Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '14

 
Kategori
Öykü
 

Camlar da ağlar

Camlar da ağlar
 

Cama vuran damlalar


Gözlerini açtı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Usulca yataktan çıktı. Gürültü yapmak istemiyordu. Ancak gece başlayan yağmur tüm şiddetiyle sürüyor, cama vuran damlaların sesi, sessizliği bozuyordu. Terlikleri eline aldı. Pencerenin önüne geldi. Cama vuran damlaların sesini kesmek için perdeyi usulca çekti.

Odanın soğuduğunu fark etti. Gitti elektrik sobasının fişini taktı. Onun üstünün açıldığını gördü. Yana kayan battaniyeyi, aynı sessizlikle üstünü örttü. Ve elinde terliklerle, kapıyı açıp usulca çıktı.

Elini yüzünü yıkayacaktı. Midesi bulanıyordu. Çıkaracaktı. Gürültü olacağını düşünüp, bir alt kata indi. Yine lavabodaki gürültüden çekinip bir kat daha aşağı indi. Mide bulantısı çok artmıştı. Hemen lavaboya eğilip öğürdü.

Ses çıkarmamak için kendini sıkıyordu. Tuvaletin kapısını açıp içeri girdi. Artık kendini tutamadı. Klozete kustu, kustu. İçini adamakıllı boşalttı. Gece dünyanın içkisini içmişler, midesi alt üst olmuştu.

Kustukça rahatlıyordu. Sonunda bir şey çıkmayınca ayağa kalktı. Sifonu çekecekti. Sifon çok ses yapar diye, orada bulunan tası doldurup klozete boşalttı. Tekrar doldurup, boşalttı. Klozet iyi kötü temizlenmişti. Lavabonun önüne geldi. Çeşmeden akan suyu avuçlarına doldurup, usul usul yüzüne çarptı. Çarptıkça ayıldı, üzerinden bitkinlik gitti. Başının ağrısı da hafiflemişti. Aynanın yanındaki havluyu aldı. Ova, ova yüzünü kuruladı.

Havlunun yumuşaklığının yüzüne değmesinden çok zevk alıyordu. Aynaya, aynadaki görüntüsüne baktı. Rengi sap sarı, saçları dağınıktı. On sekiz yaşındaydı; ama üç dört aydır yaşadıklarıyla sanki beş altı yaş yaşlanmış olduğunu düşündü. 

Mavi gözleri biraz donuklaşmış, ama çok güzeldi.

Gece küp gibi içmiş, az önce dakikalarca kusmuştu. Renginin sarılığı ondandı. Merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıktı. Etraf sessizdi. Kendi odasının katına geldi. Kapıyı açıp odaya girdi. Elektriği yakacaktı, vazgeçti.

Perdenin arkasından, sabahın yaklaştığını belirten loş bir aydınlık belirmişti. Baktı, hala uyuyordu. Elektrik sobası içeri ısıtmıştı. Fişini çekti. Terlemesin diye üzerindeki battaniyeyi hafifçe açtı. Yağmur hafiflemişti. Perdeyi usulca çekti, masanın yanındaki sandalyeye oturdu. Cama kafasını dayayıp aşağı doğru baktı. Aşağıda sokağın ucu gözüküyordu, bomboştu.

Cama vuran damlalara baktı. Her damla cama düştükten sonra aşağı doğru kayıyordu. Tıpkı gözyaşlarının yanaktan süzülüşü gibi… “Eee!”  “Böyle yerde camlarda ağlar” dedi.

Sonra umursamazmış gibi omuz silkip masaya döndü. Masanın üzerinde kitaplar vardı. Onlara baktı. Masanın üzerine abandı, kollarını birbirine bağladı. Sonra çenesini ellerinin üzerine koydu. Gözlerinin ucuyla kitaplara bakmaya başladı.

Birden aklına kız Ferdi’nin köpeği geldi. O köpek de, müşterilerin girdiği kapının önüne yatar, çenesini ön ayaklarının üzerine koyar, camdan bakanlara, girip çıkanlara ilgisizce bakar dururdu. “Tıpkı kız Ferdi’nin köpeği gibi oldum. Ancak benim baktıklarım farklı” deyip, gülümsedi.

