Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Kasım '18

 
Kategori
Edebiyat
 

Cehennem Fragmanında Bir Aktör: Dostoyevski

Cehennem Fragmanında Bir Aktör: Dostoyevski
 

Ay sonu... Derbeder bir vakit yine... Birden ağzını açtı, bir şey söylemek istedi, durgunlaştı. Yüzü solgunlaştı. Nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmeyle canlandı. İçinde büyük bir yaşama isteği belirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi, varolduğunun bilincine ermesi on kat arttı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği bir çocuk gibi yatıştı, içini sevinç dolu bir huzur kapladı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son beş saniyenin- ki hiçbir zaman beş saniyeden fazla sürmedi- sadece bir önsezisi gibiydi. Cennetteymiş gibi mutluluk hissi veren bir auraydı o saniyeler. Derken yere doğru yığılıverdi. Anlatılamaz, hiçbir şeye benzemeyen korkunç bir çığlık koptu göğüs kafesinden. Bu çığlıkta insanlığına özgü her şey bir anda yok olup gitti sanki. Sonra dayanılmaz bir hırıltı, kas kasılmaları, ağızda salyalar, solunum zorluğu ve hızlı nabız ile süren on beş dakika... Ölüp ölüp dirilmenin ardından kendine gelene kadar saatler süren baş ağrısı, uyuşukluk ve tarifsiz acılar...”

1821’in sonbaharında Moskova’da yoksullar hastanesinde dünyaya geldi altı çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Alkolik ve şiddet yanlısı bir baba ve sürekli hasta olan bir anne ile yaşadığı evde maddi manevi açmazlar içinde kaldı hep. Evin bütün öncelikleri babanın arzuları doğrultusunda şekillendi ve bu da aşırı bir otorite ve disiplin doğurdu. Emekli olunca da yoksullara hizmet eden Mariisky Hastanesi’nde çalışmaya başlayan baba Dostoyevski, yoksulluk içindeki ailesi ile hastanenin avlusundaki daracık evde yaşamaya başladı. Hastane Moskova’nın en ücra, en izbe kenar mahallelerinden birindeydi. Dostoyevski ve kardeşleri babalarının katı kuralları nedeniyle basit çocuk oyunlarını bile oynayamadığı bu yerde, hastanedeki yoksul hastalarla sohbet etmek ve onların her biri roman tadında yaşam hikâyelerini dinlemekle zamanının çoğunu geçirdi. Daha çocukluk döneminde kendinden yaşça büyük insanlarla kurulan bu ilişkinin Dostoyevski’nin tüm hayatını ve ruhsal yapısını etkilediği şüphe götürmez bir gerçekti.

Babası bir albaydı, bir doktordu, iflah olmaz bir kumarbaz ve cimriydi; çocuklarına Latince öğretirken onların bütün o ders saatleri boyunca oturmalarına izin vermeyecek, toprağını işleyen işçilerini kendisine selam vermedikleri zaman selam vermedikleri, selam verdikleri zamansa kafalarından şapkalarını çıkartarak hasta olup işi asmayı niyetlendikleri için kırbaçlatacak kadar otorite delisi ve adaletsiz biriydi.

Nefret edilecek bir babadan, sırf bağlı olduğu, onun kanını taşıdığı için nefret etmemesi gereken ama yine de nefret ederek büyümüş bir çocuk olarak ömrünün ilk bilinçli yıllarını insanlığın bu garip çelişkisini önce fark edip sonra da inkar ederek geçirdi. Çocukluğundan itibaren geliştirdiği düşünülen “Oedipus” kompleksiyle birlikte babasından ölümüne nefret ederken, bir yandan ondan korkmakta annesini de babasının karşısında bir melek statüsüne çıkarmaktaydı. Gözlerinin önünde defalarca koca şiddetine uğradığı halde gıkını bile çıkarmayan bir anne melekten başka bir şey olmamalıydı Fedor’a göre.

