Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '08

 
Kategori
Yemek - Mutfak
 

Büyük Midesel Komplo Teorisi

Büyük Midesel Komplo Teorisi
 

Yeni kitle imha silahları...


Başlangıçta ot yoktu, ocak yoktu, tencere, tabak yoktu, mecburen günde üç öğün dışarıda yedik çeşnicibaşımla. Şehre yeni gelmiştik, acemiydik. Kendimiz gibi acemilerle takıldık hep. Her akşam, “Kazık Lokantası’nda ziftin pekini çok güzel yapıyorlarmış”, “Paragöz Kulüp’ün açık büfesinde boşanıp da semerimizi bile yiyebilirmişiz” diye birbirimizi kışkırtıp, yollara düştük beraberce. Lokanta lokanta gezmek, yeni şeyler tatmak, masayı toplamak zorunda olmamak iyiydi, hoştu da, bir ay sonra “Ne yiyelim?” ve “Nerede yiyelim?” soruları küfür gibi gelmeye başladı bendenize. Üstüne “Öfülenöf, yine çok para harcadık bu akşam...” konulu vicdan azabı da eklenince, içimdeki kemancı bıkkınlık makamından çalıp söylemeye başladı;

“Ah bir evim olsa,
dara diri dara, dara diri diri diri daa,
Balkonunda ekmek yesem,
Peynirimi katık yapsam,
Hey!
Ah bir evim olsa,
dara diri dara, dara diri diri diri daa,
Bir kadeh de rakı koysam,
Ballı kavunumun yanına...”

Efendim, ayıptır söylemesi, benim annem çok güzel yemek yapar. Daha önce “Türk mutfağı nerede?” adlı dev araştırma-inceleme yazımda da irdelediğim gibi, annesi güzel yemek yapan çocuklar, dışarıda yemeği pek sevmezler. Ben de hem annemin yemeklerini ararım, hem de çok pis yemek seçerim. Öyle yaratıcılığın dikişlerini patlatan “gurme” işlerden pek hoşlanmam. Bana göre eğer bir lokanta, herhangi bir şehir rehberinde övülüyorsa, bu, o lokantaya gitmemek için iyi bir sebeptir. Önyargılı olmam, haksız olduğum anlamına gelmez. Kendi hesabıma hiç yanılmadım bugüne kadar.

İlk geldiğimiz günlerde, kocamın arkadaşları, kasten otel odalarımızın en görünür yerine bırakılan o alacalı rehberlerden bir lokanta seçip, “Gidelim” diye tutturdular. “Size güle güle, yolunuz açık olsun” demek ayıp olacağından, güzel bir bahane bulup, gayet nazikçe gitmedik. Ve fakat onlar pes etmediler. Aynı soruya iki defa daha “Hayır” dedikten ve bahane stoğumuzu erittikten sonra, maalesef dördüncüde artık kaçamadık.

O meşum akşamda yaşadıklarımı, daha önceki tecrübelerimle de birleştirip, ortaya çıkan garabete “Büyük Midesel Komplo Teorisi” adını verdim. Teori şöyle işliyor; “Michelin yıldızı düşük” bir işletmecimiz var. Bir lokanta açıp, başarıdan başarıya koşmak istiyor. Tabii öncelikle uygun bir yer seçmesi lazım. Ne yapıyor? Lokantasını dere, tepe, kumsal, dağ, orman, park, bahçe gibi doğal güzelliklerin, ya da saray, şato, kilise, cami, antik kent gibi turistik ilgi merkezlerinin yakınlarına, hatta mümkünse içlerine oturtup, öncelikle ortamdan nemalanmaya bakıyor. İnsanlar “Ah, nefis bir manzara, değil mi şekerim...” derlerken, o arkalarından dolanıp, iki puan alıyor.

Dekorasyon için öyle çok para harcamıyor, “Minimalist”, “70’ler-Retro”, “Salaş”, “Japon”, “Arabesk” gibi bir tema bulup, ona yoğunlaşıyor. Reçelli İsveç köftesi gibi görünmeyen herşey günümüzde çok “orijinal” bulunduğundan, mesela bit pazarından alınmış kahvehane masaları ve biri birine uymayan eski sandalyelerle “sıcak bir ambiyans” yaratıyor.

İsteyen herkesin yemek pişirebileceği düşüncesinden yola çıkarak, aşçı seçimi için fazla zaman ve enerji harcamıyor. Mutfağa bir televizyon koyup, yemek programlarını açıyor. Fikire fikir demiyor. Ayrıca, müessesenin ciddi imajına halel getirmesinler, yanlışlıkla gülmesinler diye garsonlara özellikle az para veriyor.

Malzeme işini toptancıya bırakıyor. O gün pazarda satılmayan herşeyi, yarı fiyatına lokantaya getirtiyor. Akabinde aşçının bütün o alakasız malzemelerden “Üzümlü bebek ahtapot tabağı“, “Kurutulmuş domateslerle bezenmiş, haşlama nohut ve bamya yatağında balık”, “Ananas soslu biftek” gibi icatlar çıkartmasını, ellerini ovuşturarak izliyor.