Kitapları o getirmişti. Bir süre burada saklanmak için gelmiş, sonra onu buraya getiren arkadaşı kanalıyla kitapları getirtmişti.

Döndü ona baktı. Sabahın ilk ışıklarıyla oda biraz aydınlanmıştı. Siyah bıyıkları, karakaşları, biraz uzamış sakalıyla, sessizce uyuyordu. Sakalına bıyığına rağmen, yüzünde, taze çocuksu bir ifade vardı.

Çok az konuşuyordu. On beş gündür onunla aynı odayı paylaşmasına rağmen, dün geceye kadar iki yabancı, birbirlerinin dillerini az anlayan iki yabancı gibi çok az konuşmuşlardı. O sadece sorulan soruya cevap veriyor; sanki orada bulunmasının verdiği fazlalığı gözden silmek için, sessizliğiyle kendini odada kaybettiriyordu.

Ona bakarken, onu ilk tanıdığı günden bugüne yaşadıklarını düşündü.

Ana bir gün ona “yarın bir genç gelecek. Müşteri gibi al yukarı çık. Bir süre yukarıda senin misafirin olacak. Ağzını sıkı tut kimseye belli etme” diye tembih etmişti. “Nasıl tanıyacağım” deyince “ana” “ben sana işaretle gösteririm” demişti.

Dediği gibi ertesi gün iki kişi gelmişti. “Ana” onlara yakınlık gösterip; içlerinden karakaşlı, kara bıyıklı olanına yukarı çıkmasını söyleyip işareti çakmıştı. O da onu müşteri gibi alıp, yukarı en üst kattaki odasına çıkarmıştı. Odadan içeri girip bir süre bakışmışlar; sonra o genç mahçup bir tavırla, kendini zorunlu olarak rahatsız ettiğini söyleyip, özür dilemişti. O da rahatsız olmadığını; bu misafirlikle yalnızlıktan kurtulacağı için mutlu bile olduğunu söylemiş, sonra tekrar gelirim diye izin isteyip aşağı inmişti.

Aşağıda “Ana” nın o genci getiren kıvırcık saçlı gençle sohbet ettiğini görmüştü. Yanlarına gidip; tamam her şey yolunda der gibi bir şeyler söyledikten sonra, gidip müşteri bekleyen arkadaşlarının yanına oturmuştu.

Herkes kendi dalgasındaydı. Hiç kimse ona bir şey sormamıştı. Zaten soramazlardı. “Ana” meraklı olanları, çok soru sorup dedikodu yapanları bu evde barındırmazdı. Buraların en eskisiydi. Otoritesi çok güçlüydü.

Zaten ne onu ne de diğerlerini ilgilendiren bir şey yoktu ki.

Bir süre sonra kıvırcık saçlı genç “Ana”ya ve ona hoşça kal deyip gitmişti.

Bütün bunlar geldi aklına. Başını çevirdi baktı, hala uyuyordu.

Yine o güne döndü. O gün bir süre aşağıda oturmuş; sonra yorgunluğunu bahane edip “Ana” dan izin alarak yukarı çıkmıştı. Çünkü çok merak ediyordu. Bir süre zorunlu misafir olacak genci merak ediyordu.

Odasına o güne değin erkek almamıştı. Buraya geleli iki ayı geçiyordu. Ana onu alıp geldiği günden bu yana nedense ona hep farklı davranıyordu. Daha vesikasını da çıkartmmıştı. Sanki onun kızı gibiydi. Yani öyle yakın davranıyordu. Gerçi ona da sertti; ama bir o kadar şefkatliydi.

Diğer kadınlar birbirlerine çok ağır şakalar yapıp, dalaşıp kavga ettikleri halde; ona karşı hep mesafeli ve çekingen davranmışlardı. Çünkü “Ananın” ona farklı davrndığını grüyorlardı. İşte yine ona güvenmiş, genci saklamasını istemiş ve genç gidinceye kadar onunla ilgilenmesini söylemişti.

O şimdi kendini önemli bir kişi, bir görevli gibi görüyordu.

