Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Haziran '09

 
Kategori
Edebiyat
 

Burhan Günel ile "Sonsuz Aşkım Hatay" üzerine

Burhan Günel ile "Sonsuz Aşkım Hatay" üzerine
 

BURHAN GÜNEL 2006 TÜYAP / ezgi umut


Sevgili Burhan Günel, çok teşekkür ederim önce.“Sonsuz Aşkım Hatay” kitabınızın yazılış öyküsünü rica edebilir miyim?

 

 

Burhan Günel: Doğrusu önceki kitaplarımdan çok farklı gelişti bu. Yakın arkadaşım Necati Güngör’ün, Heyamola Yayınları arasında çıkmış olan “Annem Babam Malatya” adında bir kitabı var. Sonra bir gün telefon etti. Böyle bir şey yapar mısın diye. Zaten “ Acının Askerleri ” de oradan çıktı. Önce biraz tedirgin oldum. Sonra konuştukça, yaparım herhalde dedim. Süre istedim. Geçtiğimiz Eylül ayının (2006) sonuna kadar süre verdiler bana. Dokuz ay dolu dolu buna çalıştım. Kendi memleketim, bildiğim yöre olmasına karşın adeta film çekecek bir yönetmen gibi, gidip anlatacağım yerleri belirledim. Nereleri ağırlıkla yazmalıyım diye düşündüm. Çünkü olağan zamanlarda dolaşırken, gördüğünüz yerdeki her şeye ayrıntılı bakmıyorsunuz; çoğu kez de görüyormuş zannediyorsunuz ama göremiyorsunuz. Bu amaçla Hatay’a bir yıl içinde iki kez gittim.

 

İki kez mi? Ben üç kez gibi saymıştım.

 

 

Burhan Günel: İki kez gittim; üçüncüsü düşsel bir yolculuk. Üçüncü yolculukta biraz da kurgu var. Bu kitapta yer alan bilgi bölümlerinin dışındaki şeyler, örneğin anılar, yaşanmışlıklar neredeyse bir roman kurgusundadır. Hattâ günce de var içinde. Dolaysıyla bu yolculuklarla, okurun o parçalı geçişler arasında sıkılmadan, bir roman kurgusuyla, kurmaca metin okuma rahatlığıyla, kopmadan ilişki kurmasını sağlamaya çalıştım.

 

Çok başarılı olmuş ki elimden bırakamadım ve merakım okudukça depreşti. Çok ilginç bilgiler vermişsiniz. Bir o kadar da şaşırtıcı. Ve şunu da söylüyorsunuz. “Ben bunları bu kadar verdim ama isteyen varsa şu kitapları da okuyabilir…” Hem Sonsuz Aşkım Hatay’ı heyecanla okuyorum hem de kaynak kitapları okuma dürtüsü uyanıyor içimde.

 

 

Burhan Günel: Bu kitapta şunu yapmaya çalıştım: Konularla bölümler arasında denge ve benzer ölçütler gözeterek hiçbirini öne çıkarmadan ya da arkada bırakmadan belli ölçülerde anlattım. Dediğiniz gibi, yeni çalışmalara kapı aralayan metinler var kitapta. Örneğin, Hatay yöresinin yemekleri için, müzedeki mozaikler için, Asi Irmağı için ayrı birer kitap yazabilirsiniz. Sonsuz Aşkım Hatay ’ın böyle açılımları var. Zaten önsözde söyledim; bunları da yapmak gerekiyor.

 

Hatay, İskenderun, Antakya… Bunlardan Hatay, yörenin genel adı mı?

 

 

Burhan Günel: İlin, bölgenin adı hattâ. Antakya bir kent merkezi. İl merkezi de orası. İskenderun kenti ise, İ.Ö. 333’lerde bölgeyi ele geçiren Makedonya kralı İskender’in kurduğu kentin biraz farklı yerde olmak üzere yeniden kurulmuş halidir. Asıl kent Aleksandretta adıyla daha yukarda bir yerde kurulmuş; kalıntıları var ama kendisi yok artık. Yörede çok büyük, çok ağır hasarlar veren depremler var. Dolayısıyla, kurulan o kentler bazen tümden yok oluyor ve yerine başka bir kent kuruluyor.

 

 

“Acının Askerleri” romanınızda başlangıçtaki cümlelerinize bakmıştım, dağlardan bahsediyorsunuz. “ Sonsuz Aşkım Hatay” da dağlarla başlıyor. Aslında bu dağlarla deniz arasında bir ilişki kurdum ben. Dağları denize kavuşmayı sağlayan bir... geçiş yeri olarak mı yoksa denize kavuşmayı engelleyen bir yer olarak mı görüyorsunuz?

