Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

perihan reyhan ALKAN

http://blog.milliyet.com.tr/pra

24 Temmuz '08

 
Kategori
Dostluk
 

Çatı katından bodruma!!!

Çatı katından bodruma!!!
 

Yine minik bir öyküyle başlayacağım paylaşımıma. Çatı katında oturmakta olan biri, bir gün sıkılıp, binanın bodrum katına taşınır. Ziyaretine gelen dostları şaşırır: Yahu, çok güzel bir evin vardı, hele ki o manzaranın harikuladeliği, bırakılır mı o ev, ne işin var bu bodrum katında? Üstelik pencereler tavana yakın, hiçbir yer görmüyor, gökyüzünü bile göremiyorsun, önünde koca bir duvar.

Açıklar o kişi bu garip görünüşlü hareketini: Orada evim çok güzel ve rahattı, manzara da öyle, çok mutluydum huzurlu, ama hep bir eksik vardı. Hep kendikendinelikti yaşamakta olduğum. Dostları ziyarete gitme, hatta dışarı çıkma gereği duymuyordum o rahatlık ve manzaranın büyüsünde. Oysa şimdi çok daha mutluyum, çünkü sıkılıyordum bu evde, dostlara gereksinim duyup, ziyaretlerine gittim, davetler düzenledim. Şimdi evim her gün gelen gidenle dolu ve ben çok daha mutluyum. Anladım ki o eksik insan sesi, insanlarla paylaşılabileceklerin yoksunluğuymuş. Ve yine anladım ki, hiçbir şey insanın yoksunluğunu ve verdiği hazzın eksikliğini gideremiyor, tutamıyormuş yerini.

Bu öyküyü anımsayınca, kendi kendikendineliğimi bir kez daha duyumsadım. Bodrum katı da yok bu binada. Öylesi bir ev bulup, taşınsam mı diye düşündüm bir an. Ama yok, değişmez hiçbir şey. Öyle yaşam biçimi, mekân değişimiyle falan olacak şey değil. Günümüzde bir şeyler değişti, ama ne?

Ne oldu o dostluklara, komşuluk, arkadaşlıklara, niye böylesi değişim, neyin kaçışı bu herkesi böylesi boğucu yalnızlığa düşüren? Bu telaş bu hırs ve kopuş bir takım değerlerden? Oysa eskiden komşunuzun pencereleri açılmazsa bir iki gün, kapısının sesini duymazsanız merak eder çalardınız kapısını, ne oldu bir problem mi var diye. Hastaysa hemen çorba yapar, götürüp içirirdiniz, ya da bir çay, bir ıhlamur. Akşamına yemeğinizi bölüşürdünüz, çoluğu çocuğu sıkıntıya düşmesin diye. Bir sıkıntı, bir sorun varsa ve imkân dahilindeyse çözümü, elinizden gelenin fazlasını yapardınız hatta. Düğünü mü var, kızın çeyizi mi tamamlanacak, gelen misafirlere yemek, yatacak yer mi sorun, açıverirdiniz evinizi. Ama şimdi herkes tedirgin herkes kuşkulu. Ne odu bize niye kaybettik bu değerleri?

Bu sorgulayış 18 yıl öncesine götürdü beni. Ankara’daki evime ilk taşındığım aylar, ilk kez ben taşındığım ve sıkıntılarını bildiğim için, her yeni taşınana, bir şekilde, elimden geldiğince uzanmaya çalışıyorum. Yemek saatiyse yemeğe, çay saatiyse, kek, börek eşliğinde çaya davet ediyor, işlerine zaman darlığı nedeniyle, ara verip gelemeyenlerin evlerine götürüyor, kışsa, biraz ısınmış ve dinlenmiş olurlar düşüncesiyle ısrarla davet ediyorum.

Soğuk bir kış günü yine; üst katıma bir aile taşındı, kalabalıktılar, akrabalarıyla hava kararmadan biraz yerleşme telâşındalar. Yemeğe davet ettim, hem de ısınsınlar biraz. Henüz doğal gaz gelmemiş sobayla ısınıyoruz. Biz yedik cevabı üzerine, çaya buyurun o zaman dedim. İşe ara vermeyelim, çok işimiz var, hem kalabalığız rahatsız etmeyelim yanıtları üzerine, ben de çay ve yanındaki ikramımı bir tepsi içerisinde götürüyorum ve aşağı yukarı oğlumla yaşıt iki küçük oğlunu alıp geliyorum, üşümesinler hem de birlikte oynasınlar. Nasılsa arkadaş olacaklar bundan böyle.

Günlerden bir gün, kardeşlerden biriyle oğlum kavga ediyor ve oğluma taş atıyor, ardından da oğlum, ama oğlumunki isabet ediyor. Geliyor oğlum eve telâşla, ilk kez birine taş atıyor ve bu boyutta bir kavga ediyor. Heyecanla kavgayı anlatıyor; taş attı bana, bende attım, ama önce o attı diyor, bir şey olmuş mudur diye soruyor korkuyla. Gel gidip bakalım, hem özür dile diyorum. Kapıya yöneldiğimizde, bağırışlar arasında kapının zili çalıyor. Komşum, elinde alnı kan içinde oğlu, alı al, moru mor, çocuk bembeyaz, mahallevari bir üslupla, hakaretler eşliğinde, adeta dövmeye geliyor oğlumu, hani elinden gelse, nerdeyse beni de dövecek. Önce sakin olması ve doğru konuşması konusunda uyarıp, öncelikle çocuğun sağlığını düşünmemiz gerektiğini, sonrasında konuyu tartışabileceğimizi söylüyorum, içeri davet ediyorum, hastaneye götürme teklifimi kabul etmeyince. Yarayı temizleyip pansuman yapıyorum. Kahve ikramımı da kabul etmiyor. Oğlum korkudan kendini odaya kilitlemiş. Tüm ısrarıma rağmen çıkmıyor odadan özür dilemeye.

Akşam, oğlumla pasta alıp sağlığını sormaya ve özür dilemeye gidiyoruz. Şaşırıyorlar. Oğlum sarılıp öpüyor özür dilerken, hanımefendi hâlâ söyleniyor, oğlunun o küçücük yaşıyla mahcup: Ama anne önce ben taş attım deyişiyle susuyor. Ben sabrımı zorlar, o hâlâ kenarından köşesinden yeniden konuya girmeye çalışırken; çocuklar çoktan unutmuş olanları, neşeyle pastalarını yiyerek oyun oynuyorlar.

Sonraki günlerde özür diliyor, utandığını belirtiyor…

Ve ilerleyen günlerde güzel bir dostluk oluştu aramızda. En zor, en yalnız günlerimde yanımda ve kardeşten öte oldular karı koca benim için, çocuklarımız da kardeşten öte bir dostluk boyutundalar bugün. Ve hemen hemen her görüşmemizde, taşınma esnasındaki o çayın tadını ve kıymetini unutamam der ve ilâve eder: Hayatımın dersini verdin, hem de çok utandırdın. Herkese anlatıyorum seni. İyi ki bana uymadın, yoksa bugünkü bu güzel dostluğa sahip olamayacaktık.

Bilmem anlatabildim mi efendim ne demek istediğimi?

 
Toplam blog
: 290
: 553
Kayıt tarihi
: 11.03.08
 
 

İlk ve orta öğrenimimi Gölcük/ Kocaeli, lise ve üniversite öğrenimimi Ankarada gördüm. İlk okuldan..