Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '09

 
Kategori
Türkiye Ekonomisi
 

Çay ocağından 'derin' politikalar…

Çay ocağından 'derin' politikalar…
 

İnsanlar akıl merkezinden uzaklaştıklarında fikri bir 'denge' kaybı başlar. Örneğin VANDALİZM budur.


Kitap okuma alışkanlığı olan bir toplum olmadığımız için kitap konusunda konuşabildiğim, okuma ile ilgilenen, yenilikleri takip eden, eleştiren, yorumlayan, kısacası ilgilenen pek arkadaşım yok. Kitapla ilgili maceram uzun süre önce başladı. Bu macera benim için genelde kendi başıma, yalnız ve sessiz bir şekilde süren bir uğraştır.

Kitap ortak konusu, normal zamanlarda pek konuşup yan yana gelemeyecek insanları bir araya getirir. Özellikle İstanbul’da kitap odaklı semtler bellidir. Buralarda gezerken, araştırma yaparken ya da bir şeyleri takip ederken fazla iletişime ihtiyacınız da olmaz. Ya o mekanları biliyorsunuzdur. Ya da mekanın sistematiği içerisinde ne aradığınızı biliyorsanız hedefinize ulaşırsınız. Galatasaray Lisesinin karşısındaki sahafları kitapla ilgilenen herkes bilir. Eski bir pasajın içerisinde yoğun bir küf kokusunun kapladığı çok sayıda sahaf, koridorlara taşan kitap ve dergi tezgahları, bazıları antikacı görünümlü kitapçılar masaları koridora taşan çaycılar, dönerciler. Midye tavacının pasaj boyunca yayılan kokusunu soluyarak karıştırılan kitap rafları... İşte İstanbul gezilerimin önemli duraklarından biridir sahaflar. Son gidişimde yine bir ucundan başlayıp bütün tezgahları tarayarak geçen birkaç saatin ardından dönüş yoluna çıkacaktım ki; pasaj kapısında bir kalabalık toplandı.

Dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştı. Yağmurun bitmesini beklemekten başka çarem yoktu. Arka kapının yanında merdiven altındaki çay ocağına gittim. Kısa bacaklı masalardan birinin yanına gidip küçücük taburelerden birine oturdum. Hem çayımı yudumlayıp hem de çantamdaki kitapları kurcalıyordum. Çay ocağını işleten yaşlı adam da gelip benim yanıma oturdu. Masanın üzerine koyduğum kitaplardan bir tanesini alıp sayfalarını karıştırırken bana:

- “Bu kitap 20. yy’ın başında yazılmış. Ama anlatılan eserler 15. yy. ve öncesine ait ve şu anda hepsi ayakta. Ama bizim yaptıklarımız yüz yıl bile ayakta kalmayacak.” Dedi. Eline aldığı kitap Jean Ebersolt’un “Constantinople Byzantine et les Voyageurs du Levant” (Bizans İstanbul’u ve Doğu Seyyahları) isimli kitabıydı. Yaşlı adam içinde olduğumuz pasajı göstererek:

- “Bu pasaj 40-50 yıllık. Ama şimdiden dökülüyor. Hemen yanında bu boyutlarda 400 yıllık bir bina var. Tadilat yapılsa da fark belli oluyor.” Dediğinde ben adama:

- “Demek ki; yüzlerce yıl ayakta duracak eserler yapma isteğimiz yok. Sadece binalar değil ki! 6-7 asırlık elyazmaları pırıl pırıl kütüphanelerde duruyor. Ama aldığım kitaplar 50 yıl sonra kurumuş yapraklar gibi ufalanacak. Her eşyada plastik moda oldu. (Yaşlı adam araya girip: “Plastik tabut bile gördüm!” Diyor.) Plastik pencereler 20 yıl için alınıyor. Ev eşyaları birkaç yıl kullanmak için. Televizyon, bilgisayar, yada telefonlar da öyle...” Dediğimde adam:

- “Peki neden bu kadar kötü?” Diye sordu. Ben soruya hazır değildim. Ama cevap hazırdı. Çünkü bu soru düşündüğün meselelerden biriydi. Soru çalıştığım yerden gelmişti. Hazırlıklı olmanın rahatlığı ile başladım anlatmaya:

- “Yapılan her eylemin bir amacı vardır. Bu tekil amaç, tekil bir hedefe yöneliktir. Sadece o hedef için düşünülmüştür. Bir de uzun süreçli bir amaç ve hedefler vardır. Bu uzun süreçli amaçlar ve hedefler anlık olarak düşünülmez. Mesela bu çay ocağını temiz tutmak uzun süreçli hedeflerden biri. Bu hedef için çaycı her gördüğü kirliliği temizler. Burada hedefe ulaşılması diye bir şey yoktur. Hedef de eylem de sürer gider. Tekil hedef ise garsonun müşterinin oturduğu masayı silmesidir.

İşte bizim, toplum olarak uzun süreçli hedeflerimiz yok. Bundan yüzlerce yıl önce yaşayan birileri, kendileri için sadece 30-40 yıl yarayacağı halde, üşenmeden bin yıl ayakta duracak eserler vermiş. Bizler ise; eserlerimizde kendi ömrümüzü bile kurtaracak işler yapamıyoruz.

