Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '18

 
Kategori
Siyaset
 

Brunson Tahliyesi ve AK Parti'nin Kitle Hegemonyası

   Brunson tahliyesi, yargılama şekliyle(gizli tanık denilen ucube sistem ve bunların ifade değiştirmesi, savcının değişmesi gibi) sadece ülke hukukunun güvenirliğine gölge düşürmekle kalmayıp aynı zamanda iktidar partisinin bütün halka ve hatta kendi seçmen kitlesine bile karşı yapmış olduğu toptan bir yoksaymacılık gösterisidir. İktidarın herhangi bir kriz veya herhangi bir durum karşısında söylem ve eylemlerinde ki inanılmaz hızdaki deri değişimleri ona oy vermiş olan seçmen kitlesini bile şaşırtacak seviyededir. Bugün itibarı ile gerçekleşen söylem veya eylemler ertesi gün geçerliliğini yitirebilir ve hatta bugün geçerli olan bir fikir yarın herkes için yargılama sebebi bile olabilir; Fikirler veya inançlar bir giyim mağazasının vitrinin önündeki eşyalar gibi bile olabilir, sezonluk ve o anda işe yarayışlılığı ile ilgilidir sadece. Evet, Papaz tahliyesi aynı zamanda iktidar partisine destek veren veya vermeyen tüm kitlenin bugüne kadar zaten olmamış, bundan sonra ise oluşabilecek bütün tepkisel eylemlerinin ve direniş enerjisinin artık tamamen toprak altına gömdüğünün ve bunun iktidar partisi tarafından da olağanüstü bir hazla fark edildiğinin istemsiz, deneysel bir alıştırmasıdır.(Zorunlu bir deney) Her alıştırmadan sonra ortaya çıkan pasifist durumun en trajik kısmı sadece AK Parti iktidarının her istediğini yapmada kimseyi umursamaması değil, bu umursamazlığa ve bir yerde inkarcılığa %50 ye yakın kesimin hala onay verip, desteğini devam ettirmesidir.  Bazen ise merkez bankası üzerinden yapılan faiz tartışmaları ve suçun merkezin üzerine atılması  veya Mc Kinsey gibi danışmanlık firmasıyla yapılan anlaşmaların Cumhurbaşkanınca iptal ediliyor görüntüsünün verilmesi , halk nezdin de Erdoğan’ı yerli ve milli unsurların korunması uğrunda hem yenilmez bir savaşçı  ve hem de meydana gelen olumsuzlukların yükünü, kendi kontrolündeki kurum veya kişileri yeri geldiğinde şeytanlaştırarak taşlanmalarını sağlayıp, bütün sorumluluğun diğerlerinin sırtına yüklenmesini sağlayacak ve ona bütün olumsuzluklardan soyutlanarak yeni bir sorumsuzluk  alanı yaratmaktır. Hele son yıllarda sıkça kullanılan yerli ve milli kavramı, ülkenin ihracat ve ithalat dengelerine(cari açık) bakınca tam paradoksal bir durum olduğu fark edilecektir.  AK Parti her ne kadar bugüne kadar ülke yönetimde bulunan sağ iktidarların benzeri veya devamı gibi gözükse de onu benzerlerinden ayıran çok önemli ayrıcalıkları vardır. Bu ayrıcalıklar nelerdir ve iktidar bunları elde etmeyi nasıl başarmıştır? Diye sormak cevaba gitmekte ki elzem şarttır.  

