Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Nisan '07

 
Kategori
Anılar
 

Butimar’ın endişesi

Butimar’ın endişesi
 

İran mitolojisinde bir efsaneye göre, Butimar kuşu kıyıda oturup sürekli denizi seyreder ve deniz kuruyacak endişesiyle hiç su içmezmiş. Öyle dura dura da susuzluktan ölürmüş. Mitoloji işte. Büyük ihtimalle, öleceği zaman deniz kıyısına gelen bir kuşun davranışından esinlenen insanların uydurduğu bir masal. Butimar dile gelip gerçek meramını anlatmadığına göre...

Butimar’ın ya da masalı uyduranların endişeleri ilk bakışta saçma gelebilir. Koskoca deniz bir kuşun su ihtiyacını gidermesiyle kuruyacak değil elbette. Ama bu efsaneyi uyduranlar susuzluğun ne demek olduğunu biliyordu mutlaka. Denizlerin içmekle kurumayacağını ama karadaki içme sularının bir gün bitebileceğini öngörmüş olmalılar. Onlar görmediyse de biz görmek üzereyiz.

Beni susuz kalmak kadar korkutan bir şey yoktur. Yaşadığımız toprakların bir gün çöl olma ihtimali, bu gelişme ben öldükten sonra gerçekleşecek olsa bile bugünden korkutuyor. Eğer bu ihtimal gerçekleşirse benden nasıl bir parça kalacak da o felaketi görecek bilmiyorum. Ama endişelenmekten alamıyorum kendimi. Benim endişem de Butimar’ın endişesi gibi.

O efsanevi kuşu bilmem de bendeki susuzluk endişesi boşuna değil. Çocukluğum suyun sorun olduğu bir bölgede geçti. İçimdeki susuzluk korkusu sanırım o günlerden kalma. İçmeye değilse de kullanma, sulama gibi işler için su bulmakta güçlük çekilirdi. Kıt bulunan bir nimetti. Su ihtiyacımızı köyün etrafındaki kuyudan sağlamak durumundaydık.

Bir de biz çocukların sıkıntısını çok çektiği bir eksiğimiz daha vardı; oyuncak... Oyuncağımız yoktu hiç. Yatağımda uyku öncesi hayallerimi süsleyen tek nesne kırmızı plastikten yapılma oyuncak bir kamyondu. Bir sabah uyandığımda onu yastığımın kenarında bulacağımı hayal ederdim hep. Bahçemize onun gideceği küçük bir toprak bir yol yaptığımı, kasasına birkaç küçük eşya yüklediğimi, küçük tekerleklerinin toprak yolda gerçek tekerlek izine benzer izler bıraktığını hayal ederdim. Toprağa uzanıp onu elimle sürdüğümü, bir yandan da vites yükselten, üstündeki yükün ağırlığından zorlanan bir kamyonun motor sesini taklit ettiğimi düşünürdüm: “vorrn, vorrn, vooorn!”

Hiç olmadı ama o kırmızı plastik kamyonum; olamazdı da zaten. Şehre gitmeye araba parası bulamayanlar için oyuncak lüks harcama kapsamına girerdi. Hayalini kurdum ama babamdan oyuncak istediğimi hatırlamıyorum. Ancak öte yandan bir çocuk için oyuncak ekmek su kadar vazgeçilmez bir ihtiyaç olmalı. Oyuncağı olmasa da oynayacak bir şey bulur mutlaka. Benim için de öyleydi. Satın alınmazsa ben de kendim yapardım oyuncaklarımı. Bunun için de çevremde bulabildiğim hemen hemen tek ve en uygun malzeme topraktı. Çamurdan acemice, eğri büğrü şekillerde oyuncaklar yapmaya başladım. Kamyonlar, traktörler... Sonraları bu işte kendimi iyice geliştirdim. Mesela traktör yapıyorsam üstüne sürücüsünü de yerleştirmeye, onun eline bir direksiyon vermeye, arkasına bir römork takmaya, o römorka eşya yüklemeye kadar götürdüm işi. Tekerleklerine gerçek traktör tekerleklerinin üzerindeki çapraz kavrama tırnaklarını bile yapıyordum. İnce topraktan bir yol hazırlıyor, traktörümü orada sürünce sanki minyatür ölçüde gerçek bir traktör geçmiş gibi arkada tekerlek izleri bırakıyordu ki en hoşuma giden yanı da oydu.

