Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '12

 
Kategori
Öykü
 

Bu ne güzellik!

Bu ne güzellik!
 

Yürek engel tanımaz...Bu, ne güzellik Ya Rabbim!


Telefonun diğer ucundaki tanıdıktı. Ama söylenen cümlelerin bir tanıdık sesten gelip gelmediğinden emin olamadığı için “yanlışlıkla aranmış olabilir” diye düşünerek, bir âN tereddüt geçirdi. Telefondaki ses, az önce çıkardığı seslere birebir benzeyen sesle, tekrar etti:

_ Okulumuza yeni bir öğretmen atandı. Size söylemeye vakit bulamadım ama… Yardımcı olacağınızdan eminim. Bu kızcağıza yeni bir ev, uygun bir konaklama bulana kadar sizin evinizde kalsın…

_ E-e.Efendim!! Anlayamadım! Hem, siz… Tamam, tamam tanıdım.Müdür Bey, siz misiniz?

_Evet benim. Okul Müdürü Turan. Ayşe Hocanım? Yanlış aramadım, değil mi?

_A, Evet! Ben Ayşe! Siz biraz önce neler dediniz? Afedersiniz! Duyduklarım doğru mu?

_Doğru ,Ayşe Hanım. Okulumuza yeni bir öğretmen atandı. Ara kararname ile. Ona ev bulana kadar, sizin yanınızda kalmasını uygun bulduk.O kadar kısa sürede karar verdik ki, bu yeni durumdan sizi hemen haberdar edemedik…

Ayşe Hanım, okul müdürünün ağzından çıkıp da telefon tellerini aşarak kulağına kadar gelen sesleri duyuyordu duymasına da… İkinci kez, hemen hemen aynı şeyleri işitmesine rağmen, olanları kavrayabilmiş değildi. “Okula bir öğretmen atandı”,”size haber veremedik”, “sizle kalmasını uygun bulduk”??  Anlayamıyordu, bütün bu anlatılanları… Hani, bir parça anlayacak olsa; bu sefer de, “cümlelerin yüklediği anlam” onu öfkeye sürüklüyordu. Bu yüzden, işitiyordu işitmesine de; kulaklarına inanamıyordu… Konuşan Okul Müdürü olabilirdi de; kendisinin evinde oturacağını, ev arkadaşını her özgür birey gibi kendi seçmeliydi. Hele hele, ona sorulmadan bir oldubittiye getirilmek… Olacak şey değildi! Buna cidden çok kızardı…

Saniyenin binde biri hızla, işittiklerini toparlanmış, hizaya gelmiş, mantıklı, makul ve sevecen mesajlara çevirmeye uğraştı. Hani, karşısındaki ses aylardır beraber çalıştığı, üç aşağı beş yukarı  birbirlerinin  karakterini, huyunu suyunu tanıdıkları okul müdürü olmasa ve her zaman aklı başında olarak bildiği okul müdürünün yine aynı “aklı başındalık”la aynı cümleleri ısrarla tekrar ettiğine şahit olmasa; şu telefonun diğer ucundaki adama söyleyeceklerini iyi biliyordu ama…

Neyse!.. Hem kendisine hem de müdürüne bir şans vermeyi tercih etti.

Bir ânlık sükunetle, bir ânda parlamak arasında; sesini iyice yavaşlatıp bir kez daha “ne dediniz” diye sormakla, “ne diyorsun sen?” diye bağırmak arasında git-gel yaşadı! En sonunda, kararını verdi; anlatılanı, anlatılmaya çalışanı bütün ilgisi, bütün sevecenliği ve bütün yüreği ile anlayacaktı!

_ Özür dilerim, Müdür Bey! Anlamakta güçlük çekiyorum. “Okulumuza bir genç hanım öğretmen olarak atanmış.” diyorsunuz. Güzel! Hoş gelmiş… Sonra da, bu arkadaşın bir süre benimle aynı evi paylaşmasına karar verdiğinizi söylüyorsunuz. Yanlış mı anladım?

Ayşe Hanım, sözün tam burasında duraladı ve nefes aldı. Çünkü söze devam etse, sükûnetinin bozulabileceğini anladı.

