Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Eylül '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Boyacı

Boyacı
 

" Altı üstü bir boyacı... " dememek lazım işte. Dünya üzerinde herkesin belli bir yeri var. Kendine belli bir yer edinmiş insanlardan biri de Veysel efendidir.

Senin gibi, benim gibi bi insan işte o da. Hayat adil davranmıyor herkese. Kimi ayakkabı boyacısı oluyor, kiminin ayakkabı fabrikası, kiminin de ayakkabı boya fabrikası...

Veysel efendi de ayakkabı boyacısı ne var bunda? Namusuyla, şerefiyle ekmek parasını çıkarıyor boya sandığından.

Hayatla sürekli kavga halinde olan bir zat. Hem hayatla... hem de her gün şikayet dırdır eden karısıyla.

"Madem ki geldik anasını sattığımın dünyasına... çekeceğiz.." diyor...

 

***** ****** ******

 

Boyacı sandığını sırtlandı ve mutfağa yönelip tezgahın üzerinde duran naylon torba içindeki ekmekten bir parça kopartttı ve sessizce çıktı evden. Her gün bu ağır sandığı omuzuna alıp tezgahını açtığı yere kadar yürümek onu yoruyordu. Artık eskisi gibi genç değildi. Yaşlanmıştı. Eline alıp çıktığı ekmeği kopardı, ağzındaki eksik gedik dişleriyle. Ellerinden genzine doğru keskin bi boya kokusu yayıldı...

Sokağın köşesine gelince durdu, ardına dönüp baktı. Karısı, eskimiş, tozdan kirden kapkara olmuş perdeyi aralamış kendisine bakıyordu.

Henüz akşam tartışmışlardı. “Para yetmiyor.” diyordu. “Çocuklar...” diyordu. Üç çocuk... Kolay mı? Nerede bunların okulu, giyimi, harçlığı, evin harçlığı..?

Büyük oğluna da kendi gibi bir boyacı sandığı almıştı. İkisi beraber bir şeyler yapıyorlardı işte. Karısına da diyordu: “Sen de çalış, çocuklar büyüdü.” Ama karısı mahalle gezmelerinden feragat edemiyordu bir türlü.

Konuşamıyordu karısıyla. Ne zaman konuşmaya kalksa, olay büyüyor ve kavgaya dönüşüyordu.

Aklına gelenleri dışa vurmaya, kendi kendine konuşmaya başlamıştı, Veysel Efendi. Kafayı yemişti bu hayat mücadelesiyle.

Hayatla kavga ediyor, karısıyla kavga ediyor kendisiyle kavga ediyordu. Yarım kalan kavgalar gün boyu devam ediyordu onun zihninde...

“Elimden geleni yapıyorum ama olmuyor” diyordu kendi kendine, yolda yürürken.

Yanından geçen insanlar, onun yüzüne bakıp da “Deli mi ne?” deyip yürüyorlardı.


Büyük bir pasajın kapısının önüne gelip, tezgahını kurdu. Önce sandığını koydu.

Diğer elindeki eski ayakkabı torbasını yere bıraktı. Sonra da pasajın içerisine girerek, günün ilerleyen saatlerinde kendisini güneşin gazabından koruyan şemsiyesini aldı.

Müşterilerini oturttuğu eski yüksekçe bir sandalyeyi paçavralarla doldurup oturulacak hale getirmişti. Onu da koydu.

Hala konuşuyordu. Karısını camda görmeseydi belki, bu kadar sinirlenmeyecekti. Akşamdan yarım kalan söyleyemediklerini hatırlayarak yine söylenmeye başladı, el kol hareketleriyle...

Şemsiyeyi yerine oturttu. Taburesini ve sandığını bir güzel yerleştirdi. Torbanın içerisinden eski ayakkabıları çıkarttı.

Çöp bidonlarına atılan eski ayakkabıları toplayıp onarıyor, boyuyor ve satıyordu. Ayakkabıları yanına, pasajın camının önüne yerleştirdi.

Henüz akşam, evinin bahçesindeki ceviz ağacının altına oturarak boyamıştı bir güzel. Pırıl pırıl, yepyeni olmuşlardı. Eliyle düzeltti ayakkabıları, burunlarını bir daha parlattı elindeki kadife bezle.


Altında oturduğu şemsiye rüzgardan uçacak gibiydi. O hala şemsiyeyi düzeltmeye çalışırken, karısına söyleniyordu...

“Olmaz ki” diyordu. Ben de isterim çocuklarımı okutayım, karınlarını doyurayım, ellerine harçlık vereyim.. Tek başıma yapamıyorum. Büyük oğlan da olmasa... Vallahi yetişemiyorum.

Tü Allah ben böyle hayatın.....” çekerek kolunu sallıyordu.

Üzerine giydiği kirli beyaz gömleğin kollarını sıvadı yukarı kadar. Kolları, ellerinden kirlendikçe yukarı çekiyordu. Yakasını düzeltti. Yakasının kiri görünecek diye de çekindi etraftan.

Gözü bir yandan önünden yürüyüp giden insanların ayakkabılarındaydı. Rengarenk ayakkabılar giymiş, alımlı kadınlar geçiyordu önünden.

Ayakkabısının tozunu alamadan evden fırlayıp çıkmış adamların ayakkabılarını görünce;

“Boyayalım abi...” diye sesleniyordu arkasından.

Ses gelmeyince, elindeki boya fırçasını patlatıyordu yere öfkeyle. Söyleniyordu...

Kader miydi onun hayatı, yaşadıkları? İnsan kaderini kendi mi yaratırdı yoksa?

“Yarın eve para getirmeden gelme yine” demişti karısı, gece yaptıkları atışmada...

Kendi kendine konuşup kavga etmekten yorulmuş bir halde, önündeki kalabalığın ayak seslerine, ayakkabılara takıldı gözü...

Gözü başka bir şey görmüyordu. Elinden gelse, yoldan geçen insanları durdurup ayaklarındaki ayakkabıları çıkartıp bir güzel boyayacak, sahip olamadığı kadar çok paraya sahip olacaktı.

Arkasına umutsuzca yaslandı gün dönerken.

Bir yığın insan önünden gelip geçmiş ama tek bir siftah bile yapamamıştı.

Ayakkabıları tozlanmış adamlara usulca ve umutsuzca söylendi.

“Boyayalım mı abi?"

Adam durdu, gerisine baktı.

“Tamam be” dedi, “Boya bakalım.” Arkadaşını da çekti yanına. “Onunkini de boya.”

Gülüştüler...

Güneş yanığı dolu yüzü aydınlandı, Veysel Efendinin.

“Ekmek alıp giderim akşama” dedi içinden. “Bir de beyaz peynir... Çay var evde nasılsa.”

Karısı kızmayacaktı para getirmediği için. Kızsın bakalım, neden kızacaksa...

" Bi cigara versene abi..." dedi. müşterisine çaputla doldurulmuş sandalyeye otururken...

" Al bakalım "dedi, adam.. güzel parlat aman ha! bozuşuruz..." .

Toza bulanmış ayakkabıları fırçalarken, dudağına yerleştirdiği cigaranın arasından keyifle bağırdı Veysel efendi,

“Boyayalım abilerrr..! ”

Hayatla olan kavgasına ara vermişti Veysel efendi..

Yarına Allah kerim'di...

 
Toplam blog
: 319
: 1390
Kayıt tarihi
: 29.10.06
 
 

"Ben; hiç yalnız kalmadım... Kalabalık bi ailede yere atılan yataklarda Yan yana, baş başa, el el..