Çocukluğunu dadısının, sütannesinin ve öz annesinin hikayeleriyle geçiren Fedor için babası cimriliğiyle, yersiz sertliğiyle, yalancılığı ve alkolizmiyle yaşaması gerekmeyen biriydi. Altı çocuğun verdiği yorgunluk ve koca şiddetiyle bir süre sonra tüberkülozdan ölen annesinin ardından ağlayan Fedor babası tarafından katı kurallarıyla tanınan Petersburg Askeri Mühendislik Okuluna gönderildi. Okulun bilimsel ve askerî disiplini, okumak, kitaplar yazmak isteyen Dostoyevski’nin temayülüyle hiç bağdaşmadı. Okulda herkesi kendisinden ayrı tuttu, hiçbir zaman arkadaşlarının eğlencelerine katılmadı ve genellikle bir köşede elinde kitapla otururdu. Arkadaşlarının hırçınlığı ve atarlı tavırları nedeniyle “Ateş Fedya” adını verdikleri Dostoyevski babasından zerre de olsa ilgi görmedi. Oğlunu görmeye gitmeyen, arayıp sormayan hatta hiçbir maddi destek sağlamayan babasının tutumu Dostoyevski’nin bu hastalıklı içe kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Babasının cimriliği nedeniyle uzun haftalarını parasız geçiren, bir çay içecek kadar bile parası olmayan bir sefildi artık. Bir keresinde Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu mektup gönderdi ama baba Dostoyevski cevap vermeye fırsat bulamadı.

Karısının ölümünden sonra hiç durmadan içen, kız kardeşlerinin odalarını gecenin bir yarısı bir aşık saklayıp saklamadıklarını anlamak için tetkik eden, hizmetçilerinden birini metres tutan baba Michael Dostoyevski’nin ormanda bilinmeyen nedenle kendi köylüleri tarafından hunharca katledildiği haberini, okulun soğuk koridorlarında aldı.

Yoksulluk, annesinin ölümü, yatılı okullar, kaba, alkolik, zalim ve kendi toprak köylüleri tarafından öldürülmüş bir baba, bu ve buna benzer olaylar karşısında sağlığını iyiden iyiye kaybeden Dostoyevski işte tam olarak bu duygularla ilk sara krizini geçirdi. 

O, babasının ölmesini gerçekten isteyip istemediğini kendine sorup durdu ancak ruhunu tanık kürsüsüne çıkardığı vicdan mahkemesinde son derece huzurluydu.

Fedor, okulundan mezun olduktan hemen sonra o ana dek yaşadığı fakir hayata inat müthiş bir savurganlıkla para harcamaya başladı. Borçlanması için pek çok neden vardı üstelik: Fedor bir kumarbazdı. Bunun dışında bir de garip bir yöntemle bir şeyler biriktiriyordu hiç durmadan. Üzerindeki giysilerin dökülmekte olduğunu gördüğü insanlara bir yemek ısmarlayıp para karşılığında onların hayat hikayelerini dinliyor, bu sayede en küçük detayları bile sorma hakkını elde ediyordu. Bütün bu birikim ona insancıkları getirdi. Dostoyevski geleceği olmayan birkaç oyunun ardından yazdığı bu ilk romanını ev arkadaşına okuduğu andan itibaren İle para harcamaya başlamıştın borçlanması için pek çok neden vardı üstelik Fedor bir kumarbazdı bunun dışında bir de garip bir yöntemle bir şeyler biri diyordu hiç durmadan üzerindeki giysilerin dökülmekte olduğunu gördüğü insanlara bir yemek ısmarlayıp para karşılığı karşılığında onların hayat hikayelerini dinliyor bu sayede en küçük detayları bile sorma hakkını elde ediyordu bütün bu birikim ona insancıkları getirdi Dostoyevski geleceği olmayan birkaç oyunun ardından yazdığı bu ilk romanını ev arkadaşına okuduğu andan itibaren gerçekten de çok tuhaf bir dönem başladı hayatında. Roman elden ele dolaşarak ünlü eleştirmen Belinski’ye kadar ulaştı. Kendisine yeni bir Gogol olarak tanıtılan bu adamın yazdıklarına aşağılayan gözlerle bakan Belinski, romanı okuduktan hemen sonra Dostoyevski ile, Rus edebiyatının bu yeni tanrısıyla, tanışmak istediğini söyledi heyecandan tutuşmuş bir sesle. Yazarla eleştirmen buluştuklarında, eleştirmen yirmili yaşlarının başındaki bu gence hayranlığını övgü dolu sözlerle belirtti ve bu andan sonra onu salon salon dolaştırmaya, edebiyat çevresinin meşhurlarıyla tanıştırmaya başladı. Romanın henüz yayınlanmadığı ve tüm zararsızlığına rağmen sansür bürosunda odadan odaya savrulduğu bu zamanlarda, genç yazar, kendi deyimiyle Petersburg’un yarısı tarafından tanınıyor ve baş döndürücü bir şöhretin kanatlandırdığı duygularla kendisine “büyük gerçekten büyük” olduğunu söyleyen insanların yüzlerine şaşkınlıkla bakıyordu. Yalnız kaldığı anlarda, her ne kadar kardeşine şöhretinden dolayı çalım satan mektuplar yazmakta bir sakınca görmese de aldığı o övgülerin ağırlığı altında eziliyor, aslında onların söyledikleri gibi büyük bir yazar olmadığından korkuyordu.

