Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mayıs '10

 
Kategori
Deneme
 

Butonlar

Butonlar
 

Son sürat hızla koşuyorum. Nereye? İşin aslı nereye olduğu belli değil. Biri beni önce bir güzel icat etmiş, sonra programı yüklemiş ve “başlat” butonuna basmış. Pek bir güzel çalışıyorum. Ortaçgil'in “mekanikleştirme beni” demesine benziyorum. Evet! Mekanik-im ben.

Bunu ne zaman fark ediyorum peki?

Şöyle oluyor:

Evde dekorasyon değişikliği yapılıyor. Eşyalar oradan oraya çekilmiş, okunmuş, okunmaya hazır kitaplar ayrılmış. Objeler ve başka bir sürü şey bir yere istiflenmiş, atılacaklar, verilecekler, geri dönüşüm için kullanılacaklar poşetlenmiş. Her yer, her yerde.

İşi gücü bırakıyorum. Telefona sarılıyorum. Uzunca bir süre konuşuyoruz. O benim çocukluk miraslarımdan biri. Haylaz, yaramaz çocukluğumun, ele avuca gelmez ilk gençliğimin, yaşamımın en önemli anlarının yakın şahidi. Anne dostum; Sebuş'um. Sesi kısılmış.

“Bak ağlama, ben çok üzülüyorum. İyi olacaksın, yeter ki sen iste.” diyorum.

“Kemiklerim acıyor artık, yemek yiyemiyorum.” deyince, tutamıyorum artık kendimi, o hissetmesin istiyorum bir yandan.

“Ama sen böyle ağlarsan ben bir daha arayamam ki seni. Ben üzüyorum diye düşünürüm.”

“Tamam, ağlamayacağım, tamam söz.”

“Hem bak saçların bu sefer dökülmedi, sevinmelisin. Sen iyi olacaksın ve yeniden hep birlikte yazlıkta vur patlasın çal oynasın eğleneceğiz.” Gülmek sırıtmak arası bir mimik yerleşiyor suratıma. Kimi kandırıyorum bu sözlerle? Kendimi mi, onu mu?

O beni çok seviyor, ben de onu. İçim ılık ılık acıyor sanki. Hani kalbimin olduğu yer... Yanıyor orada bir şey. Kapatıyorum telefonu.

Burnumu çeke çeke işlere dönüyorum. Unutmuyorum, hastalığı ilerlediğinden beri Sebuş aklımın bir köşesinde çengelli iğne gibi asılı duruyor. Acıtıyor. Unutmuyorum fakat bu evin bir an önce hale yola girmesi gerekiyor. Daha yapılacak başka bir sürü iş...

Yorgunluktan ağrımayan eklemim kalmamış. Akşam yemeği hazırlanıyor. Televizyonu açıyorum. Haber saati. 'Ne oldu Zonguldak Madencileri?' Merak ediyorum, hep birlikte ediyoruz.

“Ve... Zonguldak Maden'deki 30 işçinin 28'inin cansız bedenine ulaşıldı..” İçimde yine de bir umut vardı... Mum ışığı kadar da olsa. Söndü şimdi. Kaç ocak birden söndü... İştah mı kaldı?

“... Kırsalında bugün bir şehit daha verdik...” Kan ağlayan anneler. Kıpkırmızı ay yıldızlı bir bayrağa sarılmış... Elimdeki çatalı usulca bırakıyorum “ben doydum afiyet olsun.”

Biliyorum, boğazımda düğümlenen ve yediğim yudumun dizilmesine neden olan o şey bir saat sonra geçecek. Unutmayacağım ama karnımın acıkmasına da engel olamayacağım. Yaşamam için yemem gerekiyor. Herkes kalktıysa masadan bulaşıkları makineye yerleştireceğim...

Ertesi gün iş yerinde neredeyse tüm dünyayı unutmamı sağlayan programım devreye giriyor. Telefonlar, yanıtlanması gereken elektronik postalar, son organizasyonla ilgili görüşülmesi gereken firmalar... Biri bana sesleniyorsa hemen yerimden fırlıyorum “geliyorum!” Raporlar veriliyor, talimatlar alınıyor, öğlen olmuş, “yemek yiyecek misiniz?” sorusuna “şimdi hiç vaktim yok, belki sonra, rica etsem bana bisküvi türü bir şey alabilir misin?” Her yerden adım yankılanıyor, on kol, beş kafa, beş ağız, on kulak oluyorum.

“Tamam yaparız.”

“Birazdan bakıyorum.”

“Hallederiz merak etmeyin.”

“Sana bir haberim var; iyi mi kötü mü sen karar vereceksin.”

“Söyle dinliyorum.”

“Bir fincan çay alabilir miyim lütfen?”

“Alooo! Fuat Bey, şimdi biz konuştuk arkadaşlarla, ne zaman müsaitseniz o zaman ziyaretinize gelmek istiyorum. Karşılıklı konuşmak en güzeli.”

