Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Nisan '12

 
Kategori
Eğitim
 

Büyük aydınlanmacı öğretmenim Hasan Ali Yücel

BÜYÜK AYDINLANMACI

ÖĞRETMENİM HASAN ALİ YÜCEL

Yazarı: Mehmet Başaran

Bölüm I

Büyük Aydınlanmacı

Enstitü‘den mezun olan Mehmet Başaran artık öğretmendi. Trakya’nın ortasında, yöre yere ışık saçan bir yerde, Kepir’de öğretmenlik sevinciyle ayrılık hüznünü bir arada yaşayan Mehmet Başaran, yönetici İhsan Kabalay’ın sözüyle irkildi. “Öğretmen arkadaşlar! Lütfen dersliğe!” diye seslenmişti. Dersliklere giderken Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne seçilecek kişileri düşünüyordu. Buraya seçilecek öğretmenler üç yıl daha okuyup yönetici, denetmen olacaklardı. Adlar okundu ve Başaran da seçilenler arasındaydı. Seçilmişti seçilmesine fakat sevinemiyordu, düşünüp kaldı. 1943 savaş yıllarıydı, üç çocukla sefaletteydi ailesi. Üstelik ağabeyi de üç yıldır askerdi. Tüm aile dört gözle öğretmen olmasını bekliyordu Başaran’ın. Üç kuruş maaşı olur, yükleri hafiflerdi ailenin.

Başaran köye gittiğinde, ailenin yüzü gülüyordu. “Şükür Rabbim’e bugünleri de gördük. Öğretmen oldu oğlumuz… Sülman Ağa’nın oğlu Mehmet öğretmen oldu.” diyordu köylü. Başaran oldukça kararsız kalmıştı, dalgın dalgın düşünüyordu. Yüksek bölüme gitse ailesinin durumu gözünün önüne geliyordu.

“Fena daldın” dedi babası. “Susup kaldın, okulu bitiremedin mi yoksa?”

“Bitirdim bitirmesine de, yüksek bölüme seçildim, üç yıl daha okuyacağım Ankara’da. Müfettiş olacağım sonunda.” diyebildi sadece.

Babası büyük bir üzüntü ile “Ankara dünyanın öbür ucu be çocuk! Yılda bir ya görüşür, ya görüşemeyiz. Ama okumana bak sen, bizi düşünme. Arada mektupların, sağlık haberin gelsin yeter…” dedi. Annesinin gözyaşlarıyla uğurladığı Başaran, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne geldiğinde içi buruktu, aklı köyde kalmıştı. Bu defa şartlar kolay değildi. Dokuz ay köy camisinde, okulunda, alana kurulan çadırlarda kalmışlardı. Köyün çamaşırlığını, yunağını, çeşmesini enstitü öğrencileri yapmıştı. Bu zor şartlarda Başaran’ı en mutlu eden şey Ankara Gazi Eğitim’de Ziraat Fakültesin’den, Konservatuvar’dan Dil Tarih’ten yüksek bölüme öğretmenler, doçentler ve profesörlerin gelmesiydi. Kendisini üniversite öğrencisi gibi görüyordu ve mutluluğu bir kat daha artıyordu.

Buna karşın koşulları beğenmeyip dönen arkadaşları olmuştu. Başaran da dönmekle, dönmemek arasında, bir süre gidip gelmişti. Kepirtepe köyündeki ailesini düşünüyordu. Bir cumartesi günü enstitü yemekhanesinde eğlence yapıldı. Ankara’dan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç ve daha pek çok önemli konuklar yer alıyordu. Ailesinin vahim durumunu hiç aklından çıkaramayan Başaran’ı arkadaşı Hüseyin yemekhaneye götürdü. Orta bölüm, yüksek bölüm öğrencileri de eğlencede yer alıyordu. Tabi öğretmenler de. Yönetici Hürrem Arman konukları karşıladıktan sonra davullar gümbürdedi, türküler söylendi. İsmail Hakkı Tonguç’un sesi duyuldu bir ara:

