- Kategori
- Psikoloji
Bugün çok yalnızım İstanbul!
Bugün çok yalnızım. İstanbul’un tüm kalabalıkları benliğimin kalın duvarlarının ötesinde kaldılar. Her gün bana özgürlüğü hatırlatan martılar, sonsuz mutluluğu çağrıştıran deniz, cehennemi anımsatan trafik, kadim köklerimi hatırlatan tarihsel silüet bile kaybolup gitmiş ruhumun derin yalnızlığında.
Beş duyumun ruhumla ve kalbimle teması kesildi. Gören ben değilim, duyan ben değilim, hisseden hiç değilim…
Arkadaşlar, dostlar, ailem hepsi meğer bir anda bin ışık yılı uzaklaşabilecek sihirli bir güce sahiplermiş.
Galata Köprüsündeki balıkçılara sormam gerek nereye gitmiş kadim güzellikler…
Sormam gerek neden bu kadar karanlık dünyam güneşin en parlak olduğu saatlerde!
Neden gözlerimi kapadığım halde İstanbul’u duyamıyorum?
Nereye gitti içimdeki tüm yaşam sevinci, arzusu, özlemi?
Ne güzel dile getirmiş benim şu anımı Can Yücel:
Kasvet, elinde bir paslı makas
İstanbul’un asma köprülerini kesti;
Sevdamızın ipinde demin
Cirit oynayan cambaz,
Şimdi bir kör satırdır içimizde,
Ha düşer, ha düşer, ha düşer…
Tarifsiz acılar içinde yüreğim. Nedensiz, açıklamasız, çözümsüz mengeneler sıkıyor ruhumu… Sıkılıyor canım! Tüm güzelliğine inat İstanbul’un ağlıyorum… Yalvarıyorum Ümit Yaşar’ın dizeleriyle:
Ezilmiş ellerimin arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım.
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim.
“Bu dünya yaşamı bir rüyadır; ölünce uyanacaksın” demişlerdi ya, acaba ondan mıdır bu hüznüm? Rüyanın sonbaharına yaklaştığın hisseden ruhumun ayrılık acısı mıdır bana tatsızlaştıran İstanbul’un baharını? Ama olamaz ki! Ölümü “Şeb-i Aruz” bilen ruhum neden üzülsün ki bu başı sonu belirsiz rüyanın biteceğine?
Olsa olsa bu İstanbul’un bin bir köşesinde şu yaşanan dramları, hüzünleri, çileleri, ayrılıkları, aşk acılarını bir paratoner gibi hisseden kalbimin onlar adına sızlamasıdır.
Vurmak gerek kendini sokaklara böyle hüzünlü zamanlarda… Kaybolmak gerek o bilinmez kalabalıklarda… İzini sürmek gerek Beyoğlu’nda Levantenlerin… Kirlenmek gerek günahın her türlü rengiyle… Sonra temizlenmek Eyüb’ün sonsuz affediciliğinde… Girip tanık olmak gerek İstanbul’un tüm yaşamlarının konaklarına bir anlığına. O gizemli perdelerin ardındaki gerçek yaşam romanlarına yazılırken tanık olmak gerek. Gülhane parkına sığınmalıyım Nazım usta gibi:
Başım köpük köpük bulut,
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Saniyeleri izliyorum duvardaki saatte. Ömür saatinden kayıp gidiyorlar inanılmaz bir hızla. Telaşa kapılıyorum; dolduramadığım, boşa geçen o saniyeler için…
Hakkım yok bu güzel kentin bağrında yalnız olmaya aslında. Her anını gününü, her nefesini yaşamam gerek İstanbul’un. Son bir gayretle çıkmalıyım bu yalnızlık kör kuyusundan.
Ben İstanbul’dayım. Bu yetmez mi sevinçle doldurmaya insanın içini? Necip Fazıl Üstada ayıp olmaz mı sonra?
Ana gibi yar olmaz İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…
Gecesi sümbül kokan,
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul
İstanbul…
Ne dersiniz dostlar? Yalnız kalınabilir mi İstanbul’da, yaşamda ve hele de kalbimizdeki bunca anının arasında?