Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Haziran '10

 
Kategori
Siyaset
 

Bozkırın Mazlumları "Silahlara Veda" Şiarını İlke Edinmeli

Bozkırın Mazlumları "Silahlara Veda" Şiarını İlke Edinmeli
 

Sözün doğrusuna bulanmış olan zihinlerin çok olduğu ama o sözün doğrusunu toplumun zihinlerine taşıyacak olan odakların bir hayli pervasız olduğu bir memlekette, daha çok Buselerin, daha çok Şerzanların ve daha çok Ceylanların ölümüne bir film seyreder gibi bakarız. Pek tabiki bütün mesele, mertliği ayaklar altına almış olan demir yığını, kurşun fırlatıcılarının yaşamımıza egemen olmasını önlemektir. Yani, her aklı başında insanın ve yüreğinde kurşunun kor halini hissedebilecek zihinlerin “Silahlara veda” çağrısını bu toplumun ruhuna kazıyabilirsek, belkide arkamızda kalan acıların sızısını iyileştirmek adına ilk minik adımları atmaya başlayabiliriz.

Paranın sıcaklığına tutku babından, şiddeti körükleyen, kin ve nefretin tohumlarını sıklaştırarak filizlenmesine sebep olanlar, o iğreti fon müzikleri eşliğinde yayın yapacaklarına, Ufuk Uras’ın “Silahlara veda” çağrısını bu toplumun önüne sunmuş olsalardı, insanlık namına bu güne kadar işledikleri suçların üzerine belki bir kürek toprak atılmasına neden olabilirlerdi.

Kaç gün olduğu belli olmayan ama şiddetin her dem tavana vurduğu anlarda, Ufuk Uras ve diğer birçok aydın insan, silahların lağımın deriliklerine gönderilmesini salık veriyor olsalarda, savaş baronlarının zihin dünyasına kendilerini teslim etmiş olan südü bozuk medya kalemşörleri, bu çağrıları örtpas edebilmek adına olmadık taklalar atıyorlar. Ve medyanın beyaz yaldızlı şovmenleri, internetin büyülü dünyasına ve gazetelerin birinci sayfalarının en nadide noktalarına, yüzme keyfinin tadını çıkarmakta olan vekilin, memlekete mal olmuş “şerefsiz” özdeyişini çıkarmaktan imtina etmiyorlar. Bir tarafta silahlara vedaya dayalı çağrıları göz ardı edenler, öbür tarafta silahın her türünü başımızın üzerinde taşıyacağımız ifadelere taşeronluk yapmaktan pek bir haz duyanlar.. Olmadık ifadelerden haber türeterek milletin beynine sıçramış olan kanı kaynatmaya teşne olacaklar ve sonrası mı; bol soslu vatan, millet edebiyatlı söylemler ortalığa dökülüp, saçılacak.

Hayran kalıyorum kimi zamanlar şu “Türkiye’nin üzerinde oyunlar oynanıyor” zırvasına. “Bizleri, bölmek ve parçalamak isteyenler var” yollu, korkutmacalı ifadelerin zihnimizi açtığına mı inansam, yoksa zihnimizi bir hayli bulandırdığına gail mi olsam bilemiyorum ama neden her dem bu mantık, vatanımızın ve milletimizin zihnine yaldızlı yaldızlı kazınmaktadır? İşte tamda noktanın burasını kavramakta zorlanıyorum. Niçin daha fazla demokrasi, özgürlükler ve daha fazla hukuk üzerine bir şeylerin hayata geçmesi adına çaba gösterilmezde, toplumu sindirmek, korkutmak ve pıstırmak adına açıklanan tümceler havalarda bol keseden savrulur?

Kimin kime neyi verdiği ve vermekten kaçındığı şeylerin dahi belli olmadığı ama o vermekten kaçındığı şeyler uğruna, gencecik bedenleri kullanması pek bir tuhaf olsada, aslında vermekten kaçanların kullandıkları ile almak isteyenlerin ortak bir dolu paydasının olduğu gün gibi berrak ve billurdur. Kaç zamandır izlemekten kaçındığım ama hafif yollu tarafından gözümü iliştirdiğim televizyon ekranlarında, başında eşarp, bedenini sarmış olan şalvarı ile Anadolu’nun bir kır kasabasında fakirliğin, yoksulluğun her demini tatmış olan bu zavallı anaların ağıtları, insanın yüreğini un misali parçalamaktadır. Ve aynı renkli camın bir başka mekâna gözünü çevirdiğimiz izlencelerinde, havai fişeklerin renkli, albenili görüntülerine tanıklık eder halde buluyoruz kendimizi. Ve Anadolu bozkırının fakir insanları, kör kurşunların hedefine canlar koyarken, boğazın ışıltılı dünyasında gününe gün, ününe ün katan cevval memleket evlatları, hep bir ağızdan, onuncu yıl marşını okuyarak ne kadar vatanperver olduklarını cümle aleme gösteriyorlar. Ve bir tekinin bile ağzından “silahlara veda” namına bir çağrı duymuyoruz. Ne kadar daha fazla vatan ve millet edebiyatı ise, o kadar daha çok “kana kan, intikam” naraları fışkırtıyorlar. Kör kurşunlara hedef olanlar, Anadolu bozkırının dört bir yanına yayılmış olan ötekilerse, mesele pek tabiki yok. En nihayetinde, o an için hafif bir sızılı yüz formatını yansıtmak, her bir şeyin hale yola konması için yeterlidir. Kısa süre sonra gündem yeni bir şeylere gebedir zira. Ve ötekilerin, ötekileşmiş olanların ölümleri unutulur. Çünkü, Anadolu bozkırının bağrından doğanlar ölümlere pek çok tarafından meydan okumuştur. Anadolu bozkırının insanları merttir, cevvaldir ve en nihayetinde savaş baronlarının her dem emrinde, ölümlere buram buram kucak açmaktadır.

