Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ekim '15

 
Kategori
İnançlar
 

Cennetten kovuluş sadece elma yemekle olmadı

Cennetten kovuluş sadece elma yemekle olmadı
 

Yasak meyvenin yenilmesi


İnsanlık tarihinin en gizemli konularından biridir cennetten kovuluşumuz.  Havva ve Adem’in “iyilik ve kötülüğün ağacı” olan yasak ağacın meyvesini yemesiyle başlar serüveni insanoğlunun.

Semavi Dinlere göre Allah, Dünya’yı yarattıktan sonra Adem’i topraktan kendi suretinde yaratır ve onu doğuda, Aden’de diktiği bahçeye koyar. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç vardır ve bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı bulunmaktadır.

Adem’e cennette yanlız kalmaması için de Havva adında bir eşi Adem’in kaburga kemiğinden yaratır. Gerçi bir önceki yazımda bahsettiğim gibi Tevrat’a göre bir de Lilith hikayesi vardır ancak sadece bir yorumdur.

Adem ve Havva bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebileceklerdir, ancak iyiyle kötüyü bilme ağacından yemek yasaktır...

İşte her şey bu ağacın yasak meyvesinin yenmesiyle başlar. Gizemin büyüsüne kapılıp merakla Adem ve Havva kendilerine yasaklanan meyveyi yer... Ve insanoğlunun hikayesi başlar. Adem ve Havva cennetten kovulur ve Dünya’ya inerler.

Peki sadece bir elmanın yenmesi midir cennetten kovuluşa sebep olan şey?

Yoksa Tanrı’nın emir ve kurallarına itaat etmemekten dolayı insana verilen bir ceza mıdır?

Ya da İslamiyet’te yazıldığı gibi şeytanın onları ayartması mıdır?

Kutsal kitaplarda anlatılanlar belli. Ancak görünenin ardında bir de görünmeyen, sembolik, batıni bir mesaj olabilir mi? Gelin biraz onu irdeleyelim...

Burada yasaklanan ağacın adı bize bir bilgi veriyor bence. Bu ağacın adı “iyiyle kötüyü bilme ağacı”. Peki “iyiyle kötüyü bilmek neden uygunsuz olsun ki?” diye insan düşünmeden edemiyor.

Bu soruya verdiğim cevap şu...

İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, haklılık-haksızlık;  hepsi hayattaki zıtlıklar. Tüm evren bu zıtlıklar üstüne kurulu. Buna “dualite” veyahut “kutupsallık” diyoruz.

Gölgenin ışık olmadan var olamayacağı gibi bizler bir tanımlamayı zıddı olmadan algılayamıyoruz, çünkü zihnimiz de bu evrensel ilkenin dünyevi iz düşümü gereği bu şekilde çalışıyor.

5 duyu organımız ve sezgilerimiz vasıtasıyla algıladığımız dünyayı zihin haritasımıza göre anlamlandıran bir mahlukatız bir insanlar. Bu zihin haritası ise özellikle 0-7 yaş döneminde şekilleniyor modern psikolojiye göre. Zihin dış dünyayı anlamlandırırken de zıtlıklarla düşünüyor; kıyaslıyor, genelliyor, indirgemeci ve determinist bir şekilde sınıflandırıyor. Anlamlandırmalardan oluşan bir konfor alanı yaratıyor kendine ve bunu hayat boyu da koruyor.

Her insanın bu şekilde kendi özlerinden kopuk bir şekilde “persona”lar iler, yani “kişilik maskeleri”yle hayatı yaşıyor. Ve garip olanı da bu maskelerin nasıl oluştuğunu ve ne zaman, nasıl, hangi durumlarda ortaya çıktıklarını ve maskeleniin diğer insanlara etkilerini de bilmiyorlar. Bu yüzden Antik Yunanistan’da Delphi Tapınağı girişinde yazan “kendini bil” sözü sanki tarihin derinliklerinden bize bir mesaj veriyor.

İşte alın size insanlar arası bir maskeli balo. Doğum ile saf ve bütün halinden, özünden kopan insan, yetişkin yaşamında bilinçsizce bir uyku halinde otomatik tepkilerle yaşıyor. Bir robot gibi. Kendini uyanık ve zeki sanıyor ama bu bir yanılsama, bir kandırmaca. O sadece uykuda. Ama uykuda olduğunu da bilmiyor, henüz uyanmamışsa.

Ancak zihnin dualist yapısı dünyayı anlamlandırmaya ve savunma mekanizmaları oluşturarak hayatta kalmaya yararken, aynı zamanda insanın tekamülü önündeki de en büyük engel. Zira, kendi konfor alanını korumak isteyen insan kendi BEN’liğine odaklanıyor. Ego kendini korumaya programlanıyor, çünkü sadece BEN var ego için o an. Henüz BİZ yok. BİZ sonraki bir aşama...

BEN’e odaklı insan, 7 milyar insanın birlikte yaşadığı, 200’den fazla ülkeyi barındıran bize göre büyük, ama devasa evrene göre bir kum tanesi olan şu güzelim Dünya’daki farklılıkları görmüyor. Göremiyor. Görse de anlamıyor.  Anlasa da sevmiyor.

