Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mart '13

 
Kategori
Güncel
 

Çanakkale'de puslu insan manzaraları (Hepimizin Adı Mehmet)

Çanakkale'de puslu insan manzaraları (Hepimizin Adı Mehmet)
 

Pusulasız bir adam


Çanakkale’ye pusulasız gittim bir gün.

Kısacası, Çanakkale’de “şuraya ya da buraya” gideyim diye bir plan yapmadım. Köprübaşı’nda, Avcılar Kulübü’nün olduğu yerdeki durakta iniverdim. Birkaç ay önce bir arkadaşın anlattığı, Atatürk Caddesi üzerinde, gece yarısı meydana gelen bir olay aklıma geldi. Arkadaşımın, olayı şöyle anlatmıştı.

Gece yarısı ana caddeden gelen bir sesle uyandım. Yaşlı bir kadın bağırıyordu. “Yapmayın, vurmayın. Kocamı öldüreceksiniz. Bizi niye dövüyorsunuz. Ayıp değil mi?” gibi sesler geliyordu. Pencereyi aralayıp, dışarıya baktım. İki araba duruyordu, yolun üstünde. Öndeki arabadan inmiş dört sarhoş genç, arkadaki arabadan indirdikleri yaşlı adamla, karısını hırpalıyorlardı. İki genç, ihtiyar adama yumruklarla ve tekmelerle saldırıyorlardı. Sinirlendim. Aşağı inmeye karar verdim. Güçsüz iki insanın dövülmesini kabullenemedim. Aşağı indim, birde baktım ki, dengeler değişmiş. Mahalleden tanıdığım iki genç, ellerine geçirdikleri sopalarla, ihtiyarları döven zorbalara bir yanaşmışlar ki. Yerden kalkmak isteyene yapıştırıyorlar. Sarhoşlar, niye uğradıklarını şaşırmışlar. İki ihtiyar, arabalarına binip gittiler. O terbiyesizlere, iyi bir ders verdi mahallenin gençleri.

Puslu bir manzara değil mi? Gücünü yanlış kullananların, ne yapacağı belli olmaz.

*

Bu olayı aklımdan geçirirken, Barbaros İlkokulu’ndan aşağı doğru geçtim.

Bilmediğim bir kahvehaneye giriverdim. Oturdum. Televizyonda hayvanlar âlemini ile ilgili bir belgesel vardı, seyrettim. Hayvanlar, ”gücü gücü yetene” oyunu oynuyorlardı. Güçsüz olanlar, güçlülere yemek oluyordu. Zincirin zayıf halkaları, hemen koparılıyordu.

İnsanların, böyle bir oyun oynama hakları yok, elbette.

Kahveye kafası sıfır traşlı, kirli sakallı birisi girdi. Sırtında ağzı büzmeli, kömür torbasından bir çuval vardı. Üstü başı pislik içindeydi. Çekingen tavırlarla, masamın kenarına ilişti. Ellerinde incecik parmaklarıyla, parmak uçlarını arasında öyle büyük zıtlık vardı ki. Parmakları bir balerin nazikliğinde, parmak uçlarıysa bir ayı pençesinin tırnakları gibi simsiyah ve ürkütücüydü. Kokuyordu adam. Yanmış kömür kokusuyla, insan terinin karışımından oluşmuş ağır bir koku saçıyordu etrafına. Kahveci, bir çay getirip önüne koydu.

“İç bakalım bu çayı Mehmet, benden” dedi. Adını öğrendim. Adı. “Mehmet.” Mehmetçik Memet!

Hepimiz farklı isimlerde olsak ta, genel olarak “Mehmet” değil miyiz? Çayını içip yarıya getiren Mehmet, birden konuştu.

“Bir gün hepimiz öleceğiz ağabeycim.”

“Doğru herkes ölecek, Memet”

“Doğru iş yaparsak, cennete gideceğiz ağabeycim. Cennette rakı içeceğiz. Dört huri alacağız. Abi yanlış anlama, cennetteki rakı adamı sarhoş etmiyormuş. Sadece huzur veriyormuş.”