Zamanla bu işe arkadaşlarımı da bulaştırdım ama onlar benim kadar beceremiyor, yaptıkları pek bir şeye benzemiyordu. Olmayınca da oyuncaklarını benim yapmamı bekliyorlardı. Hepsine tek tek oyuncak yapmaktansa güya bu işi onlara da öğretmeye çalışıyordum ama çıraklarım benim kadar yatkın değildi maalesef. Zamanla hangi topraktan kolay biçim alabilecek dayanıklı çamur elde edileceğini öğrenmiştim. Arkadaşlarım ellerinde bir avuç toprakla gelir, “Celal Usta, bundan iyi çamur olur mu?” diye sorarlardı! Bir bakışta anlar ve cevabını verirdim. Beş yaşlarında falan olmalıydık o zamanlar. Bugün çocukluk arkadaşlarımla o günlerden konuştuğumuz zaman hâlâ o diyalogları hatırlayıp güleriz. En çok da “Celal Usta” lafına!

Bu amatör sanatçılıktan ben memnundum ama annem-babam pek de o kadar değildi galiba. E, Allahın günü üstün başın toz, toprak, çamur eve gidersen pek sevinemezlerdi zaten. O zaman köylerde böyle yeteneklere bakıp da, “aa, ne güzel, galiba oğlumuz heykeltraş olacak beey!” diye havaya giremezlerdi pek. En hayırlı çocuk, en az sorun çıkaran çocuktu. Benim çamur sevdamın anneme tek getirisi fazladan çamaşır yıkama işiydi. Kim bakar senin potansiyel sanatçılığına! Bir de çamur elde etmek için harcadığım su sorun oluyordu. Köye uzak bir kuyudan hayvan sırtında getirilen suyun bir damlası bile kıymetliydi. Sadece temel ihtiyaçlar için kullanılması gerekiyordu. Benim oyun için su harcamam da göze batıyordu bu durumda. O yüzden açıkça evden su alıp kullanamıyordum. Ancak bunun için de bir yol bulmuştum. İkide bir suyu içermiş gibi yapıp avurdumu dolduruyor o halde aceleyle dışarı çıkıp avlunun dışında bizimkilerin göremeyeceği bir yerde hazırladığım çamur harcına döküyordum. Kuşların yavrusuna yiyecek taşıması gibi böyle böyle birkaç sefer yapıp sonunda biçim vereceğim harcımı elde ediyordum. Böyle epey bir süre idare ettim. Ancak bir süre sonra foyam meydana çıktı. Meğer annem-babam çaktırmadan takip ediyorlarmış beni. Bir gün yine izlendiğimden habersiz aynı yöntemle hırsızlık yaparken enseme inen şaplağın etkisiyle avurdumdaki su ağzımdan burnumdan geldi. Bu beklenmedik saldırının kaynağını öğrenmek için arkamı dödüğümde, babamın suratına sırf beni korkutmak için yerleştirdiği pek de inandırıcı olmayan kızgın yüz ifadesiyle karşılaştım. Hem işimin yarım kalmasına hem de canımın yanmasına dayanamayıp babamın, “seni hınzır” sözüne bir küfürle karşılık verip kaçtım. Hayatım boyunca babamdan yediğim tek tokat da o oldu.

Tokat o kadar önemli değildi de çok sevdiğim işimi rahatça yapamamak canımı sıkmıştı. Kırmızı plastik kamyon hayalim bir yana kendi oyuncak imalathanemi bile zor çalıştırır hale gelmiştim. Günlerce buna nasıl bir çare bulacağımı düşünüp durdum. Sonuçta arkadaşlarla konuşup ortak hareket etmeye karar verdik. O anda kimin evi su hırsızlığına uygunsa ordan çalacaktık. Evlerin su zulalarını patlata patlata bir süre de öyle idare ettik.

Zaman bu minvalde geçerken bir sonbahar günü evin kapısına bir kamyon yanaştı. Şehre taşınıyorduk. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. O kamyona binmek istemedim, ağladım, saklandım. Ancak sonunda çaresiz boyun eğmek zorunda kaldım elbette. Eşyaları yükledikten sonra biz de üzerine bindik. Babam beni kucaklayıp kamyona bindirirken, sanki üzüntümü daha da arttırmak ister gibi, “kerata, bakalım şehirde nerden bulacaksın çamuru?” dedi. Kamyon köyü yavaş yavaş geride bıraktı. O andan aklımda kalan son görüntü caminin beyaz minaresi ve avlumuzdaki kavak ağacıydı. Şehre yerleştiğimiz ilk günlerde oynayacak pek bir şey bulamadım; bir süre ne yapacağımı bilemeden arandım durdum. Ama yeni oyuncaklar keşfetmekte gecikmedim. Hurda tekerlek, tahta kılıç, gazoz kapağı, resimli ciklet kartları, kıvırıp araba yapılabilen demir teller, öteki çocukların oynamaktan bıktığı eski oyuncakları...

İranlı yazar Sadık Hidayet’in “Kör Baykuş” romanını okurken Butimar’ın endişesini öğrendim. O da neler getirdi aklıma...

Foto: http://web.mit.edu/adorai

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..