Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Canlı Saatler

Canlı Saatler
 

Ne zaman, özlemek yaşamdan ağır basarsa, mutlaka bir hatıra ararsın ona ait...


Saatine bakınca anladım. Seni unutmamışım. Vücudunun kimyası değişse de, yüzün zamana karşı kutsal yenilgiyi tatsa da seni unutamamışım…

Sahi seni sen yapan bu saatlerin değil miydi? Nasıl da unutmuşum, ne kadar aptalmışım. Sahi sen düşündün mü seni unuttuğumu hiç?

Ya o saatin olmasaydı kolunda, sence seni hala sevdiğimi anlayacak mıydım dersin? Oysa yıllar sonra yarım kalmış bir özlemi gidermekti, seni görme arzusu.

Bu şehir, bu mekân, bu zaman hepsi yarım kalan bir özlemi dile getirmek için değimliydi zaten. Beni yanıltmadın yine, saatin kadar zevklerin de değişmemişti. Şarabi kırmızısı elbisen, uzun küpelerin, türkuaz mavisi makyajın, Gülkurusu Pembe şalın, Kardelen Lila'sı şapkan ve şıklığının, zarafetin sembolü o minicik el çantan…

Gözüm bir şey görmez oldu, seni düşünmeye başladım. Yıllar öncesine gittim. Nereye ve nasıl gittiğimi bilmeden… Biliyordum bu yolculuğa çıkmamam gerekirdi, ya da dönmemem! Bir hata vardı ama nerde? İnan onu düşünecek bir anım bile olmadı.

Bir anda üşümeye başladım, ama ellerin sımsıcaktı. Ellerin ellerimdeydi. Bırakmakta istemiyordum. Oysa senin o renkli ve canlı saatinde yelkovan bir birim bile ilerlememişti. Çünkü bakıyordum. Ve sen elini çektin! Nefesinin sıcaklığı yüzüme yaklaşmıştı. Heyecanlanmadım desem? İnanır mısın?

Hepsi kısacık bir anda olmuştu. Bundan eminim. O canlı saatini görmesem belki bir asır süren buluşma diyebilirdim. Ama olmadı, bunu anlamıştım!

Gidiyordum! Sen yüzüme bir buse kondurduğunda ben yıllar öncesindeydim. Senin karşında duran bedenimi saymazsan buna sen bile inanabilirdin.

Neden, nasıl olduğunu bile bilmeden çıkılan bir yolculuğa sende eşlik ediyordun. Dur gitme desem! Dur desem bile duramayacaktık. Bir rüyaydı. Ne sen, ne de ben uyanacaktım. Hani bir asır da sürse uyanmayacaktım.

Ya bu şehir, buna şahit oldu mu? Bir heyecan mıydı, yoksa bir tutkumuydu bu buluşma. Valizin olmaması dikkatimi çekmişti. Soramadım zaten, kısacık kalacağından emindim. Ve sen bu şehri ilk defa görüyordun. Bu şehir sana nefes vermeye hazır değildi.

Sahi bir şey fark ettin mi, ne sen, ne de ben bir kelime sarf etmiştik. Acı bir pandonim sanatçıları gibi rolümüzü oynuyorduk. Sahi bir “merhaba” bu kadar zor muydu? Yada bize bu rolü biçen hayat, bizden bunu esirgeyecek kadar lanetlenmiş miydik?

-Hadi durma- dedim bir anda. Bir yere yetişecekmiş gibi heyecanla. Gülümsedin! Ama zoraki bir gülümseme. Belki yıllar sonra bu buluşmada söylenecek ilk cümle bu değildi diye düşündün.

Ama unutma, ben kuralları bozdum o an. Ne hayatımın piyonu olacaktım, ne de sen tercihlerinin esiri. Konuşacak kadar zamanımız yoktu. Çok garip, bana geliyorum diye yazdığında şaşırmadım, sanki beklenen bir yolcu gibi. Ama bu durakta bekleyen bir yolcu gibi birazdan çekip gideceğini bildiğim gibi.
-Hadi! Durma ne olur söyle bir şeyler- gözlerime baksan anlayacaksın. Yılların eskitemediği o şarkıyı. – gidiyorsun- sahi kim, niye gitmişti? Önemi var mıydı? Evet henüz sadece bir cümle süzülebilmişti dudaklarımdan!

Sahi niye gelmiştin, hayatımı alt üst etmek için mi? Biliyorum kılıma zarar gelmesini istemezdin. Bana acı çektirmek mi?

Saatin, o renkli ve canlı saatine baktıkça neler düşündüm. Biliyor musun hala senin aldığın saati taşıyor her anımda. Ona her bakışta seni düşünüyorum. Siyah zemininde akrep ve yelkovan alışılmış hareketlerini sergilerken ve günler birer birer akarken, nedense seni sadece baktığım an düşünüyorum, hiç değişmemişçesine. Saatime baktın mı hiç? Bir baksan anlayacaksın! Biliyorsun senin için takmadım.
Ama seni görmeyeli hep aynı saati takıyorsun. Yoksa bir çoğunu eskittin mi? Ama seni son gördüğümde de o yine renkli ve canlı saatin kolundaydı. Hatırlıyorum, inan gözlerin kadar.

Gözlerin dedim, biliyorsun eskimeyen ve o kolundaki saate meydan okuyan seni sen yapan iki şey. Saatin ve gözlerin! Ve onlar hiç değişmemiş…

Ya ben? Değişmişmiş miyim sence? Evet kilo aldığımı düşünüyorsundur, ama saçlarım aynı diyorsundur. Çünkü hiç değiştirmedim. Ya konuşmam belki ağzımdan birkaç kelime çıksa anlayacaksın hiç değişmediğimi. Hızlı ve heyecanlı çocuk olduğumu…

Bekle beni, bir Pazartesi akşamı… Geleceğim, her şeyimi yakarak sana geleceğim.

Sen bu şehre adım attığında ben sana geliyordum.

Sen bu şehirden ayrıldığında sana koşuyordum.

Bu Pazartesi geliyorum sana! Saatim kolumda sana geliyorum. Ve sen ne olursun çıkarma o saatini benim için canlı kaldıkça kolundan renkliliğini. Çünkü anladım ki seninle var oluyorum...

Geride kalanlar mı dersin?

Onlar beni sevmedi ki hiç…

Şu şehr-i yalnızlıkta var olan kim var ki?

Bir şey demiştin “Sevda mahpus damındadır. Parmaklıkların arkasında beklemektir.” Bu şehirde bırak mahpus damında beklemeyi beni bekleyen birisi yok ki…

İyi ki geldin,

Ve ben sana geliyorum, güneş batarken bu ayın on beşinde…

“Mutluluk ışıltılı şarkılar söyler zaman zaman,

Kimi tınısında kaybolup sessizlikte,

Bazısı dalga dalga notalara bulanır.

Ve kan kırmızı bir öznedir sabaha karşı.

- Ve ben koşardım-

Umut tazeler yüreklerde;

Demek ki mutluluk kıyısında,

Kaybolmuş “Sevdalar”,

Dalgalara hapsolmuş ezgiler gibi

Ve ezgiler ancak senin yüreğinde

Bir şarkıdır,

“Yarım kalmış bir şarkı”


 
Toplam blog
: 16
: 799
Kayıt tarihi
: 23.04.10
 
 

1983 Niğde doğumluyum. Yaklaşık 6 yıldır yayın sektörü içindeyim. Halen Anadolu Haber Gazetesi'nde g..