Anladım ki, Mehmet’in kafa azıcık kırık. Cennete gitmiş gelmiş gibi konuşuyor. Mehmet hayata, 3-0 yenik başlamış zaten. İstanbul’da Kadıköy’de bir parkta, bir bankın üstünde ağlarken, bir kirli kundak içinde bulunmuş. Bulanlar, polise teslim etmişler. Ne bir not ne bir mektup çıkmış üstünden. Polisler, ”Mehmet” demişler adına. Başka bir isim verselerdi şaşardım zaten. Günü gelince de bir soy isim uydurup, gönderivermişler, bir devlet yuvasına. Yani esirgemeyen, esirgeme yurduna. Büyümüş, yetiştirme yurtlarında Memet.

En can alıcı sözü, şöyleydi Memet’in. Bu sözü duyunca duygulandım.   

“Abi ana baba yüzü görmedim. Ana kucağında yatmadım. Ana kokusu bilmiyorum.”

İstanbul’dan Eceabat’a gelip, yurtta kalmış. Liseyi bitirmiş. Bir okula hizmetli olmuş. İşinin kıymetini bilememiş. Okulun tuvaletine bir masa kurup, rakı içerken yakalanmış. Görevden uzaklaştırmışlar.

“Abi iki bin liraya yakın maaş alıyordum. Kıymetini bilemedim. Hep içtim. Esrar çektim. Sonunda işimden oldum.”

İstanbul’a gitmiş. Boş boş gezmiş. Bulduğunu yemiş içmiş. Bir öğle vakti, yeni bir inşaatın üçüncü katına sarhoş bir şekilde çıkıp, balkondan ayaklarını uzatıp sallamış. Öne fazla eğilince, aşağı uçmuş. “Tam 63 metre 80 santim yükseklikten düştüm” diyor. Düşerken “Şahadet getirdim” diye anlatıyor. Okuduğu duayı tekrar okuyor. Duayı ezberlemiş, biliyor. Ölmeme nedenini, böyle açıklıyor. “Şahadet getirdim, dua okudum, kurtuldum.” Allahın, kimin duasını kabul edeceğini kimse bilemez. Hemen ambulans gelip hastaneye kaldırmışlar. Alnının sağ tarafında ki ceviz büyüklüğündeki, geçmeyen morluğun nedeni bu düşmeymiş. Sağ kolu ve bacağı da kırılmış.

 Kadıköy’de tinercinin birisiyle kapışmış. Tinerci boğazına bıçağı dayayınca, bir boşluktan yararlanıp tinercinin boğazını kesmiş. Cezaevine düşmüş. Hapisten çıkınca, yaya olarak on günde Gelibolu’ya gelmiş. Yol kenarında baygın bulmuşlar. Polisler bir kamyon ile Çanakkale’ye göndermişler.

Kibrit, çakmak gibi şeyler satıyormuş. Durmadan şarap içiyormuş. Kahveci “nerede kalıyorsun geceleri” diye soruyor.

“Abi Park… yanında ki, boş binalarda kalıyorum. İki battaniye birde koltuk var. Bir şişe şarabı içip ateş gibi yatıyorum” diyor. Ekliyor, ”benim arkadaşlarım evlendiler, çocukları var. Benimde bir odam olsun, bir televizyonum olsun” diye söyleniyor.

Puslu önü görünmeyen bir manzaranın içine, kendi kendine yaptığı hatalar yüzünden girdiğinin farkında bile değil. Tuvalete, içki sofrası kuracak kadar akılsız, bazı şeylere özlem duyacak kadar da duygulu birisi.

Kendi kendine, yitirmiş bazı değerleri. “Kendi düşen ağlamaz” sözü, adamakıllı Memet’e uyuyor.

Bir parkta bulunan çocuk büyütülüyor. İsim veriliyor. Ancak mutsuz. Yurtlardaki yetkililere, psikologlara bile küfür ediyor adam. Bir şey diyemiyorum. Aklıma geliyor. “Devlet yanlış yapmaz. Devleti yönetenler yanlış yapar.” Diye düşünüyorum.

Mehmet’e bir çayda ben söylüyorum. Vedalaşırken “Allaha emanet ol” diyor bana.