İnsanlar kendilerinden başka insan ve olayları beğenmiyor, kabul etmiyor, değiştirmeye çabalıyor, yargılıyor, eleştiriyor, kıyaslıyor, suçluyor, kötülüyor, ayıplıyor, kınıyor. Yani kendinden farklı olanı KABUL etmiyor.

Ancak sevgili dostlar...

İnsan toplumda, Dünya’da yalnız değil ki. Yalnızlık Allah’a mahsus sadece. Ve hayat insanın kendinden ve kendi bildiğinden ibaret değilse eğer, o zaman insanlar arası, kültüler arası, toplumlar arası, inançlar arası, mezhepler arası, kişilikler arası, ırklar arası farklılıkları kabul etmesi gerek. Her şey olanı olduğu gibi kabul ile başlıyor, insan eğer yapabilse.

Kabul ile farklılıkları olduğu gibi kabul edebilen insan ise bir süre sonra çokluktaki birliği ve ahengi görmeye başlar. Bu ahenk öyle bir şeydir ki... Picasso’nun resmindeki tek bir fırça darbesini kaldırsanız o resim aynı güzellikte olmaz. Bu yüzden farklılıkların mozaiği çok önemli.

Ve farklılıklar aslında Yaradılış’ın başında olduğu gibi 2 temel güce indirgenebiliyor. Yin-Yang veya eril-dişil, anod-katod olarak da sembolize edilebilecek 2 temel güç. Ve yine karşımıza dualite çıkıyor. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, haklı-haksız...

İşte zıtlıkları birleyebilen kişi ise tekliğe varıyor...

Bu nasıl bir şey acaba?

Tasavvuf’ta nefsi raziye diye bir makam vardır ki bu ariflerin yani bilgelerin makamında da öte velilerin makamıdır. Bu makama Hz.Mevlana’nın deyişiyle RIZA ile erişilebilir. RIZA, sefayı belayı bir görme, lütfu kahrı bir görme, zıtlıkları birleme makamıdır. Yani artık kişi zıtlıkların kurguladığı yaşam okyanusunda zıtlıklar onu hangi yöne sürüklerse sürüklesin her şeyi bir görür ve her şeyi olduğu gibi sever. Bu bir “tanık zihniyeti”dir. Hastalığı bile misafir görüp sevebilmektir. Bu yüzden bu makam TEVHİD makamıdır, yani BİRLİK veya TEKLİK makamı.

Çok zor değil mi? Sanki bir hayal gibi ama yapanlar olmuş geçmişte...

RIZA makamında zıtlıklar bilinç seviyesinde artık yok ise “iyiyle kötülük” de yoktur artık. Her şey hayırdır çünkü. Her şey olduğu gibi lazım ve güzeldir. O zaman zaten insan dünyada cennetini tesis etmez mi?

Adem ile Havva’nın cennetten kovuluş hikayesine geri dönersek onlar iyiyle kötülüğü bilme ağacının meyvesini yedikleri için kovulmuşlar. Yani meyveyi yedikten sonra iyi ve kötüyü ayırt etmeye başlamışlar. Yani TEKLİK’ten DUALİTE’ye düşmüşler. Zıtlıkların içine düşmüşler. RIZA makamında sahip oldukları bütün, saf ve bir hallerinden dünyadaki zıtlıklar, uyku haline gönderilmişler...

İşte bu yüzden bu meyve yani elma bir sembol. Bir ısırık değil sadece bu. Zihinsel bir düşüş, hatta gerilemenin başlangıç adımı bı ısırık. Bir düşmüş melekler hikayesi sanki. Yapılmaması gereken bir şeyi yapıp tekamül merdiveninde geri adım atılması süreci.

O yüzden cenneti önce dünyada tesis etmek gerek. Önce kendi zihnimizde tesis edelim. Bu da olan her şeyi, her durumu, her insanı, her varlığı olduğu gibi, yargılamadan, eleştirmeden, kıyaslamadan, ayıplamadan KABUL ile başlıyor.

Zor hem de çok zor ama mümkün. Birisi yaptıysa herkes yapabilir. Sadece istemek ve çabalamak başlamak için yeterli. Yol çok uzun ve risklerle dolu. Simurg’un geçtiği türde tehlikeler ve testlerle dolu. Kendi küllerinden doğmak için önce yanmak gerekiyor.

Tek soru var...”bunu ne kadar istiyorsun?”

Hakikaten isteyene hakikatin kapıları sonuna dek açılır...Yeter ki bir çocuğun oyuncağını istediği gibi safça ve karşılıksız kalbinle iste...

Sevgiler,

Kenan

 

https://twitter.com/Naacel

https://www.facebook.com/public/Kenan-Kolday

https://instagram.com/naacel/

http://naacel.blogspot.co.uk/

http://www.felsefetasi.org/author/kenan-kolday

 

 
Toplam blog
: 245
: 1347
Kayıt tarihi
: 29.10.12
 
 

Çocukluğumdan beri kendimden büyük bir şeyleri arayıp durdum. Ve 1999 yılında yaşadığım şoklar il..