Müdür bu boşluktan yararlanarak söze atıldı:

_ Hayır! Tamamıyle doğru anlamışsınız, Ayşe Hanım. Bu, fevkalade bir durum ve sizin yardımcı olacağınıza inanarak, size sormadan, daha doğrusu soramadan, böyle bir karar aldık…

_ İyi de!.. (Ayşe Hanım, sabrının taşmak üzere olduğunu hissetti. Tekrar bir derin nefes aldı…)

_ Hocanım! Gelen genç öğretmenimiz engelli. İlk defa ailesinden ayrı kalmayı deneyecek. Şu şartlarda yalnız kalması mümkün değil. Ve bu kasabada onunla kalabilecek en uygun kişi sizsiniz…

_ Yaa!...

Acımakla hayretin kesiştiği ve giderek sesten sessizliğe dönen bir “yaa-a” nidası döküldü Ayşe’den… Müdürünün bu son açıklamasından sonra bir ânda taş kesildi Ayşe! Onca kelimenin arasında beyni ile kalbini ayrı ayrı döven “engelli”,”engelli”,”engelli” sözcükleri defalarca uğuldadı kulaklarının içinde.O  ânda bütün vücudu zangır zangır titredi. Gayri ihtiyarî bir çırpıda bütün uzuvlarına baktı! “Şükür ki, hepsi yerindeydi!”

Ardından, birden bire evinde yalnız olmasına rağmen; dünyadaki tüm canlılar onun gözünün içine bakıyormuş gibi kıpkırmızı kesildi. Utanmıştı! Oysa, daha bir iki dakika önce neler düşünmüştü! Sonra yine utandı! Bu utanç, biraz huzur, biraz da ılıklık doluydu: Ne de olsa, şunun şurasında onu beş altı aydır tanıyan müdür, onu kalbinden tanımıştı…

_ Afedersiniz Ayşe Hanım!! Hâlâ orada mısınız? Sesiniz birden kesildi de…

_A, şey, evet!!  Buradayım, Müdür Bey. Özür dilerim! Ben!

_Siz okuldan çıktıktan sonra saat 16’da bana haber ulaştı. Bugün Cuma, biliyorsunuz. Yarın sabah saat 11’de Meriç Hanım kasabamızda olacakmış. Ailesine, geçici bir süre de olsa, onun sizinle kalabileceğini söyledim.  Onu yarın karşılar mısınız? Siz onunla tanışın. Daha sonra detayları beraber konuşacağız. Anlayışınız için şimdiden teşekkürler…

Kulağı seste iken, müdürün  “Anlayışınız için, şimdiden teşekkürler…”  cümlesine; “Allah, Allah! Sanki ben, “gelsin de Meriç hanım benimle otursun” teklifini yapmışım da” cümleleriyle içinden tepki gösterdi Ayşe. Sonra, silkelendi. Kararlı bir sesle:

_ Pekala Müdür Bey, yarın sabah saat 11’de Meriç Hanım’ı karşılayacağım!

 Bu, olağandışı telefon  görüşmesi konuşmanın başından beri hiç bulunmayan bir huzurun müdürün sesine birden bire yayıldığı  “teşekkür ederim.” Sözü ile noktalandı. O anda hoca hanım da, ilk defa aslında müdürün de konuşma süresince ne kadar panik ve çaresizlik içinde olduğunu idrak edebildi.  

Ayşe Hanım, bütün konuşma boyunca ayakta ve diken üzerindeydi. Konuşma, huzura eren bir teşekkürle bitince, telefonun hemen yanındaki kanepeye, sırtında saatlerce yüz kiloluk patates çuvalı taşımış bir hamal gibi, yığılarak oturdu. Tabii, yükünü sırtından yere indirebilmiş, bir hamal gibi.