 

 

Burhan Günel:Doğrusu değindiğiniz çok güzel bir nokta. Tabii, ikisi de var aslında. Yıllar önce Tuncer Uçarol benimle sizinkinin benzeri uzun bir söyleşi yapmıştı. Tuncer Uçarol da Hataylı. “Acının Askerleri” ağırlıklı bir söyleşiydi. Öyle anımsıyorum şimdi. Ve dedi ki : “Bu nasıl Akdenizlilik?! Hiç deniz yok, hep dağ, hep dağ…” Aslında deniz bende galiba. Önsözde de söylüyorum. Eğer bu bölgede doğup büyümüş olmasaydım, belki yine yazar olurdum ama bunları yazamazdım. Dolayısıyla, bendeki o denizi yeterince yazmadım henüz. Akdeniz ’le ilgili birkaç ciltlik ırmak romanımı yazdığımda, denizi de anlatmış olacağım. Ama dağ oradaki heybetiyle hâlâ duruyor. Bir de, düşünün; çocuksunuz. O çocuğun gözündeki dağ daha heybetli bir şey… Bu yorumu ilk defa bana düşündürtüyorsunuz, bu anlamda ilk kez konu oluyor. Söylediğiniz gibi dağ aynı zamanda bir engel. Hele uzaklarda yaşamışsanız. Benim hayatım böyle. Hep uzaklarda yaşadım. Nereye gittiysem, arada hep Toros dağları vardı… O Toros dağlarının Anadolu içlerinden bakan yamaçlarını tırmanıp Bürücek yaylasından aşağı doğru inmeye başlarken göğsüm genişliyor, soluk alıp verişim değişiyor. Denizi görmüyorum ama kokusunu duyar gibi oluyorum.

 

O zaman şöyle diyebiliriz. Sonsuz Aşkınız Hatay’ a kavuşturan . ..

 

 

Burhan Günel: Dağlar ve deniz. Dağlar... ve hepsi. Dağlarda çiçekler de var. Gece bile görüyorum onları. Baraka’da anlattım örneğin.Gece çiçeklerini bile görürüm, Toros dağlarından ya da Akdeniz kıyılarından geçerken. Bir de ırmaklar var. Ben aslında bu kitabı yazarken ırmak tutkunu olduğumu da anladım. Bazen derinden akan, asıl hareketleri derinlerde olan, ama daha çok da çağlayan asi bir şey.

 

Bu deniz sevginizi , Akdeniz sevginizi de anne sevginizle bağdaştırdım desem?

 

 

Burhan Günel: Tam şu an aklımdan o geçti. Doğru. Çünkü annemin gözleri gerçekten Akdeniz’di. Akdeniz kadar lacivertti, kimi zaman maviydi. Lacivertle, maviyle, menevişli lacivert arasında gidip gelen. Tabii, o gitme gelme sevinçlerle, öfkelerle, coşkularla oluyor; geçişlerden oluşan renk değişimini de hatırlıyorum annemde. Akdeniz de öyledir. Bazen durgundur, bazen çırpınır ve bu durumlara göre renk değiştirir. Akdeniz tutkusu ile anne tutkusu çok örtüşür bende. Şimdi bunu psikolojik verilerle, özellikle Freud öğretisine denk düşen bakışlarla, komplekslere bağlayanlar çıkabilir. Evet ben kompleksliyim bu anlamda! Bende anne tutkusu çok öndedir. Hatta bir şiirim var: “Kimi sevsem annem oluyor sonunda” başlıklı…

 

(Biraz acıklı geldi sevilip anneye dönüşen cephesinden bakınca, ama açıkça söyleyemedim doğrusu…)
Demek ki Akdeniz oluyor sonunda. Anne sevgisi ne güzel bir duygudur...

