Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Haziran '14

 
Kategori
Antalya
 

Çay yudumunda saklı öyküler !

Çay yudumunda saklı öyküler !
 

Ben iflah olmaz bir börekseverim! Hem kiloma dikkat edeceğim hem de iki haftada bir börek yiyeceğim deyince gördüm ki haftanın her günü sevdiğim bir yemeği yemeye başlamışım! Önlemimi aldım, üç haftada bire düşürdüm!

Çocukluğumun mücevher günlerini yaşadığım Anadolu’da rahmetli anacığımın pazar sabahları yaptığı kıymalı kol böreğinin yerini hiçbir şey tutamaz da Boşnak böreğini Edirne’de, çiğ böreği Eskişehir’de, paçangayı Nevizade’de, kol böreğini Sarıyer Hünkâr’da, su böreğini Antalya Don Kişot’ta yemeyi severim; ama bir de serpme börek var ki  Antalya’da Börekçi Tevfik’i tek geçerim!

Tevfik Usta yarım asırdır börek açıyor! İlerlemiş yaşına rağmen -bir hanın içindeki gösterişsiz dükkanında- hâlâ ayakta merdane yuvarlıyor ve kimi zaman o müthiş lezzete kavuşmak için yarım saat beklemeniz gerekiyor. En geç 14:00’te de börek bitiyor! Fakat o dükkanın leziz böreklerinden daha önemli bir özelliği var ki Tevfik Usta sohbeti çok seviyor! Merdaneyi bırakıp yanınıza oturuyor, entelektüelliğine hayran kalıyorsunuz! Şimdilerde benimle sohbet konusu: iPhone 5S mi almalı yoksa Samsung S5 mi! Yaşıtları tuşlu telefonun arkasına -unutmamak için- telefon numaralarını yazarken o, teknolojiden korkmuyor! 1.5 karışık böreğimi önüme sürerken TFT ekranla AMOLED ekranın farklarını anlatmamı istiyor! Bense ondan ve dükkanın yaşlı müdavimlerinden eski Antalya’yı dinlemeyi seviyorum.

Başında beyaz bir kasket, şimdilerde otuz dereceleri aşan sıcağa rağmen giydiği montu ve iki eliyle üzerine abandığı bastonuyla tanıdığım bey amcayı arıyor her gittiğimde gözlerim! Sordum bir keresinde, ne zamanlar gelir diye! Gocundu sanki Tevfik Abi biraz! Denedim şansımı cuma sabahı. Baktım ki yok, attım bir tur daha! Gelmişti. Yine aynı yerde, dükkanın dışındaki küçük masada oturuyordu yaşamdan uzak! Önünde, yarısı içilmiş çay ve soğumaya direnen güzelim börek!

“Merhaba amca, oturabilir miyim yanına?” derken bastonu tutan siyah lekeli, buruşuk derili elini öptüm!

Bana döndü! Yukarı taranmış gür kaşların altındaki masmavi gözlerle gülümseyerek başını salladı hafifçe.

“Hava felaket sıcak, yazı da getirdik.” derken montuna ve başındaki kaskete kaydı gözlerim! Feri çırpınan gözler gözlerimdeydi oysa!

Yüzündeki her kıvrım ayrı bir hikayenin ön sözü, kim bilir ne anılar sebep oluyordu ellerindeki depreme!

“Buralı değilsin galiba evlat! Hava biraz poyraza çevirse sıcaktan şikayet eder yabancılar! Torosların bütün nemini şehrin üzerine serer rüzgâr! Devamlı eserse kötü, cennet cehenneme döner!”

“Neyse ki sıcaktan pek rahatsız olmuyorum. Meltemin de tadı başka ama!”

“Öyle! Antalyalılar şehrin rüzgârlarını iyi tanır! Poyrazın kaç gün süreceğini de bilir, yaylalara kaçarlar.”

“Ben de Antalya’nın koyu gri bulutlarla kaplı kışını seviyorum amca. Turistler de gitmiş oluyor. Gerçek kimliğine kavuşuyor şehir sanki.”

“50-60 yıl önce şimdiki gibi değildi Antalya! Köklü üç beş zengin aile, birkaç tüccar ve memur takımı dışında fakir bir kasaba görünümündeydi adeta. Ayaklarında şıpıdık terlikle koca ciplere binen toprak zenginleri de yoktu. En güzel yanı, herkes birbirini tanırdı. Selamlaşmadan geçmezdi kimse. Komşuluk çok önemliydi. Önemli kararlarda komşunun da fikri sorulurdu! Bahçelerimizde sümbüller, menekşeler, yaseminler; turunç ve portakal ağaçları vardı. Baharda açan çiçekler çevreyi mis gibi kokuturdu! Mütevazı dünyamızda mutlu mesut yaşıyorduk. Bayramdan bayrama giydiğimiz ceketimiz, yamalı pantolonumuz ve gıcır gıcır ayakkabılarımız bayram sonunda sandığa kalkar, biz yine plastik ayakkabılara dönerdik! Yamalı gezmek ayıp değildi; yırtık, sökük elbiseyle gezmek ayıptı. Sokaklarımızdaki kanallardan Düden Çayı’nın suları akardı. Nasıl da serin olurdu şehrimiz! Şimdi görüyorum da kışın bile denize giriyor insanlar! Oysa Antalyalılar haziranın sonunu görmeden denize girmezlerdi. Çocukluğumun akasya ağaçlarıyla dolu yemyeşil caddeleri yok oldu. Palmiyeleri de tanrı korudu. Bunların değerini çocukken anlamak kolay değil. Antalyalı Olmak ne demekmiş şimdi çirkin betonlaşmayı ve kimliksiz insan selini görünce anlıyorum! Bugün sokakta gördüğün on kişiden sadece biri gerçek Antalyalıdır! Böyle bir şehirde artık Antalyalıyım diye övünülebilir mi?"

