Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Can sıkıntısı ve idrak yolları

Deniz, telefonu kapattığında artık benim ‘kafayı yemiş’ bir adam olduğuma iyiden iyiye inanmış olmalı, çünkü akşamın bir saatinde durduk yere onu arayıp Deniz isminin kendisine Deniz Gezmiş’ten dolayı mı yoksa Deniz Baykal’dan dolayı mı konulduğunu sordum.

‘Benim adım Deniz’in adı oğlum’ dedi.

Bu sorumu öyle bir özgüven ve gururla yanıtladı ki ben de Deniz isminin arkadaşıma Deniz Gezmiş’in anısına koyulduğunu idrak ettim.

Sonra küçük bir siyasi sohbet geçti aramızda, bu arada kardeşinin adı da Mahir’miş meğer. Sağolsun ‘niye sordun’ demedi gerçi deseydi ‘Bir araştırma yapıyorum’ falan der atlatırdım herhalde.

Ne biçim bir araştırmaysa bu.

‘Araştırmalara göre çocuklarının ismini Deniz koyan aileler bu ismi Deniz Gezmiş’ten dolayı evlatlarına atfediyorlar.

Araştırmacı: Okan Ünver

Denek: Bir kişi

Saha: yok.

Laboratuar: Yok.

Vaka etüdü: Yok’.

Bunlar gibi diğer kallavi hadiseler: yok

...

Can sıkıntısı geçmiyor, sosyal açlık had safhada ama dışarıya çıkasım yok, beste çalışayım desem sanki gitarı elime aldığımda midem ağrımaya, başım dönmeye başlayacak. Ne zaman neyden uzak kalacağını bilmesi gerekiyor insanın.

Radyoyu açsam beni biraz güldürebilecek yetenekli bir programcıya rastlayabilirim aslında ama o uzun ve saçma sapan reklam müziklerine dayanamıyorum.

Biraz repertuar çalışsam mı gitarla? Şöyle Almanca, Fransızca falan dosyanın içine bir kaç yeni parça eklesek fena olmaz.

Ya da boş ver.

Yaza daha çok var.

Öyle de olsa Fransız’ın burada ne işi var, Alman desen ha İstanbul’dan, Ankara’dan gelen yerli turist, ha onlar. Birbirimiz iyice tanıdık artık, adamlar yakında Taksicilere ‘abi gündüz açar mısınız?’ derlerse şaşmamak lazım.

...

Daha bugün postanedeydim, askerdeki bir iki arkadaşa mektup yazmıştım bir ara, günlerdir aklımda ama ancak bugün verebildim postaya. Postanenin önünde ‘eve mi gitsem, biraz yürüyüş yapıp açılsam mı?’ diye düşünürken eski okul arkadaşlarımdan Pelin’i gördüm. Silik, hatta biraz da mızmız kızın biriydi ama üniversite yaramış, açılmış, güzelleşmiş, kendine yeni ses tonları, yeni haletler belirlemiş.

Biraz ayaküstü lafladık, tarih okumuş ama işsizmiş şimdi, bir iki özel eğitim kurumundan haber bekliyormuş, beni sordu ‘valla bildiğin gibiyim’ dedim. Sanki hakkımda bildiği bir şey vardı kızın. Doğrusu Pelin benimle biraz ilgilendi ama ben çekingenliğimden kazık gibi durdum kaldım. Sonra ‘oldu o zaman görüşürüz’ diye kalabalığın arasına karışıp gidiverince kendime çok kızdım ama.

Be oğlum kız sana “Eee başka neler yapıyorsun” diyip duruyor, sığır gibi durmasana, ‘Gel vaktin varsa bir yerlerde oturalım’ gibisinden bir şeyler desene, çalıştığın yeri falan tarif et, yalandan bile olsa ‘iş konusunda yardım edebileceğim bir şey var mı?’ diye sor, ulan hepsinden geçtim telefon numarasını al bari.

Yuh be hacı! Yuh!

Kendime böyle söylenip dururken bir de bizim patron gördü beni karşı kaldırımdan, ben görmemiş gibi yaptım ama akşam ‘neydi o halin’ diye takılmadan edemez herhalde.

...

Dışarıda acı bahar. Badem çiçekleri açmış, bahar meyveleri tomurcuklanmış olmalı, sahile yakın yerlerde gece kelebekleri karanlık ve sanki tesadüfi uçuşlarına başlamışlardır.

Bu beton binaların içinde güzelim bahar ayında görüp de neşeleneceğimiz bir çift kelebekten bile mahrumuz ama sözüm ona doğaya borçluyuz. Borcumuzu da günün birinde toprağın altına yatıp ödeyeceğiz. Ne biçim bir alışverişse bu, yine fazladan veren biz olacağız sanki.

Görmediğimiz kelebeğin, dokunamadığımız çiçeğin, giremediğimiz denizin borcunu ödemekle mükellefiz.

