Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '11

 
Kategori
Deneme
 

Cacık nasıl yapılır?

Gurbetçiler yaz mevsiminin gelmesi ile birlikte, büyük özlem duyduğu doğduğu topraklara bir süreliğine de olsa giderek, orada kendi nostaljilerini yaşayıp, taze kan edinirler. Çoğu zaman her yıl yaşanan bu yolculuk; onlar için adeta bir gelenek halini almıştır. Eş, dost, hısım ve akrabalar ziyaret edilerek, zamanları elverdiğince sevdikleri ile doyasıya özlem giderirler. Dönüşlerinin akabinde, her defasında yaşadıkları bu yeni ayrılığın bir başka olan burukluğuyla günlerce cebelleşirler.
1998 Yazında köyümüze gittiğimizde; küçük oğlum Robin henüz üç yaşındaydı. Ağustos ayının o bunaltıcı sıcağında, yıllardır suya hasret olan köyümüzde; ortalık sanki dünyanın diğer kesimlerine kıyasla daha bir yanıp kavruluyordu. Kızgın güneşin akşam üzeri insafa gelip biraz el etek çekmesiyle, kendimizi çocuklar ile hemen dışarı atmış, köydeki akrabalarımızı, köylülerimizi tek tek büyük bir heyecanla ziyaret edip, doyasıya özlem gidermiştik. O yıl da köye yine bir kaç günlüğüne gelmiştik. Köydeki son günümüzdü, ertesi günü yeniden gurbete gitmek üzere Ankara’ya dönecektik. Köyde çocukların oyalanabileceği herhangi bir oyuncak ve benzeri bir şey yoktu. Büyük oğlum Filinta ve küçüğümüz Robin haliyle iyice sıkılmaya başlamışlardı. Onları oyalamak adına olur olmaz şaklabanlıklar yapıyorduk. Robin habire tavukların, horozların peşi sıra paytak paytak koşup, onları yakalamaya çalışırken, kah kalkıyor kah düşüyor, bir müddet ağladıktan sonra kovalamaca sil baştan başlıyordu. Derken kendisini sağa sola sallayarak koşan bir tavuğun ardından, o da kümese daldı. Kümeste o güne değin bu gencecik yaşında hiç tanık olmadığı bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Tam tavuklardan biri yumurtlarken, gördüğü olay karşısında şaşkına dönüp, dışarı çıktı ve kolumdan çekiştirerek beni de kümese çağırdı. Kümesten yumurtayı alıp çıktık. Bu olup biten çok hoşuna gitmiş olacak ki, habire tavukların yumurtlamasını istiyordu. Şansımız yaver gidiyordu, tavuklar da sıraya girmiş gibi her on dakikada bir yumurtluyor ve her defasında Robin büyük bir merak ve sevinçle kümese dalıp, yumurtayı kaptığı gibi dışarı fırlıyordu. Derken üretim bitmiş, tavuklar artık yumurtlamaz olmuşlardı. Robin de bu nahoş durum karşısında mızmızlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine biz de Robin’in dikkatini dağıtıp, o başka bir yöne bakarken hızla evdeki yumurtalardan birini alıp, kümese koyuyor ve ardından da bir süre sonra Robin’i tekrar gönderip, onun sevincinin sürmesinin mutluluğunu yaşıyorduk. 


Bu işin sonunun gelmeyeceğini görmüştüm, bir değişiklikle bu işi sonlandırmalıydım. Aklıma aniden bir muzurluk geldi ve hemen etrafının bir kısmı yıkılmaya yüz tutmuş taş yığını bir duvar ve ardından eğri büğrü çitlerin bulunduğu bahçemize daldım. Küçük bir hıyarı koparıp, kümese götürdüm ve yere koydum. Ardından da Robin’i gönderdim. Robin yüzünde yine kocaman bir gülümseme ve bir o kadar da büyük şaşkınlıkla elinde hıyarla çıkageldi. 