 

 

 

Burhan Günel: Anne sevgisinde şu var. Anne en kötü çocuğunu bile sever. Bağışlanacağınızdan kuşkunuz olmadan, her konuda açılabileceğiniz bir kucak o. Ana kucağı başka bir şeydir. Sonsuz aşklardan biri, önde geleni budur. Biri de vatan aşkıdır. Yanı sıra bizim şu an hakkında konuştuğumuz kitaptaki aşk da böyledir; yani memleket aşkı. Başka alanlar da var elbette. Şimdi burada bulunmamızın nedeni tümden sanat aşkıdır. Yaşamımızda her şey bitiyor ama saydığım bu aşklar bitmiyor. Sonuç olarak insanın yaşamı boyunca, doğup büyüdüğü, kültüründen, geleneğinden beslendiği, üzerinde yaşadığı topraklara bağlılığı, annesine bağlılığı, çok severek yaptığı iş ne ise ona bağlılığı gerçek aşklar. Bunlar tutkular aslında. Bunlarla gidiyorsunuz kendinizi geliştirdiğiniz o uzun yolda. O arada “aşk” dediğimiz bireysel ilişkiler de oluyor. Ama sonsuza kadar götürmek mümkün değil onları. Yaşam öğretti, bunu biliyoruz. O nedenle ilk sıraladıklarımın genel adı sonsuz aşk. Ötekinin adı ise yalnızca aşk.

 

Peki anne dediniz, sığındığımız bir korunak, oysa kitapta üzüntülü anılarınız da var. Onlarda anneniz tam koruyamadı mı sizi diye düşünüyorsunuz? Anneanne ve dayınızın haşin davranışlarına karşı, onlardan anneniz tam koruyamadı mı sizi? Annenizin daha adaletli olmasını dilediğiniz anlar olmuştur herhalde?

 

 

Burhan Günel: Kitabı yazarken annemin konumunu ilkin çok gerçekçi koymaya çabaladım. Sonra da vazgeçtim. Annem iki arada bir derede kalmıştı. Yoksullukla savaşıyordu bir yandan. Babamın gücünü yitirmiş, daha çok da maddi gücünü yitirmiş olması nedeniyle, zayıflık içerisinde olması annemin tutumunu ve davranışlarını da belirliyordu. Ailesi ile ilişkiyi koparmadan durumu idare etme özeni içerisinde olmalıydı. Dolayısıyla, çok üzülse de, onlara karşı, beni savunacak biçimde net bir tavır koyamıyordu. Böyle bir denge gözetti. Bu anlamda anneme o zamanlarda ya da sonradan kızmadım hiç; şöyle yapsaydı daha iyi olurdu diye düşünmedim. O dönemdeki koşullara bağlı dengeler öyle davranmasını gerektiriyordu. Gerçekten, küçük yaşlarımdan başlayarak, her zaman onu anlamaya çalıştım. Bu konuda yapamadıklarının kendimden çok annemle ilgili olduğunu düşündüm. Diğerlerinde de bakışım kendime değildi, onlara yönelikti. Babamın durumu trajikti. Varlıklı çok iyi bir geçmişten gelip, ondan sonra tökezlemesi ilginç bir sona doğru sürüklüyordu babamı... Onun yaşamı, benzerlerini örnekleyecek biçimde Cumhuriyetin kurulup yükselmesi dönemine rastlıyor. O kuşaklar bunu böyle yaşadı. Onlara daha duyarlı yaklaştım. Fakat kitabı yazarken geçmişimi, eski anılarımı anımsadıkça şaşkına döndüm, dayımla anneannemi çözmekte çok zorlandım. Bir insan sadist olabilir, kötü olabilir. Fakat kötü davranışları seçilmiş kişilere yönelik değildir. Herkese aşağı yukarı aynı davranışı gösterirse; onu anlarım. Tamam bu hasta ruhlu bir adam derim. Ama dayım bana, kardeşlerime kötü, kuzenlerime başka türlü davranıyor. Bu nedir? Bu, babalarımızın mali güçleriyle ilgili, taraflı bir tutum...

 

Onu kitapta güzel değerlendirmişsiniz. Babanızın bir işte verimsiz olması nedeniyle beklentiler karşılanmayınca... Sık karşılaşırız, bu hep böyledir.

 

 

Burhan Günel: Bu şekilde anlıyorum da, anlayamadığım şu: Dengesizlik yoksa, bir hastalıklı durum söz konusu değilse; bir dayı, yeğenler arasında nasıl böyle bir ayrım gözetebilir? Gözetmemelidir. O bir yabancı değil ki. Bize iyi davranan komşularımızdan çok daha yakındır. Türk insanı şöyledir, böyledir deriz. O saydıklarımız arasından önemli bir özelliği olarak da “zayıfın yanındadır”deriz. Bize bunu böyle öğrettiler. Ve gerçekten de futbol maçında bile, iki yabancı ülkeyi izlerken, benim dönemimde öyleydi, şimdi değişmiş olabilir, zayıf takım tutulurdu. Bu bakımdan özellikle dayımın o dönemdeki tutumunu anlamakta zorlanıyorum; ama günümüzde olsaydı anlamam daha kolaylaşırdı. Çünkü artık maddi güç, çok önde gelen belirleyicilerden biri. Belki o zamanlar da öyleymiş, güce tapınılırmış da anlayamayan benmişim; kim bilir....