Yılla önce izlediğim Yılmaz Güney’in “Sürü” filminin bir sahnesini hiç unutamadım. Filmin sonlarına doğru, Berivan’ı tedavi etmekte olan doktorun, o küstah hali ile ötekileşmiş insanlara nasıl baktığını ve en nihayetinde ölenin bir köylü olduğunu vurgulaması, filmin en can alıcı sahnesiydi. Bu ülkenin köylüsüne, mazlumuna, emekçisine bakış açısının en nadide vurgusuydu aslında o sahne. Aradan geçen o koca bir otuz iki yılın ardından, bahsini anlatmaya çalıştığımız bu yüce! kültürün nasılda memleket sathına yayıldığını buram buram görmekteyiz. Memleketin asortik semtlerinin ikâmet sahiplerinin, memlekette ötekileşmiş olanları aşağılamak adına kullandığı “amele” sıfatı, her dem yüreğime saplanan hançerin açtığı yaranın acısı kadar acı bırakmıştır yüreğimde. Bu ülkeyi parçalamanın kaynağında, işte o memleketi kendi asli mülkü olarak görüp, kör kurşunlardan kaçarak, vatan ve millet edebiyatı yapıp, kanı, kini, intikamı salkım saçak dökenler yatmaktadır.

Hayatın bana öğrettiği en nadide gerçek oldu bu insanların zihin dünyasından uzak durmak gerçekliği. Çünkü bu zihin dünyasında kenardan kenardan ölümün fitiline ateş çakmak vardı. Sonucu hep ölümlere gebe çakılan ateşlerdi.

Yıllar önce iki arkadaşımın isteği üzerine İstanbul’un Gümüşyaka denen bir yerlerinde çadır kamp kurmaya gitmiştik. Üç adet tarafından kurduğumuz çadırlarda toplam yirmi kişi kalıyorduk ve bizlere katılan diğer çocuklar Bağcılar’ın, Güngören’in, Esenler’in mazlum çocuklarıydı. Henüz daha yaşları yirmilerine yaklaşmış olan bu çocuklar ilk kez böyle bir aktivitenin içerisinde olmaktan dolayı hayli mutluydular. Her sabah ekmek arası beyaz peynir ve haşlanmış yumurta ile birkaç bardak çay içmek sureti ile sabah kahvaltımızı yapıyorduk. Bir akşam Gümüşyaka’nın sahilinde, kumların üzerinde oturmuş sohbete dalmıştık. İşte o sohbet anında, Bağcılar’ın bir yerlerinde oturan ve henüz yaşı onyedi olan Zülküf şöyle demişti; “Ben daha önce hiç böyle kahvaltı yapmadım.” Zülküf’ün bu ifadesini bir hayli tuhaf karşılamıştım o yıllarda ama devamında yine aynı bölgeden olan bir diğer çocuk olan İsa şu karşılığı vermişti; “Ben daha önce böyle kahvaltı yaptım”. Diğer birkaç çocuk daha bu sohbetin bir yerlerinde, daha önce böyle bir kahvaltı yapmış olduklarından bahsediyorlardı ve bu ayrıcalıktan ötürü Zülküf’e hava atıyorlardı. O denli hazin bir durumduki bu karşılıklı atışma. En nihayetinde basit bir kahvaltının dahi insanlarda bıraktığı izlere tanıklık ediyordum. Ve bu çocukların her biri, birkaç yıl sonra askere gideceklerdi. Hayatlarında bahsini yapmış olduğumuz kahvaltıyı kimisi ilk kez o çadırların altında yapmıştı, kimiside belki daha önceden birkaç kez yapma şansı bulmuştu. Bu çocuklardı kör kurşunlare hedef olanlar. Ve o sohbeti yapmış olduğumuz kumsalda, hemen arkamızda, denize nazır villalarının bahçelerinde aynı yaş grubundan bir dolu genç keyfe keder takılıyordu.

Bu toprakların geçekleri bunlar. Ne kadar vatan ve millet edebiyatı yapılırsa yapılsın, bir gün bu ülkenin insanları kandırılmış olduklarının farkına varacaklar ve işte o zaman bu topraklarda her şey yeniden başlayacak.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..