‘Babaaa... baba... Tavuk hıyar yumurtlamış’. Hepimiz onun bu çocuk temizliğine, saflığına hayran kalıp, katıla katıla gülmüştük. Robin daha sonra bunun böyle olmadığını, işin aslının başka türlü olduğunu öğrendiğinde, oldukça bozulmuş ve bana olan büyük güvenini bir şekilde yitirmişti. Onun sarsılan güvenini yeniden onarmak ve bunun sadece bir oyun olduğunu anlatmak hiç de kolay olmamıştı.
Dünyalar güzeli oğlum Robincik şimdi on üç yaşında. Aradan on yıl gibi uzunca bir zaman birimi geçti. Robin’in bana olan güvenini kazanıp kazanamadığım konusunda hala kendi kendime ikirciklenirim. Bu konuda aklımın bir köşesinde bir acabam her daim yerinde durup durur. 


Ülkemizde de bir türlü olgunlaşıp, gerekli olan standartlara kavuşturulamayan “Demokrasi tavuğumuzun” altına, benim Robin’i oyalamak için kümese koyduğum hıyar gibi; yıllardır Moskova’dan komünizm geliyor, ha bölündük ha bölünüyoruz, etrafımızda bulunan tüm ülkeler bize düşman, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok ve şimdilerde uzunca bir zamandır, gelmesinden iyice umut kesilen komünizmin yerini şeriatın, irticanın sökün edip geleceği teraneleri aldı. Son duyumlara ve koparılan yaygaraya göre; şeriat ve irtica efendilerin elleri kulaklarında, her an buyur edip gelebilirler. Ne de çok gelen var bu ülkeye deyip, şaşırmamak elde değil, doğrusu. Yeni gelenlere kırmızı halılar döşemekte geç kalınmasa bari. Ne yazık ki tüm böylesi durumlarda ise; halkımız çareyi işi ölü bir insanı rahatsız edecek kadar bir kerteye vardırıp; Atatürk heykellerine sarılmakta, milyonlarca ve kilometrelerce uzunlukta bayraklar açmakta, askeri bir disiplin ile onuncu yıl marşını hep bir ağızdan okumakta buluyorlar. Tanrının koruması altında olan Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığından, sayısı milyonu bulması gereken ve bu rakamı bulan, Cem Yılmaz’ın deyimi ile; “omuzlarında galaksideki tüm yıldızları taşıyan” silahlı kuvvetlerinden medet umuluyor. 


Geçen bunca zaman sonrasında, artık bu ülkenin insanı; şeriat gibi gayri insani, geri ve ilkel bir sistemi kendisine reva göremeyecek kadar gelişmiş bir beyin yapısına sahip olmalıydı. Böyle bir sistemin bu ülke insanının idari rejimi olacağını düşünmek dahi, kendi kendimizi aşağılamakla eş anlamlı değil midir?
Avrupa’daki ırkçı partilerden dahi daha geri söylemleri, programları ve tüzükleri olan, kendilerini sosyal demokrat olarak lanse edip, sözüm ona oldukça demokrat olan partilerimiz, hani “koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi kesilen keçiler” misali; dünyanın dört bir yanında düzenlenen sosyalist enternasyonal toplantılarına bu paye ile yüzleri kızarmadan katılıyor ve bu arada konumları gereği, demokrasi tavuğumuzun altına habire yeni hıyarlar koyuyorlar. Halkın da güvenini her gün sinsice yerleştirdikleri bu hıyarlarla elbette sarsıyorlar. Çetin Altan’ın deyimi ile “enseyi karartmamak lazım”. İnsanlarımız her geçen gün bir nebze de olsa, medetin kendi gelişmiş beyinlerinde olduğunu daha çok görür hale geliyor. Ülkelerini her on yılda bir darbe yapılacak ülke olma ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız konuların çok uzağında tutmaya çalışıyorlar. 


Bir öneride bulunacak olursak; edilen bunca hıyar söyleminin ardından akşam yemeğinizin yanında bir cacık yapmaya ne dersiniz? Süzme yoğurt, taze kıyılmış nane ve dere otu ile rendelediğiniz hıyarların suyunu iyice sıkmayı unutmayın. İnanın bu cacık size ferahlık, hazım kolaylığı vereceği gibi, rahatlamanızı da sağlayacak, bir an sizi çeşitli şişirme fobilerden uzaklaştıracaktır. Şimdiden afiyet olsun.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 2 Mayıs 2010 aydin1960@live.nl 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..