Gittiği salonlarda yazdıklarına hayran olan insanların bile davranışları yüzünden kendisi ile alay ettiklerinin farkındaydı. yeteneği nedeniyle bana aşık dediği Turgenyev bile onunla ilgili alaycı şiirler yazdı ve etrafındakilere Dostoyevski’nin tanıştığı genç bir kadının karşısında daha ilk anda nasıl bayıldığını anlatırken çevresindekileri gülmekten kırıp geçirdi.

Reddedilmenin verdiği öfkeyi renkli gecelerle boğmaya çalıştı. Sabah uyanınca hatırlamaktan tiksindiği gecelerinin izlerini silmek için hemen ağzını çalkalayıp rezilliklerini unutmaya çalıştı. Bu neredeyse bir bunalımdı ve onu yalnızca ilk romanı İnsancıklar’ın basımı kurtarabilirdi.

“İnsancıklar” nihayet yayınlandığında bizimkiler dediği Belinski ve çevresi tarafından yine övülürken büyük tirajlı gazete ve dergiler tarafından şiddetle eleştirildi. Dostoyeski kardeşine yazdığı mektuplarda neden okulların yalnızca üçte birlik kısmının beğenisini kazanabildiğini anlayamadığını yazdı.

Bundan sonra yazdığı birkaç öykü Gogol’ün fazlasıyla etkisi altında kalmış dahice birer özenti muamelesi gördü. Belinski bile artık her yeni yaptığıyla biraz daha düştüğünü söylediği Dostoyevski’ye bakıp “Aldandık!” diyordu “Hele ben, eleştirmenlerin en iyisi olan ben semerli bir eşekmişim meğer!”

Edebiyat yaşamının üçüncü yılında neredeyse aforoz edilmiş olan Dostoyevski umutsuzdu artık. Borçları bir hayli kabarmıştı, bir yandan bir dergi için imzasız ilan sayfası hazırlarken bir yandan da kendisine kredi açan aceleci yayıncısına vermek üzere bir şeyler karalıyor, beğenmiyor yeniden başlıyor, hikayenin ortasına gelmişken yeniden bir buhrana düşüyor ve kardeşine yazdığı mektuplarda sürekli bu durumdan yakınıyordu: “Zamansızlık yüzünden sanatımı yitiriyorum. Yoksulluk, çırpıştırılan çalışma, ne vakit rahata kavuşacağım.”

Sara nöbetlerinin iyiden iyiye sıklaştığı bu ümitsiz zamanlarında defalarca ev değiştirdi. Edebiyat çevresindeki tüm dostlarını da kaybetmişti ve zamanını onların yerine yenilerini koymaya çalışarak geçirdi. Biraz meraktan biraz bir şeyleri değiştirme hevesinden biraz da bir yerlere ait olma isteğinden belki yasadışı siyasi bir grubun üyelerinden biri oluvermişti dostoyevski.