Mesai saati bitiyor. İşler bitmiyor.

“Herkese iyi tatiller...”

Sürünerek apartman merdivenleri tırmanıyorum. Biraz dinlenmek istiyorum. Şöyle gözlerimi kapatıp biraz uzansam...

Kapıyı açmamla kızım tüm enerjisiyle üzerime üzerime geliyor:

“Hoş geldiinn!”

Ve talimatlarla bildirimlere başlıyor:

“Karnım çok acıktı.”

“Tarih ödevini İnternet'ten birlikte araştırabilir miyiz?”

“Yarın İngilizce Dersane'nin toplantısına gitmen gerekiyor. Ben de oralarda olacağım.”

“Toplantıdan sonra alış verişe, sonra da yemeğe gider miyiz?”

Bir anda sesi düşüyor;

“Ha bir de unutuyordum... Sebuş'u hastaneye yatırmışlar.”

Son cümleye kadar “tamam, bakarız, olur” diyen mekanik sesim kesiliyor. Hemen telefona sarılıyorum. Sebuş her şeyden önemli. “Geleyim ister misin? Kim kalıyor yanında? Bu gece ben de kalmak istiyorum.” Gerek yok, diyorlar. Ameliyat olursa, ameliyattan sonra bana daha çok ihtiyaçları olacağını söylüyorlar, sen de çalışıyorsun, diyorlar. Çaresiz, “Peki” diyorum.

Toplantıya gidiliyor. Oradan hastaneye. Kızım ve annem de geliyor benimle. İyi görünüyor Sebuş'um. Lütfen iyi ol Sebuş... Lütfen. “Aa, hiç olmamış tatlım, hani senin ojelerin nerede? Sedefli pembe seversin sen, yarın getireyim sürelim ister misin?” diyorum, hali yok gülmeye biliyorum ama gülüyor. “Dur deli kız, ojelik halim mi kaldı?” Her yerinde hortumlar var o gülüyor ya, ben de sanki gözlerim gülmekten yaşarmış gibi yapıyorum. Daha yaşlı değil ki o... Annemden küçük. Daha çok şey için erken.

Hastane çıkışı alış veriş için sözüm var. Ben sevmiyorum ama o seviyor, mağaza geziyoruz. Çıkışta bir bakıyorum sağanak başlamış.

“Hemen bir taksiye binelim, ıslanacağız.” diyorum aceleyle.

“Hadi ıslanalım.” diyor.

Elimizde poşetler, çantalar ıslanıyoruz.

Saçından sular damladıkça gülüyor. “Çok mu komik görünüyorum?” Park halindeki araç camlarından dönüp dönüp kendine bakmaya çalışıyor “Ay şu halime bakar mısın?” Yine gülüyor. Gülemeyecek kadar yorgun ve üzgün olduğumu fark ediyorum. Dudağım yana doğru bükülüyor. Aldırmıyor bana. Küçük bir çığlık atınca, yan yan şaşkın bir bakış atıyorum ben de. “Şey, burnuma bir damla düştü de, gıdıklandım.” Kıkırdıyor. Eh artık ben de gülüyorum. O mutlu ya, ben de mutlu olmalıyım...

Arkadaşım arıyor:

“Yarın Simay'ın düğün törenini unutma.”

Nasıl da aklımdan çıktı?

Pazar günü; ev işleri, okul arkadaşlarıyla önceden planlanan görüşme, hastane, düğün olarak paydalara bölünüyor. Sebuş'a aldıklarımı götürüyorum. Çok seviniyor. Oradan çıkışta hazırlanmak için ev, törene gitmemiz gerekiyor.

Gecenin bir yarısı yorgun eve döndüğümde, yüzümdeki makyajı ağır devinimlerle silmeye çalışırken, nedenini bilmediğim bir sebepten (yağmurda ıslanmaktan olabilir) kısılmış sesimle kızıma bir şeyler anlatırken fark ediyorum butonları.

Beni kim icat etti bilmiyorum. Fakat icadının -şimdilik- kusursuz çalıştığını biliyorum. Ensemde, kocaman kırmızı bir “BAŞLAT” butonu var. Ona bir kere basman yeterli. Kırmızı yanıyor. Sonra diğer işlevler devreye giriyor.

Uyuma butonu.

Yemek yeme butonu.

Diğer ihtiyaçlar butonu.

Son hızla hareket edebilme butonu.

Her yere yetişme ve iletişim ağlarıyla ilgili konvansiyonel butonu.

Üzülme butonu.

Ağlama butonu.

Gülme butonu.

Sevinme butonu.

Acı çekme butonu.

Umut etme butonu.

Mutlu olma butonu.

Şöyle bir gözden geçiriyorum da... “Karamsarlık butonu” yok! Eklesek mi? Yok, yok... Böyle iyi. E öyleyse?

Hadi mutlu olalım!

Hadi mutlu olalım!

Hadi mutlu olalım!

Peki nasıl?

Mayıs/2010
 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..