Hiçbir et parçasının, mutfağı pişmiş olarak terketmesine izin vermiyor. Etler ne kadar çiğ olursa, lokantanın o kadar iyi sayıldığını unutmuyor.

Fiyatları belirlerken, elini korkak alıştırmıyor. Çuvalla para bayıldığı yemeğin aslında bir b.ka benzemediğini itiraf edebilecek müşterinin, daha anasından doğmadığını biliyor. Millet, “Benimki harikaydı, seninki de çok nefis görünüyordu...” falan diyerek, enayiliklerine ortak ararken, o yüzlerindeki “Bana ne çarptı?” ifadesiyle eğleniyor.

Bu işletmecimizin, gastronomi rehberlerinde yazan birkaç “ağır” arkadaşı var. Belli aralıklarla onları lokantasında bedava ağırlıyor ve yeterince içtiklerinden emin oluyor.

O akşam gittiğimiz lokanta da, vahşi dalgaların nefis bir kumsalı dövdüğü, denizin üzerinde batan güneşe bakmaya doyamadığımız bir yerde, basit olmasına özen gösterildiği kabak gibi belli olan dekoruyla, teorime cuk oturuyordu. Menüdeki birbirinden korkunç seçenekler arasından, mide bulantımı bastırmaya çalışarak seçtiğim “soya sosu ve acı biberle hazırlanmış beyaz lahana yatağında ton balığı”, eğer biraz daha çiğ olsaydı, muhtemelen tabağımdan yüzgecini uzatıp, “Merhaba, gel dost olalım, insan dostunu yemez” diyecekti. Ateşin insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biri olduğuna inandığımdan, haliyle balığımı yiyemedim. Allah’tan daha önce ekmek ve mezeyle içimi bastırmıştım da açlıktan bayılmadım. Herşey bitip, hesabı ödeme vakti geldiğinde de, yediğimiz kazığın büyüklüğüyle doğru orantılı olarak hırslandım. Grubumuzdaki herkes durup durup birbirlerine yemeğin ne kadar da lezzetli olduğunu söylerken, kalkıp tuvalete gittim. Sıra bana geldiğinde yalan söyleyemeyecek kadar sinirliydim. Geceyi bir pot kırmadan bitireceğim diye akla karayı seçtim. Eve döndükten kısa bir süre sonra, mezelerin de içimde fazla durmayacakları belli olunca, tuvalete doğru 100 metreyi 8 saniyenin altında koştum. Klozette oturup, zorumdan şıpır şıpır terlerken, kemancıyı çağırdım. O çaldıkça, ben şöyle söyledim;

Ah bir sopam olsa,
dara diri dara dara diri diri diri daa,
Aşçının sırtında kırsam,
Üç kere vurup bir saysam,
Hey!
Ah bir sopam olsa,
dara diri dara dara diri diri diri daa,
Bir büyü yapıp bitirsem,
Enayilik tarih olsa...

İşte ana hatlarıyla “Büyük Midesel Komplo Teorisi” böyle birşey. Hırs, utanmazlık, aymazlık ve gösterişçilikle besleniyor. İçerden ve dışarıdan destekçisi bol. Üstelik bizim komplocular da işlerini hiç şansa bırakmıyorlar. Medyanın imkanlarını sonuna kadar kullanıp, kendi normallerini yaratıyor, mesajlarını beyinlerimize beyinlerimize çakıyorlar. Mesela siz televizyonda yemek programlarına takılır mısınız? Yoksa anneniz de çikolata soslu biftek mi yapardı evinizde? Neneniz çilli tavuğu yolup, soya sosuna mı yatırırdı pişirmeden? 1986 Merlot’nun bir iskambil oyunu olmadığı ne malum peki? Gülmeyin. Dedenizden miras bağlar mı kaldı? Peki, gazetelerdeki “En beğenilen 10 kokoreççi” listelerine de mi göz atmadınız hiç? O zaman, Eskişehir-Ankara karayolunun 98. kilometresindeki Hacı Ahmet Usta’nın yerini nereden biliyorsunuz? Ahmet Usta’nın kokereçi iyi temizlediğinden nasıl bu kadar eminsiniz?

Etrafımızda topyekün bir savaş var. Bombası tuvalette patladığı için ciddiyetinin farkına varmıyoruz.

Başka bir cepheye geçelim. Çubuk makarnanın “spaghetti”, düdük makarnanın “penne”, sütlü kahvenin “cafe latte”, “chateaubriand”ın bir et yemeği olduğunu ne zaman öğrendiniz? Margarinin tereyağından daha sağlıklı olduğunu, mercimekte etteki kadar demir bulunduğunu kim söyledi?

Bütün bunları NEREDEN biliyorsunuz?

Bütün bunları NEDEN biliyorsunuz?

Şimdi bana birazcık olsun hak veriyor musunuz?

Gelecek, şüpheci açların omuzlarında yükselecek.

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..