“Başaran nerede? Çıksın bir şiir okusun bakalım bize.” Hep yaptığı gibi, beğendiği şiirleri cebinde gezdiriyor, gittiği yere de götürüyordu Tonguç. Bakan kor gibi gözleriyle karşısındaydı. Heyecanlı şekilde selam vererek başladı Başaran:

Rüzgara vurunca sazdan bir eyer,

Alevli dizginler gerilmelidir,

Dağlar eğilmeli, deprenmeli yer,

Hedefe ilk hızda eğilmelidir…

Tutulup kalmıştı, sonrası aklına gelmiyordu, zor durumdaydı. İsmail Hakkı Tonguç yerinden kalkıp Başaran’a doğru geldi. Cebinden çıkardığı kağıdı uzatarak, “Al buradan sürdür, olur böyle şeyler, bozuntuya verme…” dedi.

Okumuştu okumuştu ama… Bakanın önünde sıkıntıdan ter basmıştı, başı uğul uğuldu. “Yarıl yer, gireyim.” diyordu içinden. Şenlik süresince içi içini yiyor, bakanın olduğu yana bakamıyordu. Dağılma başlayınca dışarıya fırladı. Arkadan bir ses duydu, bakan Başaran’ı çağırıyordu. Gözlerinin önü kararan, yaprak gibi titreyen Başaran büyük salona girdiğinde, Bakan Hasan Ali masa başında yalnızdı. Güler yüzle:

“Geç otur şöyle karşıma oğlum.” dedi.

Anlayışlı, babacan birine benziyordu. Kalın kaşlarının altından kor gibi parlıyordu gözleri, biraz daha yatışmıştı Başaran.

“Yüksek bölüme yeni gelenlerdensin galiba?” diye sordu bakan.

“Evet efendim!” diyebildi Başaran. Daha sonra:

“Hangi enstitüden?”

“Kepirtepe’den efendim, Trakya’dan.”

“Şiirlerini beğendim. Halk şiirlerini seviyorsun anlaşılan. Aksiliği boş ver. Kalabalık önünde herkesin başına gelebilir. Hem daha yakından tanımak hem de küçük uyarılar yapmak için çağırdım seni.”

Başaran bu sözler karşısında hem mutlu olmuştu, hem de rahatlamıştı. Bakan konuşmasını sürdürüyordu:

“Biliyorsun ben de öğretmenim, ama yıllardır derslikten uzak kaldım. Seni dinlerken öğretmenlik damarım kabardı. Bir metni güzel okumak, kimi kurallara uymayı gerektirir, biliyorsun. Sanırım heyecandan tonlama, ulama, vurgulamalar pekiyi olmadı. Şimdi bir de dize dize beraber okuyalım o şiiri.”

Başaran, bakanın sevecen bakışları, yumuşak sesi karşısında sıkıntısını üzerinden atmıştı. Başladılar şiiri okumaya, Bakan bir ara:

“İşte böyle, doğal bir sesle söylemeli, manzume okuyan ilkokul çocukları gibi değil. Kötü bir alışkanlık halinde sürer o manzume okuyuşu. Güzel bir şiir bile berbat edilir kimi zaman.” Bir de o okudu dizeyi. Başaran hayran kalmıştı, kalın sesiyle ne güzel okuyordu, hakkını alıyordu bütün sözcükler. Geri kalan on bir dizeyi, vurguları, ulamaları, tonlamaları üzerinde dura dura okudular.

“Aferin! Çabuk kavrıyorsun. Sen de iş varmış ha! Taa İzmir’de öğretmenliğe başladığım günleri anımsattın bana.” dedi ve devam etti:

“Gün gelir ben Başaran’a ders vermiştim diye övünebilirim belki ne dersin?” diye takıldı.

“Sağolun efendim. Bakanımız Hasan Ali Yücel bana ders verdi diye, asıl ben yaşamım süresince övüneceğim.” diyen Başaran kendisiyle gurur duyuyordu, işittiklerine inanamıyordu.
 