İşte bu duygularla yukarı çıkıp odaya girince misafiri masanın yanındaki sandalyeye oturmuş, ona ait kitabı okurken bulmuştu. Onun içeri girdiğini görünce kitabı bırakıp, yine mahcup gülümsemişti.

Bu gülümseyiş kadının içini titretmişti. Öyle bir gülümseme ki dostluk doluydu. Şehvetten, hayvani kaba saba görünümden uzak; sanki arkadaşlık teklifi yapan bir gencin gülümseyişi gibi, mahcup ama çok temiz bir gülümseyiş.

Burada bu evde birisinin onu böyle gülümseyerek karşılayacağını rüyasında görse inanmazdı.   

Ama işte onu böyle sımsıcak karşılayan biri vardı. İlk defa insan olduğunu, bir kadın olduğunu hissetti. Arkadaşlığı, unuttuğu dost sıcaklığını duydu, yaşadı. Bulunduğu yerin neresi olduğunu unutmuştu. Aynı sıcaklıkla “merhaba” diye selamladı. “Sevdin mi burasını?” diye sorunca o genç “çok güzel, bundan iyisi can sağlığı. Odanızda bana yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim” demişti.

O gün ismini sorunca gayet kibarca “bilmeseniz daha iyi olur “demişti. O da üstünde durmamıştı.

Bunlar geldi aklına. Çenesini kollarının üzerine kız Ferdi’nin köpeği gibi koyup, masanın üzerine yayılınca bunları hatırladı.

O günden sonra on beş gün aynı odada kalmışlardı. “Ama nereliydi? Nerden gelmişti? Niçin saklanıyordu?” hiç bilmiyordu. Adını tekrar sorunca da ”sen nasıl istersen o olsun” demiş adını yine söylememişti. Yalnız öğrenci olduğunu, polis tarafından arandığını, bir süre burada saklanması gerektiğini söylemişti. Bunu biliyordu.

Zaten geldiği gece radyoda sıkıyönetim komutanlığının sokağa çıkma yasağı ilan ettiği ve bütün her yerin aranacağı söylenmişti, o da bu haberi duyunca, birden pencereden geri çekilip, elektriği kapatmasını söylemiş “İnşallah burayı aramazlar” demişti.

Ve ikisi uzunca süre kulakları sokaktan gelen sesleri dinleyerek, yataklarında uzanıp beklemişlerdi. Gerçekten bir süre sonra korktukları başına gelmiş. Sokaktan gelen seslerden anlaşıldığına göre ekipler evleri aramaya başlamıştı.

Birden kendi kaldıkları evin kapısı çalınınca çok korkmuşlardı. Ama “Ana” ya güveniyorlardı. Ve güvendikleri boşuna değildi. “Ana” çok eskiydi ve tüm ekip amirlerini tanıyordu. Kapıyı da o açmıştı. “Ana”yı kapıda görenlerin başındaki amir, ”Ana yukarda yabancı var mı?. Varsa çağır gelsin, bizi yorma” deyince, ”Ana” “yukarıda kocam var, getireyim mi. İşinize yarar mı?” diye cevap vermişti. Bu cevap üzerine oradaki herkes gülüşmüş, Amir “Ana o senin işine yarasın yeter. Kusura bakma ters zamanda geldik” demiş, gülüşerek kapıdan gitmişlerdi. “Ana”nın soğukkanlılığı onları kurtarmıştı.

Bir süre daha sessizce dinlemişler, sokakta sesler kesilince, derin bir oh çekip uyumaya çalışmışlardı. Ancak her ikisi de gözlerini kırpmadan bir süre daha bakışmış, sonra uykuya dalmışlardı.

İşte o günden sonra on beş gündür bu odada o gençle birlikte kalıyordu. Ama şimdi onun misafirliği sona ermiş, bugün gidiyordu.

Bu on beş günlük sürede her gün sabahleyin kalkıp, kahvaltı öncesi yarım saat odanın içinde kısa adımlarla volta atar, mekik çeker, değişik hareketlerle spor yapar, sonra gidip duş alır gelirdi. O da bu sürede mutfakta kahvaltıyı hazırlayıp getirir, birlikte kahvaltı yaparlardı. Daha sonra delikanlı kitabı eline alır, masanın yanına oturur kitap okurdu. O da makyajını yapıp aşağı inerdi. Arada bir delikanlının arkadaşı gelir, bir süre oturup konuşurlardı.