     Hepimizi, Allah korusun. Hepimizi yeter ki Allaha emanet etsinler. Eyvallah Mehmet!

Mehmet’i, 30 yaşına devlet getirmiş, iş bile vermiş. Mehmet, kendini kurtarmamak, bataklıktan çıkmamak için direnmiş hep.

 “Anamla babamı, uydularla gökyüzünden arasam bulabilir miyim abicim?” diye soruyor. Mehmet’in, aklını çatlatan duygu bu. Bu duygu, yiyip bitirmiş Mehmet’i.

Anasını babasını hiç görmeyeniniz var mı?

Hayatını daha da puslandırmak, bulanık sularda kulaç atmak peşinde hep Mehmet.

Anasının babasının olmadığı gibi, yarını da yok Mehmet’in.

Güneş’i yok Mehmet’in.

*

Çıkıyorum kahveden. Barboros Durağı’nda bekliyorum, Kepez Otobüsü’nü. Elimde bir simit. Durağın dışında bir kadın, elindeki cep telefonuyla oynuyor. Yolun karşısından, üç çocuk geliyor. Gelip kadının yanında duruyorlar. Kadın “hanginiz Çağdaş?” diye soruyor. Yaşı on altı olduğunu tahmin ettiğim çocuk, “benim” diyor. Kadın “yalan” diyor. Diğer çocuğu gösterip, “sensin” diyor. Çocuk itiraz ediyor. Kadın sesini yükselterek, “sizi maf ederim, siz benim kızıma nasıl mesaj atarsınız?” diye bağırıyor. Çocuklar, “dinle bizi abla” dedikçe, kadın bağırıyor. Birbirlerine bağırmaktan, anlaşamıyorlar. Çünkü birbirlerini dinlemiyorlar. Çocuklardan birisi, cep telefonundaki mesajı göstermek istiyor kadına, nafile. Kadın “sülalemi yıkarım buraya, sizi duman ederim” ayaklarında. Durmadan “kimse benim kızıma mesaj atamaz” diye, bağırmaya devam ediyor.

Bende kızıyorum bu duruma. “Atarlar ablacığım atarlar. Hem mesaj, hem de gol atarlar.” Demek ki kızınız, numarasını, birilerine durmadan servis ediyor ki, birileri de mesaj atıyor. Önce kızınla bir hesaplaş be ablacığım!

İlköğretime giden kızınıza kaydırmalı telefon alırsanız, kaydırırlar. Başkalarının çocuklarına hiç bağırma, al kızının elinden telefonu, kızına kimse mesaj atamaz. Atamazda alışkanlık yapmışsa kızınız, Kızılderililer gibi, dumanla bile mesaj atabilir.

Oturdukları evin kirasını ödeyemeyenlerin, çocuklarına bin liralık telefon almalarının mantığı ne olabilir ki?  Aha böyle, sokak ortasında ağız dalaşı olur.

Hayat tozpembe gibi görünse de, böyle durumlarda sanal. Yaşamın en can alıcı manzarası, hep puslu ve de gözlerimiz hep kör.

Otobüs geliyor. Eşine bile öncelik vermeyen ben, başka kadınlara öncelik veriyorum. (Benim davranışım iyice silik) Bir ayağım kaldırımda, bir ayağım otobüsün içinde bekliyorum. Önümdeki hanımefendi, ceple konuşuyor. Umurunda değil. Şoför uyarıyor, kulağına yapışmış telefonu çekmeden, iki adım içeri giriyor da, dışarıdaki ayağımı içeriye alıyorum. Kapı kapanıyor. Bütün kapıları kapalı otobüste, insanlar daha da kapalı.

Hava kapalı bu gün, hem de soğuk.

Hayatın manzarası puslu, silik bir fotoğraf gibi belirsiz yaşamak.

Güneş ne zaman açar bilmiyorum.

İyi geceler Çanakkale.

 

14 Şubat 2013/KEPEZ

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 420
: 1641
Kayıt tarihi
: 19.12.08
 
 

1957 Çanakkale/Yenice doğumluyum. Öykü ,deneme, şiir yazarım. Yazdığım bir çok şiirin bestesini d..