...

Şimdi gel de dört beş sene önce sırf paşa gönlümüz istedi diye bahar aylarında o kalabalık arkadaş gruplarıyla yaptığımız tren yolculuklarını özleme.

Pamukkale Ekspresiyle Burdur’dan, Haydarpaşa’ya. On beş saat falan sürerdi. Ama sıkıldığımızı hiç hatırlamıyorum, hele Sandıklı’ya doğru trene lokanta vagonu bağlandığı zaman değmeyin keyfimize. Kahkahalarımız trenin gürültüsünü bile bastırırdı. Onuncu yıl marşını o tren lokantasında söylemek insanı biraz hamasi, biraz da buruk duygulara iterdi. Sadece ‘kendi dalgamıza’ bakıp gülüp eğlenen züppelerden olmadık hiçbir zaman, yeri geldi orada bulunan herkesi eğlendirdik, güldürdük. (Zararımız kendimize, faydamız herkeseydi ve en büyük tasarrufumuz hayatta kalabilmekti... hele hele!)

Sabaha karşı da Marmara bölgesinin o geniş yapraklı ağaçları, gölleri, gürül gürül dereleri, ırmaklarıyla açardık gözümüzü.

Olanak olsaydı da bu yeni gelen baharı böyle uzun ve güzel bir tren yolculuğuyla karşılayabilseydik yine. Ama para ve vakit bizlerde aynı anda ve yeterli miktarda hiçbir zaman bulunmadı, bulunmayacak.

...

Çay demlesem?

Koca bir çaydanlığın içindeki çayı tek başına içmek iğrenç bir şey.

Çayı demleyen benim, her seferinde kalkıp getiren benim, on bardak çaydan sonra uykusu kaçan benim. Ne anladım ben bu çay keyfinden.

Kahve?

Bu saatte hiç olmaz.

Ihlamur falan?

Kim uğraşacak.

...

‘Zıkkımın kökü var yer misin’ derlerdi eskiden. Şimdiki çocuklara bakıyorum da her alanda bizden daha şanslı hergeleler. Neydi bizim çocukluğumuz be. Sokakta dayak yersin eve gelirsin ‘vay efendim’ niye dayak yedin diye bir de evde sopa çekerler. Yatılı misafir gelir yatağından - yastığından olursun, soru sorarsın azarlarlar, köpeğini zehirlerler, kedini kuyuya atarlar.

Geçen gün bizim İsmet amca torununa org almış. Ama org dediysem profesyonel klavyelerin bir parmak altında bir şey. Yedi sekiz yaşındaki çocuk için fazlaca iyi bir alet. Getirdi bana ‘çocuk öğrensin’ diye. Benim bildiğim o çocuk, boyunca klavyenin ancak üzerinde zıplar, bilekleri falan da zayıf ama şanslı işte hergele. Bir iki ders yaptık sonra vazgeçti çocuk, İsmet amca da ‘Tanıdığın ressam var mı?” diye geldi kapıya.

Yahu salın gitsin o çocuğu be. Arabaların arkasından koştursun, futbol oynasın, düşsün kalksın, ağlamamayı öğrensin. Sanki tahtlarını devredecek sultan yetiştiriyorlar.

Ben ilk gitarımı mahalleden topladığım dört tane kurban derisini satarak almıştım. (Ben toplamak fiilini uygun gördüm ama siz oraya araklamak, yürütmek, çalmak gibi fiilleri de koyabilirsiniz, nasıl olsa zaman aşımına uğramıştır)

...

Birkaç arkadaşa cep mesajlarıyla taarruza geçsem mi?

Bakarsın bir tanesi de ‘aaa biz de senden bahsediyorduk’ diye cevap yazar.

Hoş; dese ne olacak ki.

Onu da boş ver, arayacak olan arasın be abi. (Ustalar haklı olarak bizim kuşağın bu ‘boş ver’ lafını yadırgıyorlar. Aslında ‘Aldırma’ anlamında kullanılması gereken bir kelime. Bizim yazılarda ise ‘.ittiret’ yerine kullanılıyor daha çok. Rakı sofrasında dengesizlik yapana rakı kadehinin boş verilmesi hadisesinden çıkmış bu kelime. ‘O’na kadehi boş ver.’ gibi)

...

Ben yazı yazayım en iyisi.

Ülkemizde yazı yazarak geçinen, çocuklarını okutan, gayri menkul yatırımları yapan o sevinçli bir telaş içindeki on – on beş kişiden birisi olamam belki.

Ama bu yazmamamı gerektirmez.

Hele tam da geçen ay ki maaşımla şu an üzerinde oturup yazı yazdığım şu harika koltuğu almışken.

Bir iki dergide birkaç hikaye daha yayınlatabilirsem acı baharlık esvaplar da alabilirim kendime.

Evet can sıkıntısına karşı en iyi seçenek bu.

Yaz be divane!


Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..