Kısa bir süre sonra hükümetin sansür kurulunun ve kölelik sisteminin eleştirildiği bu toplantılarda Belinski’nin dini açıdan sakıncalı bir mektubunu ünlü bir yazarın isyana teşvik eden bir öyküsünün okunmasından dolayı Nikola’nın emriyle genç liberaller gurubu üyesi 22 kişi tutuklanarak hapse atıldı. Bunlardan biri de Dostoyevski’ydi. 27 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşlarının gözleri ve elleri bağlı şekilde kapatıldıkları kalede ömrünün geri kalanını belirleyecek olan o hayati kararı bekledi.

Aylar sonra tutuklulardan yirmisi kaleden çıkarıldı. Nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Sonunda vardıkları meydanda arabalardan indirdiklerinde çevrelerindeki kalabalığı fark ettiler önce. Sonra da bağlanarak kurşuna dizilecekleri kazıkları, bir kenarda duran papazı, haklarındaki hükmü okumaya hazırlanan subayı gördüler. Gördükleri her şey haksız bir idamın habercisiydi ve işte şimdi o askerin dudakları arasından da aynı meşum kelime döküldü: İdam

Bir gardiyan gelip hiç konuşmadan Dostoyevski’nin bağlarını çözdü. Zonklayan şakaklarındaki beyaz sargıyı, yolunmuş bir ağaç kabuğu gibi sıyırdı. Sabah kızıllığında, biraz uzakta babasını, annesini, kardeşi ve karısını aradı gözleri. Ardından tüfeklerin şakırdayan mekanizmaları...Pırıl pırıl parlayan infaz birliğinin üniformaları...Havayı parçalayan trampet sesleri...

Dostoyevski idam edilecek olan altıncı kişiydi. İlk beş kişinin infazı bitene kadar ancak beş dakikası kaldığını hesap ederek bu sürenin ilk iki dakikasını dostlarıyla vedalaşarak, sonraki iki dakikasını düşünerek, son dakikasını da gökyüzüne bakarak geçirmeye karar verdi.

Sessizlik katlanılır gibi değildi. Askerler silahlarını omuzlarına yerleştirmiş verilecek olan emri bekliyorlardı. Tüm benliğiyle hayata tutundu, tüm çaresizliğine rağmen yaşamak yine de güzeldi. Yıllar sonra Suç ve Ceza’da bu an’ı şöyle anlattı:

“Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir. Yeter ki yaşayayım!”

Neden sonra aniden “‘Dur!’ dedi, bir subay ve elinde beyaz bir kâğıtla ilerledi. ‘Gafur ve rahim Çar hazretlerinin kutsal arzusu’ dedi subay, ‘Hükmü bozdu ve hafifletti.’”

“Geri çekil!” borusunu duydu mahkumlar. Çar yüce gönüllülükle hepsini affetmiş, cezalarını kürek mahkumiyetine çevirmişti ve aslına bakılırsa tüm bu mizansen de bizzat Çar’ın başının altından çıkmıştı. Çar yalnızca Dostoyevski’nin adının yanına gizli kalmasını özellikle istediği bir not düşmüştü. Diğer mahkumlardan farklı olarak Dostoyevski cezasının ilk dört yılını kürek mahkumu olarak geçirecek ve sonraki dört yılda da ordunun hizmetinde olacaktı.

Mahkumiyeti boyunca sefaletin asıl anlamını öğrendi. O da diğer tutuklular gibi ağzını çalkaladığı suyla yüzünü yıkadı, sabahları o da diğerleri gibi sakalsız ve kafasıyla bıyıklarının yarısı traşlı bir durumda iğrenç lekelerle dolu kül rengi giysiler giydi, gecelerini zehirleyen o sara nöbetlerinin ardından her gün ağır işlerde çalıştırılmak üzere değişik yerlere nakledildi. Burada sadece incil okumasına izni verilen Dostoyevski için sürgün dönemi oldukça ızdıraplı geçti. Sibirya’nın bu izbe yerinde sırf zevk için bebek öldüren, basit bir saat için 4-5 kişinin canını alan canilerle bir arada kalmaktaydı. Soylu bir aileden gelen ve yazar olarak kısıtlı da olsa bir ünü olan biri için son derece utanç verici bu durum karşısında yapabildiği tek şey İncil okumaktı.