 

 

Burhan Bey, bazı şeyler çok çok sonra, yıllar sonra birdenbire asıl anlamıyla beliriveriyor insanın kavrayışında ve şaşırtıyor, bunca yıl böyle miydi , bunlara mı katlandım, bunları nasıl yaşadım dedirtircesine.

 

Burhan Günel: Tabii öyle, üstünü örtüyorsunuz, fazla kurcalamıyorsunuz da ondan. Şimdi yaşlı, hastalıklı, ameliyatlı bir adam. Ben ona ne yapayım? Ama dediğiniz gibi dürüst davrandım. Kitabımda sözünü ettiğim herkese dürüst davrandım. Kendime de çok dürüst davrandım doğrusu. Teyzem, iki oğlu, gelinleri, torunları geçtiğimiz Ramazan Bayramında bize geldiler. Bu kitaptan söz ettim. Sen öylesin ama öteki de böyle. “A yazdın mı?” dedi teyzem. “Herkes ne ise olduğu gibi yazdım!” dedim. “Sen bir Akdeniz prensesisin ama ötekiler de olduğu gibi…”

 

Teyze anne yarısı derler ya, teyzenizden şefkat gördüğünüz anlaşılıyor.

 

Burhan Günel: Sonradan öğrendiğime göre benim bebeklik dönemim neredeyse teyzemin kucağında geçmiş. Onu bir şekilde hissediyordum herhalde. Kokusu mudur nedir, teninin dokusu mudur? Teyzemi sevmek için birtakım nedenler aramama gerek kalmadı, ya da şöyle söyleyebilirim, ona olan sevgim herhangi bir olaya dayanmadı. Kendiliğinden bir şey olarak içimdeydi; yazarken daha da yoğun hissettim bunu. Çok zariftir, hâlâ öyledir. Ve işte annemden sonra belki Akdeniz’in devam ettiği kimlik teyzemdir. Ben de onu kitabımda Akdeniz Kraliçesi, Akdeniz Prensesi olarak anlattım

 

Şimdi böyle hep ailenizden bahsettik. Söyleşimizi okuyanlar da bu bir roman mı diyecekler.Aksine çok öz ve az olarak değinmişsiniz ailenize ki yani ben bile hayret ettim. Şu anlamda: Bekliyordum sonlara doğru devam edecek diye. Galiba romanın ilk yarısında hesaplaşma tamamlanmış ve bu aile konularına dönmediniz. Ama örneğin şu saptamam var: Bence orada (çocukluğunuzda) duyduğunuz sıkıntıyı Haçlılar olayı ile özdeşleştirip o şekilde devam ediyorsunuz. Şunu mu demek istediniz aslında ırk, dil, din önemli değildir, önemli olan insanın içindeki iyilik ve kötülük duygularıdır?

 

 

Burhan Günel: İçindeki cevher diyelim buna… Bireysel öyküye girmemin iki nedeni var. Birincisi, bir ara söylemeye çalıştım, kitabı bir roman kurgusu içinde okunur kılmak, bireysel bir öykü ile de süsleyerek belgesel bilgilerin soğuk yüzünü biraz ısıtmak. İkincisi olan işlevsel amacım da şuydu: Burada diyorum ki çocukluğumda geçirdiğim o masum dönemdeki -çocukluk çok masum bir dönemdir- çirkin saldırılar, o örselenmeler, çocukluğum kadar masum olan bu bölgenin de başına gelmiş ve bin yıllardır sürüyor.Yani benim çocukluğum nasıl örselenmişse Hatay ve çevresindeki topraklar da öyle örselenmiş. Kimler tarafından? Haçlılar tarafından, daha sonraki ve daha önceki saldırganlar tarafından... Kitapta diyorum ki o Haçlılardan biri kaçmış, bizim eve gelmiş. O da ...O da “dayın” dediler bana diyorum. Tabii burada, bir mecaz, bir benzetme, bir gönderme var. Ama metnin edebi tadı da buradan ve buna benzer yaklaşımlardan doğuyor. Yazarken düşünüyordum tabii ki. Din adına geldiklerini öne süren Haçlılar o barbarlıkları nasıl yapabildi? Çocukları nasıl kebap ettiler? Dayım beni kebap etmedi ama kebap etmiş kadar oldu.