         AKP yaklaşık 20 yıldan beri ülkeyi tek başına yönetmektedir. Her ne kadar zaman, zaman bir takım siyasi partilerle veya siyasi olmayan cemaatler gibi, modern bir ülkenin anında kusacağı gayri- resmi ve gerici oluşumlarla ortaklıklar gerçekleştirmiş gözükse de bu sadece dönemin koşullarına karşı geliştirmiş olduğu pragmatist siyasi bir reflekstir.   Marx ve Engels’in komünist manifestodaki “Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratır” diye belirttiği ünlü savı AKP’yi anlamamız da önemli yardımlar sunacaktır.  Evet ,AKP,  son 20 yılda hem kendi suretinde bir burjuvazi ve hem de kendi suretinde bir dünya yaratmayı başarmıştır. AKP’yi diğer sağ iktidarlardan ayıran en büyük fark ,diğer sağ iktidarlar zamanında kısmide olsa sinai üretime katkısı olan firmaların veya şirketlerin, AKP’nin yarattığı yeni burjuvaziyle beraber beraber tamamen rantiye davranışlarına yönelmesidir. Bu aynı zamanda ülkedeki üretken yapının risk alır gözükmesine ve yaratılan yeni burjuvazinin kısmi olan üretim katsayısının sıfırlanmasına neden olmuştur. Yani toptan ve bulaşıcı bir üretim soğukluğu ülkeyi esir almış bulunmaktadır.  Aynı zamanda bu güne kadar ülke yönetiminde bulunan sağ iktidarlarda ki güç etrafında kümelenme veya rüzgarın yönüne göre savrulma ve dolayısıyla güçten nemalanma yerini, en ufak tenkit ve sorgulamanın bile yerinin olmadığı güce tapma ve sadece yandaş diye tabir edilen kesimin ganimetten hak alacağı ve diğerlerinin de cezalandırılacağı bir esnaf-politik zihniyete devretmiştir. İşin özü varlık, kısmen de olsa burjuvazinin yanından geçmiş olanlardan alınıp, işportacı nitelikli, köşe dönmeci ve esnaf zihniyetli kişilere teslim edilmiştir. İktidar partisi işçi aleyhine çıkarmış olduğu yasalar ve düzenlemelerle yeni burjuvazinin desteğini almış ve hem de yakacak, yiyecek gibi yoksulluk yardımıyla kitlelerin rıza üretim kabiliyetini geliştirmiş ve kendi meşrutiyetini daha geçerli kılmıştır. Diğer yandan topluma sürekli enjekte edilen din, dil, ırk ,mezhep ve bayrak gibi kutsiyet araçları, topluma birer itaat jenaratörleri gibi işlevde bulunmuşlardır. Bu jenaratörler hala devrede ve sürekli enerji tüketmektedir. Hal bu ki, yakın tarihimize baktığımızda ekonomik krizler, çok güçlü halk desteğiyle bile gelmiş olan bütün siyasal partileri sandığa gömmeyi başarmış ve insanların geçim derdi birçok dini ve milliyetçi argümanların önüne geçmiştir. Bugün bunun gerçekleşmemesinin en büyük nedeni iktidarın gücünü halktan mı, yoksa halkın gücünü tamamen elinden aldığıyla ilgilidir. Bunun anlatılması ve farkındalığının yayılması sorumluluğuysa ana muhalefet ve diğer muhalefet partilerinin omuzlarındadır.                                                     

         Cumhurbaşkanının, eski Türkiye diye belirttiği yönetimi sürekli İnönü üzerinden eleştirmesi ve “camiler ahır yapıldı”, “bakın ABD bayrağı ellerinde” gibi pişmiş aşın tekrar tekrar sofraya serilmesi, aslında,iktidar partisinin elindeki tüm mermilerin bittiğini ve halkta oluşabilecek olası bir ayma ve farkındalığa karşı bir telaşın göstergesi ve yönetim yetersizliğinin kendini ele vermesinden başka bir şey değildir.(Fakat bu aynı zamanda muhalefetin sadece bunla meşgul olmasını sağlayacak ve doğal olarak muhalefeti ilgilenmesi gereken asli sorunlardan uzaklaştırmak için yapılmış siyasi bir tuzak da olabilir. Bu yoruma açık bir konu olsa gerek.) Her ne kadar iktidar siyasi mevcudiyetini korumakta zorlansa bile, ana muhalefetin “Marshall yardımını İnönü değil şu veya bu aldı” diye inatla hep kendi paradigmalar zincirlerine haps olması ve zaman, zaman sağ partiler gibi sağcılaşması, iktidara “aslı dururken taklidine itibar” edilmez gibi eşsiz bir sermaye alanı bahşetmekte. Doğrudur “Marshall” yardımını İnönü dönemine değil DP yani Menderes dönemiyle ilişkilidir. Fakat bunun önemi nedir? Sahiplendiğimiz tarihimiz veya övündüğümüz atalarımız kusursuz ve üzerlerin de eleştiri yapılmayacak kadar kutsal birer tabular toplamı mıdır? İnönü’de Thruman yardımı almıştır veya Menderes’te camileri yıktırıp otoparka çevirmiştir. Hepsi de doğrudur;  aynı zamanda bazı çevrelerin çok partili hayata geçişin konjonktürel değil de, tamamen onun demokrasi aşığı olmasından ileri geliyormuş diye anlatılan dönem, ülkede ki tüm sosyalist dernek ve gazeteler budanarak yapılmamış mıdır? Ve nihayetinde iktidar DP ve Menderes’e altın tepside armağan edilmemiş midir? Yani “ha Kel Ali, ha Kılıç Ali” durumu.  Bu elbette ayrı bir yazı konusu olması yanında yazımın amacı da İnönü dönemini eleştirmek değildir, lakin, İnönü veya daha önceki dönemleri bel attı vurmamak ve küfür, hakaret kullanmamak kaydıyla eleştirmek herkese de doğal bir haktır.  Fakat günü işlemekten ve çözümler yaratmak gereğinden ziyade geçmişle yüzleşmemek ve onu kusursuz paradigmalar tahtına oturtmak, bugünü unutturmak isteyenlere karşı yapılmış en büyük hizmettir. Halbuki eleştiriye tıkalı zihinler, tıkanmış damarlar gibidir ve hiçbir zaman gelişime açık olamazlar; eleştiri hakaret değil, çözüme giden yolda atılmış önemli bir adımdır. Tersi, iktidarın kitleler üzerinde ki hegemonya jeneratörlüğüne yapılmış bir yakıt takviyesidir. Bütün bunlara rağmen, AK Parti belki de oldukça zor günler geçiriyor olabilir; fakat onun halk tarafından neden bu kadar süre iktidarda tutulduğunun muhalefet tarafından çözülemeyişi ve karşısındaki siyasal dinamiklerin yeterince organize olamaması ve ana muhalefetin kasıtlı veya kasıtsız olduğunu bilemediğimiz bir sağcılaşma yarışına girmesi, maalesef tüm muhalefetin de etkisizliğine neden olmaktadır.