Burada geçirdiği dört yıldan sonra cezasının diğer kısmını tamamlamak üzere Semipalatinsk’e gönderildi. Bu küçük taşra kasabasında nispeten daha iyi bir hayata başlaması için aradan uzun bir zaman geçmesi gerekmedi. Etrafındaki cahil, bakımsız, kültürsüz, her türlü görgüden yoksun insanlarla kürek mahkumiyeti sırasında tanıdıklarına nazaran daha iyi ilişkiler kurabildi. Üstleri tarafından da sevilip sayıldı üstelik. O, bir süre sonra karargahın dışında bir oda tutması için izin bile aldı.

Gündüzleri işe gitti, akşamları yeni arkadaşı bir savcı ile geçirdi, onun sayesinde kalburüstü insanların arasına eski bir kürek mahkûm olmasına rağmen girebildi, yukarıdakilerin kendisinin yeni keşfettiği Rus halkı hakkında atıp tutmalarına şiddetle direndi. Bir gün davetlilerden biri ona Rus halkı adına konuşma hakkını nerden bulduğunu sordu. Dostoyevski müthiş bir sakinlikle pantolonun paçalarını sıyırıp ayak bileklerinde hâlâ belli olan zincir izlerini göstererek “Buradan bayım!” dedi “Rus halkı adına konuşma hakkını tam olarak buradan alıyorum.”

Bu tip zaferlerle tuttuğu tarafı açıkça ortaya koyan genç adam gecelerini de kafasındakileri kağıtlara boşaltarak geçirdi. Sarhoş ve serseri bir öğretmenin karısına tutulana kadar hemen hemen her gece fakir odasında yazdı ama kadının kocasının yeni görevi nedeniyle bir başka yere gitmek zorunda kalmasıyla Dostoyevski’nin zihnindeki tüm çarklar bir anda duruverdi. Yazamadı artık. Kadının gönderdiği mektuplarda adı geçen bir adamı kıskandı çünkü. Sabırla bekledi. İki yılı aşkın zamandır haber beklediği sevdiği kadın Mari’nin dul kaldığını öğrendiğinde babasının ölümünde olduğu gibi yine kendini suçladı Dostoyevski. Defalarca adamın ölmesini istediğini hatırladı. Suçluluk hissi sevgisini azaltmadı aksine daha da kuvvetlendirdi. Ama kendisine evdeki yemekleri veren kadın mektuplarında bahsettiği adam yüzünden onu terk edecek, genç yazarı yeni bir buhranın orta yerinde yapayalnız bıraktı. Ancak Dostoyevski teğmen olur olmaz bütün gururunu bir kenara bırakarak genç kadına yeniden evlenme teklif etti ve masraflarını tamamen başkalarına borçlanarak yaptığı düğün ertesinde artık evli bir adam olarak kısa bir balayına çıktı. Balayının sonu bir sara krizi ile geldi. Ama Dostoyevski yine de mutluydu karısı Mari’ye, o yerlerde yatan, hırıldayan, bir köpek gibi tuhaf sesler çıkartan o halini unutturabileceğini düşündü.

Bu sıralarda birlikte dergi çıkardıkları kardeşi Mişel onun sekiz yıl önce yazdığı bir hikayeyi yayınlatmayı başardı. Yeni hikayelerle yeniden edebiyata dönmesi için onu razı etmeye çalıştı. Bir yandan da gerekli yerlere övgü şiirleri ya da mektuplar yazıp gönderdi ve bu çabalarının sonucunu önce rütbesinin yükseltilmesiyle sonra soyluluk haklarının ve ardından da nihayet özgürlüğünün iadesiyle gördü.

Mari’den bir oğlu oldu. Küçük ve mutlu bir ailesi vardı Dostoyevski’nin. Para sıkıntısı hiç bitmedi.