 

Beter etmiş yani. Yaşamınızın üzerine bir damga vurmuş olmuyor mu?

 

Burhan Günel: Tabii ki yaşamımı belirliyor. Ben çocukluğumda çok itildim, örselendim. Eski halimi bilseniz şu anki görüntüm neyse, inanamazsınız. Öyle bir çocuk, öyle bir delikanlı nasıl böyle oldu? Tabii sanat yaptı; yazdıkça, daha çok da okudukça diyelim, kurtuldum. Oysa insanlarla ilişki kurmakta gerçekten zorlanıyordum neredeyse otuzlu yaşlarıma kadar.

 

Kendi bireysel öykünüz ile Hatay’ın öyküsü arasında koşutluk kurmuşsunuz.

 

Burhan Günel: Evet öyle; buradaki bireysel öykü, aslında bölgenin de öyküsü. Yanı sıra aynı dönemde yaşamış olan benim gibi başka çocukların da öyküsü, başka ailelerin de öyküsü. Daha doğrusu bu farklı gibi görünen ama aynı temel üzerinde yükselen gerçeklikler arasında ilmekler atmaya çalıştım.

 

Evet başka çocukların da öyküsü. Çünkü Acının Askerleri’nde günde otuz çocuk açlıktan mezarlıklarda ölüyormuş, bunları anlatmışsınız.. Hangi dönemdi?

 

Burhan Günel: Benim çocukluğumdan bir önceki dönem. Ot yiyorlarmış. Hatay gibi verimli, bereketli bir yerde. Düşünün o Osmanlının son dönemindeki acizliğini ya da oraya gelenlerin vicdansızlığını. Yani istilacıların, yani Fransızların. Öyle bir bölgede aç kalmak mümkün değil, kalmazsınız. Anadolu’da hep derler ya yeni bir çocuk doğarken, endişelenmeye gerek yok, onun “rızkını” Allah verir… Bu, inanç gibi görünüyor ama aslında gerçekliktir. Anadolu, insanlarını rahatlıkla doyurabilir, hâlâ öyledir. Yeter ki iyi bir yönetim, iyi bir eşgüdüme dayalı üretim sağlansın ve hakça bir paylaşım olsun.

 

Şimdi o çocuklar öldü gitti, Burhan Günel bugün sevdiğimiz, saydığımız bir yazarımız. Peki bu bölge kendini toplayabilecek mi, yoksa onu daha kötü şeyler mi bekliyor?

 

 

Burhan Günel: Ailemizden ikiz kardeşlerimi kaybettik. Onun öyküsü de anlatılır burada. Vardır, aralarda vardır. Çocuk Esirgeme Kurumuna verildi. Bakımsızlıktan öldü o çocuklar. Gene aynı gerçekliğe gelip kafamızı vuruyoruz. Yani bu bölge şu anki ve o zamanki nüfusu rahatlıkla besleyebilecek bir bölge ama birkaç nedenle bu mümkün olmuyor. Bir: Hakça paylaşım yok. İki: Belki çok verimli üretimleri gerçekleştirmek mümkün değil; engelleniyor. Acının Askerleri’nde anlattığım açlık döneminde olduğu gibi, ağalık düzeni, feodal düzen hâlâ vardır bu bölgede. Toprak ağalığı dediğimiz şey hâlâ vardır. Üçüncüsü: Dönem itibariyle, az önce dediğim gibi, işgal altındasınız. Zaten işgalciler oranın kaymağını almak üzere gelir. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman ot yiyen insanlar çıkıyor karşınıza, ağaç yaprakları yiyen. Bölge bugün de her zamanki çekiciliğini taşıyor. Amik gölü Amik ovası oldu. Şimdi tarım alanları daha da genişledi. Zaten gölü bu amaçla kuruttular. Fransa’nın yine bölgede emeller taşıdığı biliniyor. Ama ona da fırsat vermeyecek şekilde İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgeye ilişkin tasarımlarını biliyoruz, öngörülen haritalarını biliyoruz. Yine bölgenin başı dertte. Bölge bir türlü erişkin olup kendini savunur hale gelemedi. Hep böyle canı acıtılacak, canı yakılacak bir çocuk kimliğini taşıyor gibi geliyor bana. Yine bakın o bireysel öykü ile bölgenin, Anadolu topraklarının öyküsü örtüşüyor. Neyi ne kadar yaşadımsa, Hatay çok daha fazlasıyla benzer şeyleri yaşamış ve yaşayacak. Başımız dertte yani!

