Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bugün ziller onlar için çaldı !

Bugün ziller onlar için çaldı !
 

... ve herşeye rağmen Okullar yine açıldı.


Tarihe geçmiş bir sözdür. Çanlar kimin için çalıyor ! Yanlış bilmiyorsam Ernest Hemingway’in klasikleşmiş olan bir eserinin adıydı bu. Her nekadar bir kitap ismi olsa da, çoğu kez bir deyim olarak karşımıza çıktı, çoğu kez de ismi “ziller kimin için çalıyor” olarak da biraz bize göre değiştirildi. Zira çan, Hıristiyanlığı andırıyordu ya !

Bugün Türkiye’de milyonlarca okul çocuğu, sabahın erken saatlerinde, okulların bahçesinde, bütün bir sene ve önümüzdeki Haziran ayına kadar söyleyecekleri “İstiklal Marşı’ı” hep birlikte söyleyip, ilgili kişilerin, güne dair açılış konuşmaları dinledikten sonra, zillerin çalınması ile ders başı yapmış oldular. Bunlardan bir kısmı, ilk kez okula, okul sıralarına, uzaktan duydukları İstiklal marşına, ders defterlerine, nedense hep kara denen ama hep yeşil olan yazı tahtasına, teneffüslere, teneffüslerde koşuşturmaya, ebeleme oynama, rengârenk üniformalara ve taşı taşı taşınmayacakmış gibi gelen okul çantalarına ve bitmeyecekmiş gibi gelen ders saatlerine “merhaba” dediler.

Şimdiki ilkokul öğrencileri çok şanslı !. Bizim zamanımızda kara kara önlükler vardı. Her dersten sonra, beyaz tebeşirle yazılmış yazı tahtasını silerken o kapkara önlüklerimiz bembeyaz olurdu. Kirlendi diye üzülür, annemin bana kızacağını düşündüğümden, hiç tahtayı silmek istemezdim. Hatta yaramazlık ve afacanlık olsun diye, tahtayı silmeye yarayan adına silgi denilen o cisim üzerindeki tebeşir tozunu üstümüze üfleyen çocuklarla az kavga etmemişimdir o zamanlar.

Bizler o yıllarda, tek tiptik. Türkiye rejimi gibi. O da tek tipti. Askeri rejimler sonrası kurulan hükümetlerle rejim ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Evimizin duvarında asılı duran, altı adet okun ne manaya geldiğini hiç anlayamamıştım ama babamın sürekli okuduğu “demokrat İzmir gazetesinde” de resimlerini gördüğüm, sonradan adının Ecevit olduğunu öğrendiğim ona Karaoğlan dendiğini, o kişinin Başbakan olduğunu ancak üzerimizden uçaklar geçtiğinde, gecelerimizin karartmayla geçtiği o yıllarda öğrendim. O gecelerin sonunda, karartmaların ne yapıldığını da ancak büyüklerin konuşmasından ve televizyonumuz olmadığından radyolardan öğreniyorduk. Bunun adı “ Kıbrıs Barış Harekâtıydı” ve bu bir savaş demekti.

Savaşın adını küçük yaşlarda öğrendim. Belki o yıllarda biraz da bu yüzden “milliyetçi duygularla” doldurulduk. Hatta, bize o yıllarda öğretilmeye başlamadı mı “ Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye sözlenen manzumeler. İçimize işlenen Türklük ve Türkiye sevgisini bize biraz tek renkli zamanlarda öğretiler bu ülkede. Zira, birkaç yıl sonra kavuşacağımız televizyon da, seksenlerin ortalarına doğru, tek renkli, tek kanallı olarak bize batı hayatını taşıdılar, Kemal Sunal’lı filmleri, Adile Naşit’li uyuma zamanlarını, çeşit çeşit peynirlerin olduğu v biranın yalnızca o kapak altında olduğu reklamları…