“Geçelim bunları yahu! Derdim bu değildi, biraz söyleşmek istemiştim seninle. Nerelisin evladım? Anan, baban, kardeşlerin var mı? Geçim durumunuz nasıl? Çilelidir Rumeli insanı. Kendini tanıt biraz bana.” diye sordu Bakan.

Başaran ise başladı anlatmaya kendisini, ailesini, köyünü. Dokuz yaşına kadar kırlarda çobanlık eğitimini, bayramdan bayrama sofralarının et gördüğünü, katıksız buğday ekmeği yiyebildiklerini, Trakya boşaltılınca ailesinin yokluktan bir yere gidemediğini, otuz altı aydır ağabeyinin asker olduğunu, geride ilkokulu yeni bitirmiş iki kız kardeşini, altı yaşında erkek kardeşi olduğunu ve onları düşündükçe enstitüden ayrılmayı düşündüğünü anlattı. Bakan susup kalmıştı, sorduğuna pişman olmuştu galiba. Yeniden gözleri ışıdı ve Başaran’a:

“Bak evladım hemen bu gece bana mektup yazacak, kız kardeşlerinin Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne götürülmelerini istediğimi bildireceksin. Ben de yarın Müdür İhsan Kabalay’a telgraf çekeceğim. Enstitüye alalım o kızları da kurtaralım. Unutma, izleyeceğim.” deyip kalktı, Başaran’ın elini sıkarak enstitüden ayrıldı.

Başaran o gece düşünde Kepirtepe ve kız kardeşlerini görmüştü. Kız kardeşleri mavi enstitü giysileri içinde, kardeşleri Remziye ve Meryem… Kavruk gözleri değişmiş; açık kalmış, canlanmış, kendilerine gelmişti. Ne de güzel bir rüyaydı. Ama gerçek olamayacaktı. Çünkü ikisi de evlenmişti. Mektubu alınca öğrenmişti Başaran. Biri kendi köylerine diğeri yakın bir köye gelin gitmişti. Kocası dövünce baba evine gelmişti yeniden. Haberi alınca içi yandı Başaranı’ın. Kızlar kurtulacaktı ama yoksulluğun gözü çıksın. Öğretmen olacaklardı, ziyan olmayacaklardı Kepir’e gelebilselerdi.

Yıllar sonra ilk kez Hasan Ali Yücel’le görüşecekti Başaran. Öğretmeni Hasan Ali hatırlayacak mıydı acaba? Orhantepe’ye eski bakanın evine geldi. Yol boyunca Hasan Ali’yi düşündü, çok yüklenilmişti ona. Ülkede enstitü mezunlarına komünist gözüyle bakılıyor, her gün yeni listeler yayınlanıyordu, göz gözü görmüyordu. Başbakan Peker; Köy Enstitülerinin millileştirilmesinden söz ederken, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer; tehlikenin sanıldığından büyük olduğunu söylüyordu. Enstitü çıkışlılara vatan haini gözüyle bakıldığı, “Hasan Ali’nin...” diye adlandırıldığı bu dönemde, Hasan Ali-Kenan Öner davasıyla yıpratılmış eski bakan Hasan Ali köşesine çekilmişti. Artık enstitülülerle boyuna uğraşıyorlardı. Soruşturmalar, yer değiştirmeler, aramalar… Bu sırada gezici başöğretmenlikten öğretmenliğe alınmıştı Başaran. Bir ihanetler dönemiydi.

İnsanlar sokağa çıkamaz olmuştu. Hasan Ali ziyarete gelen Başaran’ı tanımıştı. Geçirdiği zor günleri anlatıyor; ülkenin, enstitülerin hallerinden dert yanıyordu. Enstitülerin yazgısı artık soruşturmada varılacak kanıya bağlı olacaktı. Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıların askere alınarak çavuş çıkarılmalarına kadar dayanmıştı, durum. Yüzündeki gülümsemesiyle:

“Kötülerin kolay bir zaferidir bu, günahsız, savunmasız, kişilere asılsız suçlar atarak, onları arkadan vurmak.” dedi Hasan Ali. Bir hayli geç olmuştu, gideceği yer uzaktı, izin istedi. Başaran ayrıldı eski bakanın yanından.