 

Peki bölgede yaşayanların tüm bu olan bitenden, yaşanan onca acıdan bir çıkarsaması olmuş mu sizce?

 

Burhan Günel: Bölge şunu öğrenmiş görünüyor bana: Buraya dışarıdan gelen adam her ne ad altında gelirse gelsin, istilâcı, sömürgeci ne derse desin, saldırgan genellikle din şemsiyesinin altında geliyor. Fakat geldiği zaman bu bizim dinden de öteki farklıdır diye bir ayrım gözetmeksizin bütün bölge halkını perişan ediyor. O yüzden bu insanlar artık geleneksel saldırıları yaşaya yaşaya ve onları başından savuştura savuştura şunu öğrenmiş: Gelen farklı amaçlarla geliyor gibi görünse bile, aslında hepimizi perişan etmeye geliyor. Dolayısıyla, beraber olmak zorundayız. Yani orada işbirliği, dayanışma kendiliğinden oluşmuş. Çünkü tehlike ortak. Belki dereceli, göreceli farklılıklar olabilir ama sonuç; acı, eziyet ve hepsi birden bunu çekiyorlar. Antakya’da ise köklü bir gelenek var. Çevresinde de var. Sınırlar ötesini de düşünebiliriz. Güneyimizdeki topraklarla bizim bu bölgeye ve sonra bulaşıcı bir şekilde yukarıya sıçrayacak ve bütün Anadolu’yu kapsayacak olan tehlikenin ortak olduğu biliniyor. Dolayısıyla bütün bölge insanları ve bölge devletleri, birbirlerini kollayarak ortak düşmana karşı dövüşmek zorunda kalacaklar. Bu savaş, bu dövüşme yeni değil, kitapta ayrıntılarıyla anlattım, bin yıllardır sürüyor. Aslında geleneksel saldırı ve saldırganlarla boğuşma sürüyor, daha da sürecek.

 

 

 

İnsanlar gelen kötülük ve vaatlerin aslında herkesi kapsadığını sonunda da herkesi duman ettiğini görmüşler anlamışlar diyorsunuz. Şu İttihat ve Terakki zamanında Ermenilere yapıldığı iddia edilen, sözde soykırım mı diyeceğiz, o konuya girebilir miyim?

 

 

Burhan Günel: Gireceksiniz tabii. Onları yazdım. Soykırım değil ama o tehcir olayı, yani yer değiştirme, bölge değiştirme olayı var burada. Yeni kaynaklara ulaştım. O, Osmanlının kendi kendine yaptığı bir iş değil. Padişahın haberi yok. Kabine diyebileceğimiz oluşumun içinde kimsenin ayrıntılı bilgisi yok. -İkinci Meşrutiyetten sonra oluyor.- Alman genel kurmayı ile Enver Paşa doğrudan anlaşma yapıyorlar. Enver Paşa onların güdümünde bir adam. Biliyorsunuz seksen bin askerimizi kışın ortasında Kafkasya’ya gitmek üzere Doğu Anadolu’ ya götürdü, neredeyse tamamının kırımına neden oldu. Zaten Talat Paşa, “çok da akıllı diyemem” diyor arkadaşı için. Talat Paşa’nın tehcir kararından haberi yok. Haberi varsa bile son aşamada, uygulama sırasında var. Talat Paşa o sıralarda dahiliye nazırı yani iç işleri bakanı ve dolayısıyla uygulamayla ilgili direktifler kendisine veriliyor. Suriye’de bulunan Dördüncü Ordu komutanı Cemal Paşa’nın da haberi yok. Onlar dönemin güçlü adamları. Cemal Paşa’nın yok, Talat Paşa’nın yok, padişahın yok; Enver Paşa’nın var ama. Bunlar yaşanmışken hemen ardından Birinci Dünya Savaşı çıkıyor. İngilizler karşı tarafta, bizimkiler Almanlarla birlikte. Dönemin bir İngiliz yetkilisi ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor ve giderken şunu söylüyor: “Eğer biz kazanırsak, yani İngilizler kazanırsa, mahvoldunuz. Ama Almanlar kazanırsa, Alman kolonisi olacaksınız. Zaten bu tehcir de onun içindir” diyor. “Onları nasıl bölgeden kovdularsa, sizlere de aynı şeyi yapacaklar.” Bunlar belgeli gerçekler. Yani, o dönemi yaşamış insanların oluşturduğu belgeler. Tabii bu töhmet bize kaldı. Şunun için bize kaldı. Birincisi, şimdi güçlü değiliz. Sözümüzü dinletemiyoruz. İkincisi, Almanya bizim yanımızda değil, karşı tarafta. Üçüncüsü, Almanya’nın zaten yeterince suçu var, Nazilerden dolayı. Bir de bunu üstlenmek niyetinde olması mümkün değil. Tabii, tehcir dediğimiz, bölgeler arası yer değiştirme işlemi sırasında dönemin koşulları da düşünülürse, bir yandan yoksulluk bir yandan mevsim koşulları şu bu...Yollarda telef olmuş insanlar. Nitekim burada bu kitapta da o alıntıyı yaptım. Cemal Paşa koruyor o insanları. Hattâ zorlukla saraydan izin alıyor, daha ötelere göndermeyin diyor. Oysa, tehcire uğrayan insanları Mezopotamya’ya şuraya buraya göndermesi gerekiyor. Bunları Lübnan’da iskân ediyor, yerleştiriyor. Bir anlamda korumaya alıyor. Hattâ ordunun olanaklarıyla bunları tedavi ettiriyor. Ordunun olanaklarıyla besliyor da. At üzerinde Suriye’den Torosları aşıp bu tarafa Pozantı’ya kadar geliyor. Olayı yerinde görüp insanlarla ilgileniyor Cemal Paşa. Bunda kötü niyet olması mümkün değil. Adam oradan emrini verir “vurun kırın öldürün” der, bitirir yani. Suriye’den yola çıkıp Pozantı’ya kadar gelmiş. Tek tek hastalarla doktorları uğraşıyor, ordunun doktorları. Böyle bir şey var. Bu, daha önce üzerinde durulmayan ya da bilinmeyen yeni bir bilgi. Gerçek budur, gerçek bu şekilde düşünülebilir, algılanabilir diye bir öneridir..