İşte yine dün o arkadaşı gelmiş;  onun için Kınalıada'da bir yer ayarladığını, oraya gideceklerini söyleyip gitmişti. Delikanlının bu gün gideceği düşüncesi içini daraltmıştı.           

Bütün o gecelerde onun bir kez bile yatma teklifi etmediği aklına geldi. Hayret gençti, ama onunla hiç ilgilenmemişti. Ona sanki erkek arkadaşıymış gibi davranmıştı.

Birlikte bu gecelerde kağıt, tavla oynuyorlar; bazen birer kitap alıp okuyorlar, bazı gecelerde bir iki kadeh şarap içip sohbet ediyorlardı.

Ama bu sohbetlerde hep o anlatır, delikanlı dinlerdi. Ve kendisinden hiç bahsetmezdi.

Bu zaman zarfında ilk kez kendisinin bir insan olduğunu, bir değeri olduğunu fark etmiş, umutlanmıştı. Nihayet birini bir kadının tüm duygu yoğunluğuyla, tüm arzusuyla seviyordu. Bir süre öncesine kadar birçok erkekle beraber olmuştu. Ancak onlarla beraberliği bir iş ilişkisiydi, bir nevi ticaretti. Onlara para karşılığı etini, yalnızca etini satıyor; bu sırada ilişkiden kadın olarak hiçbir şey hissetmiyordu.

Evet o delikanlının söylediği gibi bir seks işçisiydi. Evet, bu sadece bir işti. Ama şimdi yıllar sonra kendinin bir kadın yanı olduğunu bilen; sevilmeyi, sevmeyi arzuladığı, düşündüğü biri burada yanında yatıyordu.

Ama onu dün bulmuş, bugün kaybediyordu.

Kahroldu. Onu yıllar sonra ve burada on dört gün sonra dün bulmuştu. Her şey dün gece olmuştu.     

“Yarın gitmem gerekiyor” demişti ansızın. Şaşkınlıkla “neden? Niçin?” diye sormuştu. Adeta yıkılmıştı.

Arkadaşları ona burası artık güvenli değil. Sana Kınalıada’da bir yer ayarladık demişlerdi. O da üzgündü. Ama gitmem gerekiyor demişti.

O bunu duyunca kendini toparlamış, “ne yapalım, son gün sana bir ziyafet çekeyim” demiş; sonra gidip “Ana” ya durumu anlatıp izin almış, akşam için bir liste hazırlayıp alıp gelmesi için Kız Ferdi’ye vermiş, daha sonra yukarı odaya çıkmıştı.

Delikanlı oturmuş radyo dinliyordu. “Haydi” demişti. “Akşamki ziyafeti birlikte hazırlayalım, son gecemizi yaşayacağız”. O yine mahcup gülmüş, “Benden kurtuluşunu kutlayacağız” demişti.

Hep böyle mahcup, mesafeliydi. Onu çok arzuluyor, ancak bunu söylemeye utanıyordu. Bu güne kadar birçok erkekle ilişki kurmasına rağmen, delikanlıdan utanıyordu. Sanki hayatına girecek ilk erkekti. Ona bakınca bunu duyumsuyordu. Delikanlının hareketlerinde, onun beklediği hiçbir davranış yoktu.

Ama ne olursa olsun, bu gece ona sevgisini gösterecek ve bu sevgiyi birlikte yaşayacaktı.

“Hadi kalk işimiz var” dedi. Birlikte mutfağa geçtiler. Balık almıştı. Delikanlı balıkları temizledi. Salata yaptı. O da balıkları kızarttı. Mezeleri hazırladı. Geçtiler, odada yemek masası olarak kullandıkları sehpayı ortaya çektiler. Üzerine bardakları koydular. Masayı yemek ve mezelerle donattılar. Sandalyeleri çekip oturdular. “Bu gecenin şerefine rakı aldım içer miyiz?” diye delikanlıya sordu. O da “tabi içeriz” dedi. Rakıları doldurup, şerefe deyip birer yudum aldılar.