Tüm bunlar olurken Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde bir şiir gecesi düzenlendi. Melih Cevdet, Cahit Sıtkı, Orhan Veli’de gelmişti. Hasan Ali’nin oğlu Can da vardı. Biraz felsefe konuştuktan sonra eski günlere döndüler. Tanrı’dan, inanışlardan, düşünürlerden derken söz Köy Enstitülerine dayandı. Lütfü Engin, Başaran’ı göstererek, “Koca bir iktidar, yıllardır bunların peşinde işte. Yıllardır bizim yaptıklarımızı yıkabilmek iktidarların programı” dedi. Tüm yurtta öyle bir hava estirilmişti ki, savaş sonrası ortamında ülkenin tek konuştuğu Hasan Ali-Kenan Öner davası olmuştu. Bakan iken yanından ayrılmayanlar mahkeme sürecinde tanıklık yapmak istememişlerdi Hasan Ali’ye. Koca davada, iki kişi tanıklık etme deliliğini göze almıştı. Nurullah Ataç, Ferit Alnar… Yıllar geçmesine karşın hala “Hasan Ali Veletleri” diye anılıyorlar.

Hasan Ali bir düşmanmış gibi davranılıyordu, bilen de bilmeyen de saldırıyordu. Oysaki yıllar sonra anlaşılacaktı, en büyük aydınlanmacı olduğu.

Tarih 27 Mayıs’a yaklaştı mı, bir karabasandan çıkıyordu Türkiye, kıyametler kopmuştu mecliste. Tahkikat komisyonu, sorgulamalar… Sokağa taşan üniversite, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı…

27 Mayıs sabahı yırtıyordu karabasanı. Kimi çevreler şaşkındı, “eşekten düşmüş karpuza” dönmüştü. Suçlarının telaşı içindeydiler. 27 Mayıs aydınlığı yaşamı güzelleştirmeye başlayacak gibiydi. Atatürk’e dönüş gibi görülüyordu 27 Mayıs. Tüm bakanlar, milletvekilleri tutukluydu. Köy Enstitüsü çıkışlılara yaşamı zindan eden, kimilerini öğretmenliğinden eden eski Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi tutuklamaya enstitü çıkışlı bir yedek subayı göndermişti devrimciler. 27 Mayıs coşkusu sürerken, 22 Haziran’da yitirmişlerdi Tonguç Baba’yı. Daha sonra “Tonguç sevinçten öldü.” denecekti. Kurtulmuşluk sevinciyle yüreği dolu bir şekilde öldü İsmail Hakkı Tonguç.

27 Mayıs’la birlikte gelen aydınlanma, aydınlık yüzlerden biri de Cemal Gürsel… Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesi için İsmet Paşa’nın emir verdiğini, çalışmalara başlandığını, böylece din sömürüsünün engelleneceğini anlatıyordu. Güzel haberlerdi bunlar, gönül açıcı haberler. Tonguç’un bir öğretmene verdiği Fontamara romanı, İtalyan faşizmini anlattığı için örgüt kurmakla suçlanmıştı. Buna benzer çuvallar dolusu evrak vardı. Ama en önemlisi o günler geride kalmıştı. Bütün düşünceler bir ana fikirde toplanıyordu; ne için yaşadığını bilmek, fikirlerin en güçlü, başı ve sonu inanmayanları inandırmak, küsmeden kızmadan sapıkları yola getirmek, uyuyanları uyandırmak, iğrenmeden kirlileri temizlemek…

Bölüm II

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel

Hasan Ali Yücel, bakan olduğu dönemde çok büyük işler yapmıştır. Maarif Şurası, Ahlak Şurası, Tercüme Kongresi, Felsefe Terimleri Komisyonu, Köy Enstitüleri, Konservatuvarlar kurulması gibi birçok yenilik yapılmıştır. Mustafa Kemal’in üç aylık yurt gezisine bakanlık temsilcisi olarak katılmış, yurt gerçeklerini daha derinden kavramıştı.