 

Beni bu kitapta hayrete düşüren orada, o kadar insanın bir arada barış içinde saygılı yaşaması… Yani değişik dinlerden...

 

Burhan Günel: Süryani, Ermeni, Gürcü, Kürt, Laz, şimdi Afganlar var; derler ya kırk bir buçuk millet bir arada barış içinde yaşıyor, tam öyle bir yer. Evet, çünkü çatışmaların ağır bedelini ödemişler.. Sonra şunu fark etmişler: Düşmanın ortak olduğunu öğrenmişler. Düşmanın hiç de buraya herhangi birini korumak için gelmediğini öğrenmişler. Yani hayat öğretmiş.

 

“Sonsuz Aşkım Hatay”da okuduğum ilginç olgulardan biri de dikili taşların üzerinde yıllarca kalan stilistler, sütuncular, bana çok ilginç geldi, müthiş bir şey aslında, değil mi onlardaki direnç ve inanç?

 

Burhan Günel: İşte o da sonsuz aşk! Adam bir sütunun üzerinde Tanrı’ya daha yakın olduğunu düşünüyor ve kendini yeryüzündekilerden soyutluyor, uzaklaştırıyor. Orada bir hırka, bir lokma derler ya öyle yaşamışlar. Bir tanesi neredeyse ölüyormuş. Fırtınada donmuş herhalde. Bir başkası da açlıktan ölmek üzereyken kurtarılmış.Üzerine odanın kapısını kapattırmış, duvar ördürtmüş, yanına biraz ekmek ve su vermişler. Suyu içmiş ama ekmeği yememiş. Can çekişirken çıkarmışlar dışarıya kırk gün sonra. Tabii bu inanç da böyle bir şey, sonsuz ve ölümüne aşk yani.

 

O zaman için inancın ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor ama, bana zamanımızın ölüm oruçlarını da hatırlattı.

 

Burhan Günel: Tabii, onu çağrıştırıyor. O da inanç ama. O da kendi haklılığına inanmanın bir sonucu. Yaşamın çok da önemli olmadığını, yaşamın ancak adaletli, düzgün bir dünya kurulduğu zaman anlamlı olabileceğini savunuyor şimdikiler. O dönemde de düşünün, devletler halklarını koruyamıyor, insanını koruyamıyor, dışarıdan gelen sömürücü, cana kıyıcı saldırı sürekli, bunun yanı sıra insanlar doğa karşısında yalnız ve umarsız. Bir tek şey kalıyor. Tanrı inancı. Sözünü ettiğimiz inançlı din adamlarının her biri kendini toplum adına adıyor, yani, yaptığı kendisi için bile değil. Toplum adına Tanrı’nın şefkatini, rahmetini istiyor ve kendi hayatından vazgeçiyor. Döneminde çok saygı görmüş bir tutum, vazgeçiş, adayış. Aslında çok akılcı gelmiyor günümüzde. Çünkü adamların amacı, günümüz ölçülerine göre daha rahat yaşama, daha çok para kazanma, bireysel beklentiler falan değil. Topluma öncü olmak ve Tanrı’yla arasında bir iletişim sağlamak. Bütün istedikleri, bekledikleri bu.