Aman Allah’ım! Bu, nasıl bir konuşmaydı? Bu konuşmanın özünde ne gizliydi? Kendisini, yine büyük bir imtihan bekliyordu!! Aklı, duyguları, düşünceleri allak bullaktı. O ânda bir şeyi daha fark etti, kanepede oturan: “Meriç!?” “Meriç Hanım’ı nasıl tanıyacağım?” sorusunu sormamıştı! Müdür de, Meriç Hanım’ı tanıtacak tek ipucu vermemişti, kendisine? Ürperdi…

O gece, hiç uyumadı Ayşe Hanım! Ailesinde ve çevresinde, yani çok yakınında, hiç engelli bir insanla beraber olmamıştı. Onun bildiği, gördüğü engelliler televizyonlarda, filmlerdeydi ancak. Aa, bir şeyi daha fark etti Ayşe:” Hoca Hanım’ın ne engeli var” sorusunu bile müdürüne sormamıştı. Buna sevindi, işte…

Sonra tekrar sıkıntıya düştü; sıkıntıdan terlediğini bile hissetti. “Ama, nasıl karşılardı ki, karşılamalıydı ki, Meriç’i?” Mutlaka, üç aşağı beş yukarı aynı yaşta olmalıydılar. Kendisi bile, şunun şurasında henüz beş altı aylık öğretmen değil miydi? Bir engellinin çok yakınında bugüne kadar hiç bulunmadığından, karşısındaki insana, söz ve davranışla vereceği mesaja ya da etkiye hiç şahit olmamıştı ki! Ya, en ufak bir hareketi, sözü; bilmeden sebep olacağı bir gafı Meriç’i kırarsa! Bunu hiç mi hiç, istemezdi…

Ya Meriç? Acaba, kendisini ne kadar olduğu gibi kabul edebilen “insan”dı? Kendisi dahil, tüm insanları, hayatı seviyor muydu? Kendisiyle barışık mıydı? Ayşe, bu son sorusuna güldü içinden… Ve hemen bu son düşüncesine şiddetle itiraz eden başka bir düşünce belirdi zihninde:

“Ama sen de gittikçe dağıttın Ayşe! Topla kendini! İnsanı, kendisini ve hayatı olduğu gibi kabul eden, hayatla barışık bir insan olmasa Meriç, ona öğretmenlik formasyonu verirler mi? Düşündüğün şeylere bak!”  Böyle düşününce, içi biraz rahatladı…

Bu ferahlama hissi kısa sürdü. Yeniden yüzü asıldı odasında bir başına düşünen Ayşe’nin. Müdür Bey’in telefonda söyledikleri bir bir hatırına geldi. Ne demişti ona Turan Bey? “İlk defa yalnız kalacak. Önce, hele bir sizinle kalsın da…Bakarız!..” Demek ki, işlerini yalnız yapabilmekte güçlük çekiyor, diye sıkıntıyla mırıldandı. Önce, henüz görmediği hemcinsi, engelli akranına acıdı Ayşe! Hemen ardından, insanın –Ayşe’nin bile sevmediği ,fakat Ayşe’nin bile her zaman engelleyemediği- o bencil yanı su yüzüne çıkıverdi: “Fakat ben nasıl destek olabilirim ki böyle bir insana? Ben hiç böyle bir durum yaşamadım ki? Ne yapılır? Ne yaparım?”

Sabaha kadar, bir o yana bir bu yana savrulan duygularla, düşüncelerle gözünü bir ân olsun kırpmadan boğuşarak, yığıldığı kanepenin o aynı köşesinde, kalakaldı Ayşe! Her düşüncenin, her duygunun ardından hep aynı sorular dökülüyordu her seferinde: “Ne yapılır? Ne yaparım? Ne yapmalıyım?”

Sabah ezanı ile birlikte, duygu ve düşünceleri sükûnete erdi:

“Hadi kızım! Topla kendini! Sen de Meriç de kalp taşıyan birer insansınız. Kalbine kulak ver!”

Ezanın hemen ardından, kalktı; abdestini aldı, sabah namazına durdu… Namazdan sonra duasında şunlar döküldü dilinden:

“Allah’ım! Bana ve Meriç’e yardım et! Daima bizim yanımızda ol!..”

Saat 10.30’da kalktı; giyindi… 10.45’te kasabanın tek otobüs durağındaydı… 11.05’te otobüsten inen Meriç’i daha ilk adımında tanıdı…

“Meriç, siz misiniz?” 

Yürekler kucaklaştı…

Ayşe’nin yüreğine düşen ilk iz şu oldu:

“Bu ne güzellik, Ya Rabbi!..”

Yegâh Elif Mirzâde

         

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..