Dostoyevski’nin evliliği, umulanın aksine kısa bir süre sonra trajediye dönüştü. Tüberlükoz hastası olan Maria gün geçtikçe sağlığını kaybetmekte ve o büyük sevgi sadece acımaya dönmekteydi. Ünü giderek artan Dostoyevski çoktan başka kadınlara yelken açmıştı.

Evliydi ama hep başka bir kadına aşıktı Dostoyevski. Sadece sevdiği için bir kadının kölesi olabilecek yaradılışta bir adamdı. Tam bu dönemlerinde çıkardığı derginin yazarlarından biri olmak isteyen genç kız Polin, Dostoyevski’ye bir mektup yazdı ve bir hikayesini gönderdi. Kısa süre sonra onun, kendi dağınık yaşamını toparlayacağını, kendisine bir yol göstereceğini umarak onunla birlikte olmaya başladı. Ama gözünde yücelttiği bu adam da arada tökezleyen, ayağa kalkmak içim hep başkasını kullanan, üstelik her şeyini kaybetme pahasına sahte tutkuların esiri olan bir kamarbazdı. Ve bu Polin’e uygun değildi.

Dostoyevski giderek batağa saplandı. Öyle büyük borçların altına girmişti ki hayatı boyunca yakasını bırakmayan ve her daim sıkıntıya düşmesine neden olan bir illet, kumar sayesinde bunları temizleyeceğine inanacak kadar çaresizdi. Tek çözüm Almanya’ya gitmek ve kumar oynamaktı.

Polin de o sıralar Avrupa turuna çıkarak Paris’te onu bekledi. Tüm parasını Alman kumarhanelerinde bırakan Dostoyevski’yi canlı tutan tek şey genç sevgilisinin kendisini beklediği düşüncesiydi. Ne yazık ki Paris’te bulunan Polin çoktan bir İspanyol’a gönlünü kaptırmıştı ve kendisini başka bir oyuncak bulunca yeni aldığı oyuncağı bir köşeye fırlatacak bir serseri uğruna kırk yaşındaki Dostoyevski’yi terk etmekte hiçbir sakınca görmedi. Bu durum Dostoyevski için buhrandan başka bir şey değildi. Yine de Polin’den vazgeçmek istemedi. Tüm olanlara rağmen kendisiyle birlikte yaşamasını istedi. Polin de gariptir ki bu teklifi kabul etti.

“Kumarbaz” romanındaki Polina’ya aşık olan ve tüm onurunu yitirmiş zavallı adam gibiydi Dostoyevski. Kadınına yakınlaşmak istedi, reddedildikçe de kumarhaneye gidip kendinden geçercesine rulet oynadı.

Kumara sadece öylesine önüne geçilemeyecek biçimde ruhunu sardı ki Polin’in kendisini bir erkek yerine koymamasına daha fazla dayanamayıp ondan ayrıldıktan sonra borç para istemek için onu bile arayacak duruma geldi.

Polin Suslova’ya dair içinde kalanları, acılarını, sitemini, kinini ve isyanını tamamen dışa vurmanın zamanı geldi. İşte gerçek hayatta olmasa da en büyük yapıtlarından biri olan Kumarbaz’da Polina hak ettiğini buldu. Hatta kitabın bir yerinde geçen “Öyle anlar oldu ki, onu boğabilmek için yaşamımın yarısını verirdim. Yemin ederim ki, bir hançeri yavaş yavaş göğsüne daldırmak olanağı geçseydi elime, bunu derin bir zevkle yapardım sanıyorum.” cümleleri de bunun bir göstergesiydi. Ancak Polin’in izleri bu kitapta bitmedi; Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un kardeşi Dunya, Budala’da Aglaya, Ecinniler’de Lisa, Karamazov Kardeşler’de Katrin İvanovna’ya esin kaynağı oldu.