Kara poşet gibi giydiğimiz okul önlüklerinden kurtulup da, her gün kıravat bağlama alıştırmalarının gerçeğe döndüğü zamanlarda artık ben büyümüştüm. Ne de olsa koskoca Ortaokulluydum. Televizyonumuz belki hala siyah-beyazdı ama en azından gözlerimiz başka renkleri de görüyordu. İngilizce öğreniyordum mesela. Mesela, artık yarı kopya, yarı becermeye çalışarak da olsa, dünyanın bir başka ülkesinde, yüzünü görmediğim kişilerle yazışabiliyordum. Tam bu yeni hayat düzenine alışmışken, milli duygularımız biraz daha kabardı. İşte o yıllarda içime düşen politika aşkının kilit kaynağı, sokaklarda devriye gezinen polislerdi, mahallemizin yalnızca 50 metre ilerisinde nöbet tutan askerlerdi. Gece saatin bilmem kaç olduğu anda, kim olduğunu bilmediğimiz ama sonradan polis olduğunu öğrendiğimiz, postallı, çengel bıyıklı, kişilerin evimizi darma dağın ettikleri zamanlardı. Adına Sıkıyönetim denilen, sokağa çıkma yasaklarını o zaman öğrendik ve bir gün kalktığımızda, rejimin artık bir ihtilalle ne kadar çabuk tepe taklak değiştirilebildiğine tanık olduk. Anne tarafından hemşeri olan bir generalin, darbe yaparak Türkiye’nin kaderini nasıl değiştirdiğini ve adlarını, gazetelerde gördüğümüz devlet büyüklerinin hapislere nasıl gönderildiklerine, Mesut Mertcan’ın okuduğu TRT televizyonu haberlerinde tanık olduk.

Ortaokul zamanlarım, askerlerin gölgesinde ve belirli saatlerde dışarı çıkamama ve belki bu gece yine polisler gelir korkusuyla geçse de, liseye başladığımız zamanlarda artık renkli televizyonumuz da vardı. Daha mı renkli görüyorduk dünyayı bilmiyorum ama bu yıllar askerlerin kışlaya dönme kararı alıp yerlerini ta Amerikalardan getirdikleri ve Türkiye siyasi tarihine hatta ekonomisine damgasını bırakacak olan bir isme devrediyorlardı. Artık, tarih Turgut Özal’dan bahsedeceklerdi. Hem de uzun yıllar.

Dünyaya bakışımın değiştiği yıllardı bu yıllar. Edebiyat, siyaset, müzik ve tiyatro aşkımın yeşillenip ağaca döndüğü bir zamandı ki, belki de sırf bu yüzden hangi dalımı büyüteceğime karar veremedim. Ne yazık ki, daha ilk yıldan üniversiteye giremedim. Nasip diğer yıllaraymış.

Evet, bugün milyonlarca öğrenci ders başı yaptı. Kimi güle oynaya gitti okula, kimi daha şimdiden kederli. Kiminin parayla ilgisi yok kimi ellerinde boya kokusuyla sıraya oturdu ve ders bitimi sonrasında yine boya yapmaya veya simit satmaya yollanacak.

Öyle yada böyle bu ülkede herkesin eğitimin en iyisini almaya hakkı olduğunu ve eğitimin ücretsiz olması gerektiğini savunanlardanım. Her paralı eğitim veren okulun da eğitiminin kalitelisini verdiğini sanmıyorum. Bizim zamanlarımızda adedi kısıtlı adı Kolej olan okullar, o zamanlar maarif sistemin değiştirilmesi ile kısmen devlet okulu, kısmen de özel okul statüsü kazandı. Şimdi sağım solum sobe gibi her tarafta özel okul var ve her biri dünyanın parası. Parası olan aileler buralara çocuklarını gönderebilmek için yarışıyorlar. Ne için ? Daha iyi bir eğitim ve öğretim için. Peki ya Devlet okullarına gönderilen çocuklar? Onlar ne için okula gönderiliyorlar. Devlet iyi bir eğitim verebilsin ve bu ülkeye hayırlı insanlar yetiştirsinler diye..

Benim ilkokula başladığım zamanlarla bu zamanlar arasında çok fark var. Köprünün altından çok sular geldi geçti ama eğitim sitemindeki kamburlar ve sorunlar hiç bitmedi. Dünyanın hiçbir ülkesinde, bir eğitim sistemi bizdeki gibi yap-boz tahtasına çevrilmedi.

Yılllar geçse de Rıfat Ilgaz'ın "Bacaksız Okulda" kitabının okunması hiç değişmez.

Eğitim sisteminin bir sisteme oturtulması ve bir daha değiştirilmemesi ricası ve istemiyle, doğusundan, batısına, milyonlarca öğrenciye iyi bir öğretim yılı geçirmelerini diliyorum..

İyi dersler çocuklar !..

<ı>Not : Bir MB yazarı olarak, ülkemin muhtelif köşelerindeki yardıma muhtaç okullara başta kitap olmak üzere, muhtelif yardımları yapmayı öneriyorum. Bu konuda hepinizin yorum katkı yüklü mesajlarını bekliyorum.

 
Toplam blog
: 671
: 2572
Kayıt tarihi
: 26.06.06
 
 

Anadan doğma bir İzmirliyim ve bu şehirli olmaktan gurur duyuyorum.. Hem bu şehirde doğmuş, hem b..