Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '07

 
Kategori
Blog
 

Burası neresi?

Burası neresi?
 

Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparkenki çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…

Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).

İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.

Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…

Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım. Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…

İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalarda bir yanımız çocuk kalsın…

NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.


Resim: Salvador Dali




*** "Anadolu'da bir kızım var, öğretmen olacak" projesi için;
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=45243

 
Toplam blog
: 246
: 980
Kayıt tarihi
: 27.01.07
 
 

30’ lu yaşların ağırlığında geçiyor artık yaşam ama teğet geçerek, ama kurcalayıp didikleyerek...İst..