Yayımcısından bir avans daha alarak ancak dönebildiği Rusya’da bütün sıkıntılar, nedenlerinden hiçbirini kaybetmeden hatta daha da artarak Polin’i bekliyordu ölüm döşeğinin başucunda beklerken “Yeraltından Notları” tamamladığında karısını ve kardeşi Mişel’i kaybetti ve bundan sonra kardeşinin ailesinin bakımını da üstlendi. Parasını kullanmayı ya da biriktirmeyi hiçbir zaman beceremeyen bu adamı pek çok kişi de sömürdü üstelik.

Borçları yine artınca dergisini kapatarak Avrupa'ya kaçtı. Kumar ve alkol tutkusundan bir türlü vazgeçemedi. Kaybettiği paralar ve yılların haddi hesabı yoktu. Avrupa'da 1966 yılında Suç ve Ceza adlı romanını yayımlattı. Bu kitabından aldığı avansla tekrar ülkesine döndü. Suç ve Ceza herkesi büyülemişti. Ve kitap kısa sürede dünya çapında okunur hale geldi.

İyice yoğunlaşan sara krizlerinden yorgun düşen Dostoyevski’nin söz verdiği yeni romanı teslim etmesi için sadece bir aylık zamanı vardı ancak henüz yazmaya başlamamıştı bile. İşte bu dar boğaz halindeyken bir mucize gerçekleşti. Bir ay içinde bitirmesi gereken “Kumarbaz” romanı için en azından stenograf derdinden kurtulmak adına bir yardımcı tuttu kendine. Bu yardımcı kendinden yirmi beş yaş küçük gencecik bir kız olan Anna Grigorievna Snitkina’ydı.

Anna, Dostoyevski’yi ilk gördüğü anı şu sözleriyle anlattı: “Hiçbir şey Fyodor’la ilk kez karşılaştığımdaki zavallı görünüşünü tarif edemez. Kafası karışık, endişeli, aciz, yalnız, asabi ve neredeyse hasta gibi görünüyordu.”

Anna ile Dostoyevski birlikte çalışmaya başlayalı daha bir ay bile olmamışken, Dostoyevksi, aklına bir fikir geldiğini ve Anna adında bir kadına aşık olan yaşlı bir sanatçı hakkında bir roman yazmak istediğini söyledi. Ve Anna’ya sordu: “Böyle bir ilişki mümkün olabilir mi?” Anna ise olabileceğini ve gerçek aşkın görünüşe hapsedilemeyeceğini söyledi Dostoyevski’ye.

Dostoyevski sözlerine şöyle devam etti: “Kendini onun yerine koy. Farz edelim ki o sanatçı, yani ben, sana aşık olduğunu itiraf ediyor ve senden karısı olmanı istiyor. Ne derdin?”

Anna bir an bile düşünmeden: “Onu sevdiğimi ve hayatım boyunca seveceğimi söylerdim.” dedi.

Öyle göz alıcı bir güzelliği yoktu Anna’nın ne özel bir yeteneği ne de sıradışı bir zekası vardı, düz bir eğitim almıştı. Buna karşın zeki, üstün yeteneklere sahip bir erkekten büyük saygı görüyor, neredeyse tapılıyordu.

1867 yılında Anna Snitkina ile evlenen Dostoyevski, alacaklılardan kurtulmak için eşini de alıp dört yıllığına yurt dışına çıktı. Yaratıcılık anlamında en muhteşem yılları bu dönemlerdi. Anna Snitkina bir adamın maddi anlamda çöküşünün ne kadar baş döndürücü bir hızla gerçekleşebileceğine tanıklık etti. Yaşadığı hayat romanlarının konusu oldu. Dostoyevski hepimizin ikinci kişiliğini anlattı aslında. Bu dönem onun için buhranlıydı zira hem vatanından uzakta hem de çıldırtıcı bir yokluk içinde yaşamak durumundaydı.