Sorunların vahametini anlayan Hasan Ali, Neşriyat Kongresi’nin toplanmasını kararlaştırdı. Ülkenin tüm düşün adamları, eğitimcileriyle sorunlar enine boyuna tartışıldı, zorluklar çok olanaklar kısıtlıydı. Başta büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç, teknik öğretimin başarılı yürütücüsü Rüştü Uzel… Sebahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç Türkiye’yi yeniden yaratma imecesinin bir parçasıydı.

17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüsü Yasası çıkarıldı. Devlet eğitim seferberliğini “millet olma, insan olma” davası üzerinde yoğunlaştırıyordu. İlk kez köylüye “Komşular!” diye sesleniliyordu. Bu girişimin amacı ve dayanağı köyde üretimi çoğaltmak, alabildiğine akılcı düzeye ulaştırmaktı. Çünkü ülkenin yüzde sekseni köylüydü.

Toplumun uyanıp gelişmesinde “çevirinin” büyük önemi vardı. Bu nedenle Aristo’nun, Harezmi’nin, İbn Rüşd’ün birçok eseri Latince’ye çevrildi. Tercüme büroları kuruldu ve Nurullah Ataç, Saffet Pala, Nusret Hızır, Bedrettin Tuncel, Sebahattin Eyüboğlu burada tercüme yapmaya başladılar ve 19 Mayıs 1940’ta Tercüme dergisinin ilk sayısı çıkarıldı.

Bunlarla da yetinilmeyip 15 Temmuz 1923’te Sultanilere “lise” adı verildi. Liselerin amacı, memleketin muhtaç olduğu çeşitli hizmet ve sanat erbabını yetiştirmek ve yüksek öğretime aday hazırlamak olarak belirlendi. 1926’da orta dereceli okullara öğretmen yetiştirmek üzere, Ankara’da Gazi Eğitim enstitüsü kuruldu. Atatürk’e ve Hasan Ali’ye göre eğitimin önemli bir basmağı olan lise öğrencileri sağlam bir genel kültür edinerek üniversiteye hazırlar.

Bölüm III

El Koyduğumuz Dava

El koyduğumuz ilköğretim davasını gerçekleştirerek, Türk vatanının dağlarında, bayırlarında ve kırlarında hatta en ücra yerlerinde kendi kendisine açıp solan çiçek bırakmayacağız. (Hasan Ali Yücel)

Cumhurbaşkanı İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Cumhuriyet Dönemi aydınlanmacılığına ivme kazandırmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı, eğitim savaşına dönüştürmüşlerdir.

Hasan Ali “öce öğretmen” diyen bir bakandı. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünü bitiren Fevziye Öğretmen kurada Hakkari’yi çekmişti. Yeni açılan Hakkari Orta Okulunun ilk öğretmeni Fevziye olacaktı. 1956’da Hakkari’ye gitmek oldukça zordu, Fevziye Öğretmen kara kara düşünüyordu. Hasan Ali Yücel, Fevziye’yi çağırtıp tebrik ettikten sonra her türlü yardımın yapılacağını söyledi. Fevziye Diyarbakır’a uçakla, oradan Tatvan’a trenle, oradan da Van’a otobüsle gönderildi. Van valisi kendi cipiyle Hakkari’ye götürdü. Bir yıl elektriksiz köyde öğretmenlik yaptıktan sonra Bakan Hasan Ali’nin isteğiyle tayin istemeden Ayvalık’a tayin edildi.