         Maalesef tarihin her zaman ileriye ve mükemelliyete doğru yürüdüğü fikri çok da ilerici ve çağdaş bir görüş değildir; örneğin yazının bulunmasıyla başlayan ilk çağ, birçok dinsel hurafelerin krallıklara egemen olduğu ortaçağa göre daha ilericidir. Günümüzü baz alırsak bazı Avrupa ülkelerinde sağın önlenemez yükselişi ve ABD’de Trump gibi birine birleşik devletler yönetiminin emanet edilmesi bu sava yine önemli bir destektir. Bizim gibi geç kapitalistleşmiş, sınıf bilinci yeterince gelişmemiş ve kendi burjuvazisini de yaratmayı asla başaramamış ülkeler de ise sağın popülaritesi hep yüksek olmuş ve sadece ülke yönetimini ele geçirmekle kalmamış , yönetiminde olan bürokrasiyi ve ekonomiyi sınırsızca deregüle ederek(özellikle Özal döneminde alınan 24 ocak kararları sonrası) hegemonik  ve oligarşik bir şekle evrilmiştir. Bu yolda kullanılan en elverişli araçlar her zaman bir takım dini ve milliyetçi argümanlar olmuştur. Fakat nedense yıllardır aynı malzemeyi kullananlar, tam tersi, gerek milli ve gerekse dini kayıpları ve endişeleri en fazla göz ardı edenler olmuşlardır. Bugün hep yerli ve milli kavramlarıyla yatıp kalkmamıza rağmen, bunun inandırıcılıktan ve teknikten yoksun, sadece popülizme dayalı ve belki de bir takım gizli saiklerin ve yerliliğe aykırı bir takım anlaşmaların, verilmiş sözlerin üstünü örtmek için kullanılan bir propaganda aracı olmadığı ne malumdur. Tüm bunların yanında, halkın ise sorgulamayan, verilenle yetinmesini bilen, itiraz yeteneğini kaybetmiş, şükür ve kaderciliğin çevrelediği bir itaat çukurunda yaşam mücadelesiyle hayatını devam ettirmesi istenecektir. Öyleyse bugün halk, düşmüş olduğu bu itaat çukurundan nasıl çıkarılacaktır? Bu görevin sorumluluğu kimin omuzlarındadır?  Eğitim, sağlık ve ekonomik bunca sorunlarla gelir eşitsizliğinin sürekli artması eşliğinde yaşayıp boğuşurken ve en önemlisi bunlara benzer sorunların hepimizi umutsuz, mutsuz ve sadece şikayet eden memnuniyetsiz yığınlara çevirmesi karşısında yapılması gereken nelerdir? Rahip, McKinsey veya benzeri olaylar, sorunun nedeni kendileri olan, yani” kendi çalar kendi oynar” durumundaki iktidarın tahtını sallamak için yeterlimi dir? Zararını en çok ezilenlerin, emekçilerin ve bunun yanında belki de en çok iktidar karşıtlarının etkilendiği ve bu etkinin altında ezilmelerine rağmen krize çözüm önerileri sunanların  neredeyse hain ilan edildiği, günümüz  ekonomik kriz veya ekonomik depresyona bel bağlamak çözüm müdür? Şunu kabul edelim ki, bugün iktidar ülkenin başına gelen her olumsuzluğu yabancı güçler parmağına havale etmekte ve bunu sömürerek kolayca politik kalıba giren insanları kafa yorma çabasından kurtararak ,(komplo teorisi diyebiliriz kısaca. İnsanlar komplo teorileri sayesinde araştırma ve okuma zahmetinden kurtulurlar; buna bir tür kolaycılık da denilebilir) bir şekilde uyutuyor olabilir; Fakat bunun her zaman böyle devam etmesi ve ortaya çıkmaması her şeyden önce eşyanın tabiatına aykırıdır. O zaman çözüm nasıl bir anlayışın etrafında şekillenmelidir?  Bu soruya cevap yine Marx ve Engels’in ünlü savını kullanarak yaklaşmak isabet olacaktır; kendi suretlerinde ki yeni bir dünyaya karşı,  daha adil bir dünya….

 
Toplam blog
: 6
: 202
Kayıt tarihi
: 09.02.18
 
 

1971 Gaziantep doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimimi G.Antep'de tamamladım. 1993 Selçuk Ünivers..