1868’in Şubat ayında Cenevre’de, sabırsızlıkla beklenen şey oldu: Dostoyevski’nin ilk çocuğu doğdu. Zorlu iki günün ardından doğan çocuğa, Dostoyevski’nin en sevdiği yeğeninin ve Suç ve Ceza’nın kadın kahramanının adı verildi: Sonya. Biricik kızı Sonya üç aydan az yaşadı; soğuk aldı ve öldü. Anne, babasının acısı, mutlulukları kadar güçlü oldu. Dostoyevski kaderine, Cenevre’nin havasına, dadının dikkatsizliğine, işin başında hastalığın önemsiz olduğunu söyleyen doktora sövüp saydı. Eski neşelerinin ve şimdiki üzüntülerinin geçtiği yer onlara dayanılmaz geldi. Haziran başlarında, küçük mezara her günkü ziyaretlerinin sonuncusunu yaptılar, küçük haçın üzerine son çiçeği koyup oradan ayrıldılar.

“Sonya öldüğü gün, iki saat sonra öleceğinin farkına varmayarak gazete okumak için dışarı çıktığımda, küçük gözleriyle beni izledi ve şimdi gittikçe daha iyi hatırladığım bir şekilde baktı bana. Hiçbir zaman unutmayacağım, hiçbir zaman üzüntüm bitmeyecek. Eğer başka bir çocuğum olsa bile, onu nasıl sevebileceğimi, sevgiyi nerede bulabileceğimi anlamıyorum. Bana Sonya gerek; onun ölü olduğunu ve onu bir daha hiç görmeyeceğimi düşünemiyorum.”

Bu trajedinin ardından Dostoyevski’nin travmaları tetikledi. Bu dertler yetmezmiş gibi kumar tutkusu burada da peşini bırakmadı ve bunca sıkıntıya rağmen, elinde avucunda ne varsa kumara yatırmaktan çekinmedi. Dostoyevski oyuna oturdu mu, üzerindeki bütün parayı kaybetmeden rahat etmezdi; kumar kendi kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüştü adeta.

Bu olayın ardından Dostoyevski ve Anna, ikinci kez çocuk sahibi oldu. Lyubov adındaki kızları 1869’da dünyaya geldi ve hiçbir zaman Sonya’nın yerini doldurmasa bile acılarını bir nebze de olsa hafifletti. 1871’de ise ilk oğulları Fyodor dünyaya geldi. 1875’te doğan Alexey ise tıpkı Sonya gibi fazla yaşamadı ve 3 yaşındayken öldü.

Dostoyevski, Anna’nın desteği ve para yönetimi sayesinde borçlarından yavaş yavaş kurtuldu. Bu dönemler gayet mutlu olan Dostoyevski’nin tek sorunu kötüye giden sağlığı oldu. Çocukluğundan beri sara nöbetleri geçiren yazarın hastalığı her gün kendini biraz daha çok hissettirdi. Ancak o yine de yazmaya devam etti ve 1879 yılında Karamazov Kardeşler’i yazmaya başladı ve iki yılın sonunda kitabı tamamlayarak yayımlattı. Kendi hayatının bir izdüşümü niteliğindeki bu roman o kadar çok tuttu ki Tolstoy bile ailesini terk edip gittiğinde çantasında bu kitabı taşıyordu. Ve son istasyonda elinde bu kitap vardı.

Fyodor Dostoyevski, geçirdiği ciğer kanaması nedeniyle 28 Ocak 1881’de hayata veda etti. Üç gün sonra yapılan cenaze törenine başarılı yazar için binlerce kişi katıldı ve Dostoyevski yaklaşık 30 bin insanın eşliğinde son yolculuğuna uğurlandı.

Yazdığı romanlarda bize kendine anlatan bir açıdan da bize kendimize anlatan Dostoyevski hayatın hem iyi hem de kötü bir aktörü gibiydi. O; hep bir kumarbaz, hırsız, çirkin, yalaka, onursuz, şehvet düşkünü bir adamdı. İçinde insanlığa dair duyduğu merhamet ve inanç olmasıydı böylesi ölümsüz eserler yazamayacağı da su götürmez bir hakikatti.

İyi ki varsın Dostoyevski!

 

 
Toplam blog
: 26
: 436
Kayıt tarihi
: 20.06.17
 
 

#edebiyat #yazar #kitap #öğretmen #baba #etimoloji #biyografi #şiir #öykü #yaşanmışlık ..