Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '07

 
Kategori
İstanbul
 

Büyükada'da meyhane, aşk, ada vapuru

Büyükada'da meyhane, aşk, ada vapuru
 

Suluboya resim :Ömer Muz


Dilek zarif ve güleryüzlü bir kadındı. Bol bol rimellediği kocaman gözleri her şeye şaşırıyormuş gibi bakardı. Onu tanıdıkça aslında hayatını gerçekten hep şaşırarak geçirdiğini düşünmeye başlamıştım. Çok mu saftı? Yoksa acı çekmekten korktuğu için mi kötülüğü yok sayıyordu hep? Bastırmaya çalıştığı coşkulu yaradılışı, hiç vazgeçmediği beklenti ve hayalleriyle genç bir kızdı aslında Dilek. Kırklı yaşlarda bir genç kız…

Olgunluğu ve ağırbaşlılığıyla yaşının kadını gibi görünebilirdi ama biraz tanıyınca içinde her an çimlerde yuvarlanıverecek, merdiven trabzanlarından aşağıya kayıverecek, sokaklarda dansetmeye hazır bir genç kız saklı olduğunu anlayıveriyordunuz.

Birkaç kez arkadaş toplantılarında karşılaştık. Sonra arkadaş olduk. Onun ya da benim evimde film seyredip çay ve kahve içerek geçirdiğimiz miskin Pazar günlerini çok seviyordum. Uzun uzun tartışırdık seyrettiğimiz filmleri. Bazen ağlardı en olmadık sahnelerde. Anlardım onu. Birer sigara yakar susardık… 

Bir Fransız okulunda okumuş olduğu her halinden belli oluyordu. Züppe değildi ancak dilimize Fransızca'dan geçmiş kelimeleri orijinal halleriyle yazardı. Entrecôte yanında Bordeaux’sunu içer, Paris’ten getirdiği likörümsü şaraplarıyla da kaz ciğeri yemeyi severdi. Kahvesini de mutlaka sütlü içerdi.

Tatlı içkileri ben pek sevmem ancak onunla buzlu Drambuie keyfine bayılırdım.

Bir gün Büyükada’ya gittik beraber. Yazlıkçılar evlerini kapatmış terk etmişti adayı artık. Soğuk ama güneşli bir gündü. Faytona bindik. Tuzlu fıstık ve bira almıştık yanımıza. Faytoncuya göstermeden içtik gezinti boyunca. Güneşe rağmen harika bir yağmur başlamış, iki biradan sonra sarhoş olmuştuk. Serseri halimizi gören olacak diye dert etmeden bağıra bağıra şarkılar söyledik adanın ıssız yollarında.

Yağmur dindiğinde büyük turu tamamlamıştık. Faytondan indik, iskeleye doğru yürüdük. Dilek Fransızca bir parça mırıldanıyordu: “Ne me quitte pas!” Dönüş saatimize on dakika vardı. Vapur görünmüştü uzaktan. Biletlerimizi aldık. Bira bu, şişede durduğu gibi durmuyor. Dilek birden “Hadi gel!” dedi. “Seni bir yere götüreceğim şimdi…” Son vapura iki saat vardı. Hiç itiraz etmedim.

Deniz kenarındaki sıra sıra balık restoranlarının önünden yürümeye başladık. En sonuncusuna girdik. Salaş bir meyhaneydi Adnan’ın Yeri. Sarmaşıklar kaplamıştı tavanını. Şöminesi yanıyordu. Kaçamak yaptıkları belli iki çiftten başka kimse yoktu. “Senede Bir Gün” şarkısı çalıyordu. Kendimi Kartal Tibet’li, Selda Alkor’lu bir Türk filmindeymişiz gibi hissettim. Dilek şöminenin sağındaki masayı seçti hiç düşünmeden. Oturduk. Gözleri dolmuştu: “Onunla gelirdik buraya. Yalnız gelemezdim. İyi ki sen varsın yanımda. Ağlayabilirim. Bana mukayyet ol.”

Bir küçük Tekirdağ istedik. Yanında beyaz peynir, kavun, patlıcan salatası ve çiroz. Giritli koca göbekli meyhaneci bir sürü ot getirdi yanı sıra. Dilek’in dedesi de Giritliymiş. Adam hatırladı onu. Lüferi tavsiye etti. Sonra saygıyla selamlayıp mutfağına geçti.

Birazdan ilk dublelerimizi yudumlamaya başlamıştık. Çiroz gerçek uskumrudan değildi belki ama lezzetliydi. Patlıcan salatası ise közde pişirilmişti ve kokusu muhteşemdi. İstediğimiz gibi sadece limon ve sarımsak aromalı zeytinyağı konmuştu. Ekmek dilimleri kıvamında kızartılmış, beyaz peynir sert ve yağlıydı. Lüferler ızgarada kurumamıştı. Sevdim ben Giritli Adnan’ı.

O gece Dilek hiç susmadı. Ben hiç konuşmadım. Hayatının en büyük aşkını, belki de tek aşkını anlattı. Oyuncu olmasından mıdır nedir? Yaşadıklarının her anını bana da yaşattı... Hayatının o iki yılında yaşadığı tutkuyu ve son dört yılındaki mutsuzluğunu… Sanki terkedip giden sevgilisiyle gençliği de gitmişti... Gözlerindeki hüznü şimdi daha iyi anlıyabiliyordum...

Aşk artık o kadar “yok” ki!… Bu kadar acı çekmiş olmasına rağmen Dilek’in aşkı yaşamasına sevinmiştim aslında. Tutkusuyla, sevinçleriyle, kederiyle, acısıyla, gözyaşlarıyla iyi ki yaşamıştı…

İçinde aşk olmasaydı Adnan’ın Yeri bu kadar özel olur muydu? Sonu ayrılıkla bitmemiş olsaydı Dilek’in aşkı bu kadar güçlü bir duygu haline gelir miydi? Bilmiyorum!

Son ada vapuruyla Bostancı’ya dönerken Dilek yorgunluktan ve rakıdan uyuyakalmıştı.

Ben aşkı düşündüm. Ayrıldığım eşimi düşündüm. Onunla ilk kez böyle bir ada vapurunda öpüşmüştük. Henüz onsekiz yaşındaydım…

 
Toplam blog
: 7
: 5896
Kayıt tarihi
: 25.09.07
 
 

Tanıtım danışmanı. ..