Radyoda hafiften şarkı çalıyordu.

Kadın kadehini kaldırıp “şerefe” deyip bardağı boşalttı. Delikanlıda onu takip edip bardağı boşalttı. İkinci kadehleri de doldurup, aynı şekilde boşalttılar. Pek bir şey yemeden içtikleri bu ikişer kadeh rakı, ikisinin de başını döndürmüştü.

Genç kadın fırsat bu deyip, içindekileri dökmeye başladı. Delikanlıya “seni anlamıyorum. Buraya geleli on dört gün oldu. On dört gündür bu odada birlikte kalıyoruz. Dönüp bana hiç bakmadın. Bu kadar çirkin miyim? Yaşlı mıyım? Yoksa tiksinilecek birimiyim?” diye soruyordu.

Delikanlı bu peş peşe sorular karşısında şaşırmıştı. “Hayır, ne münasebet? Sen sen güzelsin, hem çok güzelsin. Neden tiksineyim? Sen benim için” deyip susmuştu.

Kadın heyecanlanmıştı. “Evet ne? Senin için neyim ben?” Diye üstelemişti. İçkinin etkisiyle onun da yabancılığı, mahçupluğu gitmişti. “Sen” demiş. “Sen benim için çok önemlisin. Seni gördüğüm günden beri çok hoşlanmıştım. Ama sen bana evini açmıştın. Beni saklamayı göze almıştın. Onun için ben sana başka türlü davranamazdım” deyince çok şaşırmıştı.

Ama içini sevinç kaplamıştı. O da beni beğenmiş, sevmiş ama namusuna göz dikmiş duruma düşmekten kaçınmıştı.

Benim namusumu. O an cı acı gülmek gelmişti. İçinden "burda namus ne arar?"  diye geçirdi. Olsun diye düşünmüştü. Onun bu halinde, namusuna kem gözle bakmaktan çekinen, hoşlandığı halde çekinen biri şu anda karşısındaydı. İçi coşmuş. Uzattı elinden tutmuştu. “Sen ne söylüyorsun? Günlerdir seni bekledim. Seni arzuladım” deyip uzanmıştı. O da eğildi, dudaklarından öpmüş, bir süre sonra tek vücut olmuşlardı. Dakikalarca sevişmiş sevişmiş yorgun düşüp uzanıp kalmışlar. Sonra kalkıp tekrar içmeye devam etmişlerdi. Arkasından tekrar sevişip, tekrar içmişler; tekrar içip, tekrar sevişmişlerdi. Sonunda her şeyi zamanı, mekanı unutup uzanıp kalmışlardı.

Gece yarısı sonrası o kalkmış, delikanlının üzerini örtüp, gidip kendi yatağına yatıp uyumuştu.

Ve az önce uyanıp gelmişti. Ve şimdi burada bunları düşünüyordu.  Zamanı durdurmak mümkün olsa dedi; zamanı dün gecede durdurup hep dünü, dün geceyi yaşardı. İçi acıdı. Yirmi beş senede yaşadığı tek gecelik, tertemiz mutluluk... Ve belki de bir daha hiç yaşamayacağı.

İşte o anda içinde bir umut belirdi. “belki” dedi. Daha sonra, onun aranması bitip her şey normale dönünce onunla birlikte. “Neden olmasın?” Bir umut ışığı belirdi, sonra sönüp gitti.

Oturdu uyanmasını bekledi. Bir süre sonra uyandığını fark etti. “Günaydın” dedi. O yine mahcup “ Günaydın” dedi gülümsedi. Sanki dünü yaşayan onlar değildi. Kalktı, giyindi. “Kitaplar sende kalsın” dedi. Kapı vurdu. Açtılar. Gelen arkadaşıydı.

Genç kadın, “adını hala söylemeyecek misin” dedi. Arkadaşına baktı. O da gülümsüyordu “onun adı yok” dedi. “Hoşça kal” dediler. Birlikte çıktılar. Geldiği gibi merdivenden sessizce indiler.

O yukarıda kalmıştı. Pencerenin kenarına gitti. Aşağı baktı. Bir süre sonra sokakta göründüler. Gidiyorlardı. Sokağın ucunda kaybolup gittiler.

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..