriş, ne de çıkış damgası vuruluyor. Ayda yılda bir aracın geçtiği İvanica sınır kapısında, bu zavallılar da, zavallı Metin ile uğraşıyorlar anladığım kadarı ile.

Yaklaşık bir hafta önce, Slovenya’da, Ljubljana’dan bindiğim tren ile Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e girmiştim. Bugün ikinci girişim Hırvatistan’a. İvanica’dan sonra, her tarafı kuşatmış, sapsarı katırtırnaklarının arasından, inişe başlıyoruz.

Az sonra Adriyatik Denizi görünüyor. Dubrovnik’e yaklaşmış olmalıyız, ama henüz, hiçbir levha görmedim. İncecik bir körfezin kıyısında ilerliyoruz. Deniz, büyük, küçük tekne dolu. Küçük bir otogarda duruyor otobüs, önümdeki kadına soruyorum; “ Dubrovnik uzak mı ? “ Kadın gülerek, “ geldik “ diyor.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..