Bölüm IV

Özgürleşme Eylemi ve Köy Enstitüleri

Bu dönem Osmanlı’dan kalan saltanat ve hilafet ipotek altındaki ekonomi, Cumhuriyet’le bağdaşmayacak hukuk ve eğitim dizgesi… Cumhuriyet, ümmeti uluslaştırmak; her şeye boyun eğen, dış ve iç sömürüyü “yazgı” sayan, kurtuluşu başka dünya da arayanları bilinçli yurttaş durumuna getirmek zorundaydı. Bu amaçla 3 Mart 1924’te hilafet kaldırıldı, Tevhid-i Tedrisat Yasası çıkarıldı. Şeriyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1928’de yeni abece kabul edildi. Eğitimde yeniden yapılanmaya gidildi. Köylünün kalkınması baş sorundu. Çünkü 40.000 köyden 35.000’i okulsuzdu. Köylüyü eğitmenin amacı; güçlü vatandaş, yeni sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın gelişimine katkı sağlayacak bireyler yetiştirmekti. Hazırlanan raporların sonucunda 17 Nisan 1940’ ta 3803 Köy Enstitüleri Yasası çıkarıldı. Gazeteci Uğur Mumcu’ya göre;

Türk toplumu, iki büyük ve başarılı sivil örgütlenme gerçekleştirmiştir: Biri Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Kuvay-ı Milliye, diğeri ise Köy Enstitüleridir.

Bölüm V

Enstitülerin Kapatılması Karşıdevrim Süreci

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç CHP iktidarda iken aşırı solculukla, hıyanetle suçlanarak kendi arkadaşları tarafından da yalnız bırakılmıştı. Köy Enstitüleri kapatılmış, kafalarda sorular uyandıran tartışmalara neden olmuştur. 1946 seçimleri sonrasında “Köylülere imece yoluyla okul yaptırmak zulümdür. Köy Enstitüleri ahlaksızlık, komünistlik yuvalarıdır. Halk, cenaze namazı kıldıracak imam bulamıyor, savaş yıllarında camiler depo olarak kullanıldı, dinimiz unutturuldu.” şeklinde birçok propagandalar yapılarak, Köy Enstitüleri kötülenmeye başlandı. Artık hakaretler kontrol altına alınamıyordu. Baskılar gün geçtikçe yoğunlaşıyordu. Dil Tarih Fakültesi basılarak Rektör Kansu dövülerek istifa ettirildi.

1947’de çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı yasalarla köy öğretmenlerinin enstitülerle bağları kesildi. Verilen üretim araçları geri alınarak öğretmenler 100 lira aylıklı öğretim memuru durumuna getirildi. 26 Kasım 1947’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Tonguç görevden alınarak Resim-iş öğretmenliğine verildi. Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlılar gezici başöğretmen, köy öğretmeni ve dairelerde memur olarak görevlendirilmeye başlandı.

Bölüm VI

Sonuç

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un kurdukları Köy Enstitülerini “demokrasi” adına, tam bağımsız, dünya toplumları arasında onurlu yerini alacak yeni Türkiye’yi yaratacak eğitim anlayışına karşı olanlar, Atatürk devriminin soluğunu kesenler tarafından kapatılmıştır.

1997 yılında da UNESCO tarafından ulusuna, ulusunun eğitimine, ekinine yaptığı hizmetler tüm insanlığa yapılmış sayıldığından, 1997 yılı Hasan Ali Yücel’i anma yılı olarak kabul edilmiştir. Halkına soluk aldırmış unutulmaz büyük bir AYDINLANMACIDIR.

Değerlendirme:

Kuruluş amacı; güçlü bir vatandaş yetiştirmek, ülkenin sosyo-kültürel ve ekonomik hayatında söz sahibi olan, bilime inanan, iç ve dış sömürüyü yazgı saymayan, aydın, eğitimli, okuma-yazma bilen, tarımda teknolojinin olanaklarından da yararlanılması istenen, meslek erbabı olmalarına olanak tanınan, genel kültürle donatılmış, ülkenin kalkındırmasını hızlandıracak bireyler yetiştirmektir. Köy Enstitüleri siyasi çıkarlar, iktidar olma arzusu ile kuruluş amacının dışına itilmiş, yokluk dönemi diye adlandırılan yıllarda bir takım kişilerin oy kaygısı nedeniyle çeşitli suçlama ve iftiralar atılarak, kamuoyu baskısı yaratılmış ve nihayet istedikleri amaca ulaşarak Köy Enstitülerini kapatmışlardır…

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..