“Haklısın amca. Ben de ilk kez 16 yaşımdayken geldim. Faytonları, parke taşlı sokakları, döpiyesli hanımları, şehri saran portakal çiçeği kokusunu ve -bugün bile kendimden geçercesine yediğim- yanık dondurmayı hatırlıyorum.”

“Ferit’in hikayesini anlattılar mı sana?”

“Yoo! O da kim ki amca?”

“Bir civan delikanlı. Bu şehrin gördüğü en büyük aşkın kahramanı.”

“Bu şehrin gördüğü en büyük aşk benimki sanırdım; ama çayları tazeletelim de anlatıver bari.”

“Birkaç çay yudumuna sığar mı sanırsın, sabaha kadar bitmez; Tevfik de kovalar bizi. Herkes bilir; ama kimse anlatmaz. Bizden sonra da unutulur gider! Sana anlatmak istedim, nedeni bilinmez! Neyse, Anadolu’nun bağrından göçüp gelmiş Ferit’in ailesi. Kıt kanaat geçinen insanlarmış. Küçücük yaşta kaybetmiş babasını Ferit. Anasıyla bir başlarına kalmış, hayata dimdik direnmişler. Tarık Bey’in kızı Simge’yle aynı ilkokula gidiyorlarmış. Adı “çocukluk aşkı” da olsa birbirlerini çok seviyorlarmış. Yaşları ilerledikçe sosyal konumları onları ayırmaya başlamış. Simge varlıklı bir ailenin kızıymış. Bir giydiğini bir daha giymiyor, her istediği yapılıyormuş. İyi bir eğitim alsın diye gönderildiği kolejde edindiği zengin arkadaşlarına ayırdığı vakitten artık Ferit’e hiç kalmıyormuş. Ferit bazı akşamlar Simge’nin evinin önünde sabahlara kadar oturuyormuş! Tarık Bey ve eşi Zehra Hn Ferit’i küçüklüğünden beri çok severlermiş, Simge’ye de pek yakıştırırlarmış; “Damadımız olur inşallah." derlermiş. Simge Hukuk Fakültesi’ni kazanarak Ankara’ya gitmiş. Ferit de İstanbul’a. Tarık Bey’le Zehra Hn Ankara’ya kızlarını ziyarete gittiklerinde bir iki kez Ferit’i sormayı denemişler; ama Simge, “Ne Ferit’i yaa, ben unuttum siz unutamadınız!” diye terslemiş. Oysa Ferit defalarca Ankara’ya gitmiş, Simge’yi görmeyi denemiş. Mezun olunca ikisi de Antalya’ya dönmüşler. Büyükler gençlerin bir araya gelmesini, evlenmelerini çok istiyormuş. Zengin bir tüccar olan Tarık Bey tabii ki çocukları destekleyecekmiş. En büyük hayali de gelecekte Ferit’in işleri üstlenmesiymiş! Ferit Belek’teki bir otelde iş bulmuş. Tarık Bey’de kızına dayalı döşeli bir büro katı hediye etmiş. Ancak Simge onlarla aynı dünyada yaşamıyormuş! İş kovalamakla, adliyede koşturmakla geçirecek vakti yokmuş! Kolejdeki zengin arkadaşlarıyla yine buluşmuş; gündüzleri denizde-havuzda, geceleri barlarda geçirmeye başlamış. Bazı geceler eve de gelmiyormuş. Gece yarısı kızlarını camda bekleyen Tarık Bey’le Zehra Hn Ferit’i sokağın başında görünce daha da üzülüyorlarmış. Bir akşam gelip ellerini öpmüş genç adam. Askere gidiyormuş! Gözleri Simge’yi de aramış; ama o saatte Simge evde ne ararmış! Aylar ayları kovalamış, bir akşam Simge, “Ben evleniyorum.” demiş!! Elinde koca cipinin anahtarını sallayan damat adayından ne Tarık Bey ne de Zehra Hn hazzetmemiş. Kızlarını vazgeçirmek için çok uğraşmışlar; ama Simge dinlememiş! Bunu Ferit’e nasıl anlatacaklarmış! Kaderin yazgısına isyan etmişler. Saçlarında artan akları birbirlerine söylememişler! Sonra bir gün telefonları çalmış acı acı...”

Başı düştü iyice önüne! Çay bardağını tutmaya çalıştı, başaramadı! Bastondan güç alarak derin bir iç çekişle doğruldu. Göz kapakları titriyor, gözlerindeki nem çağlamak için fırsat kolluyordu!

“İyi misin amca, sonrası yok mu; kim aramış?”

“Öğrenme sonrasını da evlat! Yer etmesin o acı yüreğinde! Gideyim ben de artık.” derken toparlandı. Koluna girerek kalkmasına yardım ettim. Yavaş adımlarla uzaklaştı. Sessizce!

Hiç dokunulmamış çay bardaklarını toplayan garsona sordum, kim bu ihtiyar diye!

“O mu, Tarık Amca.”

 

Hikayenin tamamı için...

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..