 

Günümüzde rahat olmak için daha fazla para kazanmak, fazla kazanmak için daha fazla çaba, daha fazla yorgunluk ve rahatsızlık. Yani tersine işleyen bir şeyler var bugün değil mi?

 

 

Burhan Günel: Evet tam tersine işleyen bir çark egemen günümüze. O bakımdan, o saf, o dürüst ama ilkellik ölçülerini de aşamayan insanların tutumunu şaşkınlıkla karşılasanız da onları seviyorsunuz.

 

Evet izninizle “Sonsuz Aşkım Hatay”dan şu bölümü okuyayım: “Atina’da geçim sıkıntısı çeken mimarlar, ressamlar, yontucular, seramik ve mozaik sanatçılarının yanı sıra ülke yönetimine düşünceleri ile karşı çıkan muhalifler de göç etmişlerdi.”

 

 

Burhan Günel: İşte insan bu! Muhalifleri de anlayabiliriz. Onlar ya sürülür ya kaçar ya da öldürülür. Ama ressamlar, mozaik ustaları... Bölgenin ne kadar bereketli ve herkese kucak açan bir bölge olduğu anlaşılıyor. Şimdi sular altında kalacak olan Zeugma’ya falan hep buralardan gitmişler sanatçılar, ressamlar, mozaik ustaları. Bir de halk kabul etmiş. Sanata saygı hâlâ var yörede. Bu da bir gelenektir. Hatay’da, özellikle Antakya’da dolaşırken görünmez bir ışık hissedersiniz. Evet, aydınlanma ışığını hissedersiniz. Şaşılacak şey, bu kadar karmaşık bir yörede yükselen aydınlanma ışığı, yaşama sevinci, dostluk, barış, dayanışma gibi insanı yücelten erdemler gözle görülür, elle tutulur biçimde ortalıktadır. Belki mozaik sanatının gelişmesi de bu anlayışa bağlanabilir. Bakın şimdi bir espri gibi gelebilir, ama…

 

Urartuları da anlatmışsınız. O Urartular ki su kanalları açan, gümüş işlemeciliğinde, altın işlemeciliğinde muazzam yeteneği olan sanatkâr ruhlu insanlar. Şimdi Anadolu bir karışım. Bu Urartular tam Ermeniler mi oluyor?

 

 

Burhan Günel: Urartu bir devlet. Yani nasıl Türkiye Cumhuriyeti bir devlet ve içinde pek çok insani öğe var, öyle bir şey, öyle bakmak gerek. Saf ırk falan nerde? Yok öyle bir şey. Bir ırkın peşinde de değilim ben zaten. Ama Anadolu’da yaşamış insanların oluşturduğu uygarlığın göstergesi olan ürünler ortaya koymuş topluluklar bunlar, bu toplumlar. Devletler kurmuşlar, sonra hepsi yıkılmış. Saldırganlar gelmiş yıkmış geçmiş. Ama hepsini birbirine eklediğiniz zaman üst üste, Anadolu uygarlığı çıkar ortaya. Ben orada niye Urartuları anlattım? Kendime bir harita çizdim bu kitabı yazmak için işe başlamadan önce. Bu coğrafyayı belirlememin amacı, uygarlığın bir yerlerden gelip pat diye Hatay’a konmadığını, bunun ilişkileri ve uzantıları olduğunu anlatmak istedim. Odak noktasında Hatay var. Zaten kurgu dediğimiz şey de bu. Romanı da böyle yazarız, böyle kurgularız. Ayrıntılardan geliriz ve asıl vurguyu yapacağımız yerde yoğunlaşırız. Bu kitapta da öyle yaptım.

 

Elinize sağlık.

 

Ezgi Umut’un   2006 TÜYAP kitap fuarında Burhan Günel Bey ile yaptığı bu söyleşi Hürriyet Gösteri dergisinde (2007) yayımlandı.

 

 

 

 






 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..