Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '08

 
Kategori
Kitap
 

Budala üzerine...

Budala üzerine...
 

Nisan ayı (yıl 2003) İstanbul’da biraz serin geçti. Aslında serin kelimesi çok da doğru bir tanımlama değil. Şuna kestirmeden soğuk diyelim. Kar bile düştüğüne göre...

Kadıköy’de, uzun zamandır dolaşmadığımı fark ettiğim kitapçıları tek tek ziyaret ediyordum. İstanbul benim yaşadığım süre içinde çok fazla değişti. Hâlâ oturmuş değil. Bazan daha iyi olacak diye düşündüğüm zamanlar olmuyor da değil. Eskiye özlemi her an doğru bir duygulanma biçimi olarak görmüyorum. Hayatı gerektiği biçimde yaşamayı güçleştiriyor. Nostalji dediğimiz şeyin içinde az da olsa insanın kendi kendisine yaptığı bir mazoşizm var.

Bir dostun "Carpe Diem..." isimli mailini anımsıyorum. Gülümsüyorum kendi kendime...

Kadıköy de çok değişti...

1980’li yıllarda, darbenin izlerini silmeye çalıştığımız zaman dilimlerinde kitapçı arar dururduk. Bilim Kitap ve Sanat Evi bu anlamda bir boşluğu doldurmuştu. Ama ucuza, indirimli kitap bulabilmek için Cağaloğlu’na giderdik. Vapur’un sığınak gibi kapalı, camsız bölümünde olmayı severdik. Seslerden kalktığını ve yanaştığını anlamaya çalışırdık, geminin. Şimdi neden gökyüzünü değil de karanlığı tercih ettiğimizi düşünüyorum. Acaba gençlik sorunları mı? Kaçış mı?

Bugünlerde Kadıköy’de her tarafta kitap var. Bu şaşkınlık uyandırıyor birazcık. İsterseniz aradığınız güncel bir kitabı %50 ucuza korsan baskı olarak satın alabiliyorsunuz. Eğer gönlünüz buna izin veriyorsa. Kadıköy’e gidişimin bir nedeni vardı.

Birden bire içime doğan Dostoyevski aşkı...

Nereden geldi, neden geldi bilmiyorum ama içimi kuşatmış, bir an önce o ateş tuğlası büyüklüğündeki kütlelerin sayfalarını çevirmek, onun içindeki dünyayı aramak arzusu ile yoğunlaşıyordum.

Budala!

Çok yıllar önce Suç ve Ceza’yı okumuştum. Şimdi aklımda fazla bir şey kalmadı. Raskolnikof haricinde... Olayı anımsıyorum. Onun içsel konuşmalarını sadece bir his olarak içimde duyuyorum...

Budala’da ne bulacağımı bilmiyordum. Ve her kitapçının kategorize ettiği raflarda klasiklerin yanında durup, uygun fiyata bir kitap bulabilir miyim diye dolandım durdum. Saat sekize geliyordu. Ve herkes toplanıyordu. En az üç saat dolaşmıştım. Klasikleri neredeyse herkes basmıştı. İki ayrı kitapevinin baskı ve çevirisini kontrol ediyordum, belirgin farklar vardı. İlk kez çevirinin bu denli etkili bir şey olabileceğini ayırt ediyordum.

Cebimde bu kitaplardan en az ikisini alabilecek kadar para olmasına karşın yine de cimrilik yapıyordum. Açıkçası bunun daha sonradan cimrilik değil doğru bir karar olduğunu fark ettim. Çünkü internet yoluyla kitapların üzerindeki etiketin neredeyse yarısına Budala’yı bir arkadaşımın sayesinde sahip oldum.

Sahip olduğum kitabın arkasına şöylesi bir not düşmüştü Can Yayınları...

“İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mişkin, tam bir ermiş kişidir, sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zeka sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler.”

Bu cümleleri çok sonradan okudum elbette. Bende böylesi bir alışkanlık da vardır. Kitapların arkasındaki notları, önsözleri ya kitabı okurken, ya da kitap bittikten sonra okurum.

"Klasiklerin neden “klasik” olduğunu anlamak için sadece bir tanesini okumak yeterlidir!" diye bir cümle kursam sanırım doğru bir şey yapmış olurum.

Son dönemde okuduğum romanlar içinde insanı insan olarak anlatan, beni eğlendiren, güldüren, sık sık kendimle bağdıştıran bir romandı Budala. Son 50 sayfası kaldı ve bu sabah işe gelirken bu yazıyı yazmaya karar verdim. Çünkü son sayfalarında dahi aynı şeyleri hissediyordum.

İnsan nasıl iyi olabilir? Bir insanın budalalık derecesinde iyi olması nasıl bir şeydir? İyi olabilmek için budala mı olmak gerekir biraz düşünmek gerekiyor. Geçen gün Yıldız Üniversitesi’nde gençler birbirinin kafasına sopalar, satırlar indirirken nasıl bir mücadelenin adamı olduklarını düşünüyorlardı acaba? Bu gençlere sevgiyi nasıl öğretecektik? Biz mücadele etmenin anlamının “kavga” olmadığını, öldürmek olmadığını nasıl anlatacaktık? Bir düşünceyi yok edebilmenin bir adamı ortadan kaldırmakla mümkün olmadığını nasıl öğrenecektik? Bütün bunları Budala’yı okurken düşünüyor insan. Düşünmemek elde olmuyor.

Hayatı tanımadığımız, öğrenmediğimiz zaman onu daha çok seviyoruz. Kötü olana odaklanmadıkça...

Oysa hayat kötü...

İnsanlar kötü...

İnsanlarla alış verişte olmak da öyle. Para kötü... Maddi olan...

Bir karşılık beklemek...

Hesaplar yapmak...

Bütün bunların idealist düşünceler olduğu iddia edilebilir. Hayatı maddi olanın belirlediği...

Bu nedenle maddi dayanağı olmayan bir iyi, doğru, güzel olmaz; maddi ortam kötüyse, insanın düşünceleri de kötü olur. Bu nedenle maddi ortam değiştirilmelidir. Sanırım biz bu düşüncelerin etkisi ile büyüdük. Hala bu düşüncelerle büyüyor insanlarımız.

Ve insan, insanlık sürekli kaybediyor. Peki ya düşüncenin değiştirebilme gücü varsa?

Bir arkadaş “baharın rengi ne dersin...?” diye sordu, geçenlerde.

Baharın rengi ne olabilir diye düşündüm. İşyerinden eve dönerken baharın tüm renklerini görebiliyordum, İstanbul’un kusursuz güzelliği Boğaz’ın görüntüsünde... Deniz maviydi, gökyüzünü yansıtıyordu. Ağaçlar yeşilin tonlarını sunuyordu. Sarı sarı çiçekler açmıştı. Neredeyse bütün renkleri görebilmek mümkündü. Düşündüm, düşündüm... Ama bu soru cümlesini ilk okuduğumda nedense içimden “beyaz” geçmişti. Şimdi yazarken de son kararımı veriyorum. Beyaz diyorum.

Budala... Bu kitabı okurken nedense beyaz bir dünya belirdi gözümde... Belki de yazarın etkisiyle oldu bu. Ve açıkçası kitabın her sayfasında “sevginin” önemlisi de insan ilişkisinin doğasını gördüm. Prens Mişkin hep beyaz bir tonda durdu, yürüdü, konuştu, düşündü...


Uzay Gökerman
 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..