Neredeyse tüm işlerimizde, her eylemimizde en basit ve en kısa yoldan sonuca ulaşacak en sıradan hedefleri planlıyoruz. Bu basit ve sıradan işi başarmayı kendimize gurur aracı olarak görüyoruz. Bu kadarı ile avunuyoruz, övünüyoruz. Bir de -sanki çok önemli bir başarıya imza atmış gibi- kendimizle övünüyoruz.” Dedim.

Yaşlı adam anlattıklarımı dinledikten sonra bana:

- “Seninle daha tanışmadık. Ama önce bir soru daha soracağım: Bu günkü toplum yapısında amaç ve hedefin olmamasının nedeni nedir?” Dediğinde ben yaşlı adama:

“Bunun iki nedeni var. Toplumun bütün bireyleri hedef belirleyebilecek duruma gelemez. Bu işi toplum içerisinde birileri yapar. Bunlar toplumsal sistemleri programlayan tasarımcılardır. Bu tasarımcılar çeşitli bireyler için çeşitli hedefler ve bu hedeflere ulaşmayı sağlayacak eylem planları yaparlar. Ama hedefleri belirleyecek tasarımcıların olmayan hedefleri hayal etmesi ve geleceği programlaması için öngörüler ve tahmini yakın gelecek projeksiyonları icat etmesi gerekir. Yani daha olmadan gerçekleri görüp toplumu buna hazırlayan kılavuzlar geliştirmelidirler. Bu tasarımcılar kendi gelecek vizyonlarını kendileri geliştiremiyorsa gelecek vizyonları olan başka toplum ve bireyler onlara kılavuzluk eder. Bu durumda tasarımcı gelecek tasarımını başkasının hayallerine göre kurgular.

Örneğin; okullarını, hastanelerini, yollarını, şehirlerini en fazla 30-40 yıllık geleceğe göre planlayan bir ülkede 100 yıl sonrasını düşünmemenin tek bir nedeni vardır: 100 yıl sonrasını umursamamak. Bu yüzden 16. yy’da yapılan köprüler ayakta dururken, 15-20 yıllık köprüler ilk selde çöküyor.

Bu umursama meselesi; çevreyi kirletmek, tarım alanlarını katletmek, sanayi diye tekstil boyahanelerini köyden gelmiş, eğitimsiz gurbetçilerle doldurup, -utanmadan bir de bunlara ‘sanayi işçisi’ deyip, - toplumla alay etmek... Hep aynı günlük planlamanın sonuçlarıdır.” Dediğimde yaşlı adam bana:

- “Sen sadece ülkemiz odaklı olarak örnekler verdin. Sanki dünyada durum böyle değil mi?” Dediğinde ben, yaşlı adama:

- “Gelişmiş ülkeler ve geri kalmış ülkeler diye ikiye ayırmak gerekir. Her iki gurupta da bizdeki gibi günlük plan isteği var. İnsanın içgüdüsel eğilimi bu. Ama gelişmişler gurubunda uzun süreçli hedefleri de düşünen birileri var. Fark burada. Uzun vadeli hedefler, gelişmiş ülkelerin yasalarına çok daha kolay işlenebiliyor. Mesela tekstil 2nci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa bize bu sebeple hediye etti. Kendileri için kirletici ve düşük teknolojik kriterlere sahip bir iş koluydu. Ama kendileri için; makine, elektronik, uzay gibi ileri teknoloji, bilgi ve bilim gerektiren işleri aldılar.” Dediğimde yaşlı adam bana:

- “Bilgi ve teknoloji gerektiren yüksek getirili işleri kendilerine bıraktılar. Ama artık günümüzde bir iş kolu daha oluştu. Bu iş kolu; senin planlamacı ve tasarımcı diye bahsettiğin gelecek hedeflerini ve planlarını yapanlar. Yani stratejistler ve fütüristler. Artık bütün planları bu profesyoneller yapıyor. Türkiye’nin en önemli eksiği: toplumda bireylerin kendiliğinden öne çıkacak cesaretin olmaması. Bu atılganlık son 150 yılda gerekliydi. Ama artık gerekmiyor. Çünkü öne çıkmanın stratejisi değişti. Şimdi gerekli olan plan yapacak olanlar. Birilerinin planlarla ortaya çıkması lazım.” Dediğinde yağmurda yavaşlamıştı. Ben eşyalarımı toplarken yaşlı adama:

-“Kimse durup dururken gelecek tasarımı yapmaya niyetlenmez. Buna niyetlenene de deli derler...” Dediğimde yaşlı adam bana:

- “Bırak deli desinler. Demekle olsa zengin olurdum.” Dediğinde bu söze kahkahalar ile güldüm. Yaşlı adamın elini sıkıp vedalaştığımda dönüş yoluna koyuldum...

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ

 
Toplam blog
: 370
: 1092
Kayıt tarihi
: 10.07.08
 
 

1969 doğumlu. Tasarımcı, endüstriyel otomasyon sistemleri için yazılım geliştiriyor. Yüksek öğren..