Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mart '12

 
Kategori
Kitap
 

Çetin Altan ile 'Bir Uçtan Bir Uca'.

Çetin Altan ile 'Bir Uçtan Bir Uca'.
 

Çetin Altan ve kitabının kapağı.


Sonra babam, Romanya'da azarladığı bir arabacıdan bahseder;


''Biraz hızlı sürsene şu arabayı'' demiş de, adam da bunun üzerine dönüp, gayet güzel bir Fransızcayla babamın hiç unutamadığı bir cevap vermiş kendisine,


''Genç subayım, ben memleketimde arabacı değil, albaydım, kusura bakma.''


Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarında, bir Osmanlı subayı olarak Romanya'da bulunan Çetin Altan'ın babasının, eskiden Beyaz Rus Ordusu'nda subay olan 'arabacı ' ile başından geçenleri, yazar da; 'Bir uçtan bir uca' adlı, 1965 temmuz ayında Dönem Yayınları'ndan çıkan gezi kitabında, okurlarıyla paylaşıyor.


Kitap, Çetin Altan'ın yine Milliyet Gazetesi'nde çalıştığı o yıllarda, 5 ülkeye (İsrail, İran, Afganistan, İsveç, Romanya) yaptığı geziler sırasında gazetesine gönderdiği 'fıkra'lardan oluşuyor.


1959 yılında Abdi İpekçi 'nin teklifi üzerine ve Peyami Safa'nın yerine, Milliyet'te yazmaya başlayan Çetin Altan,1927 İstanbul doğumludur.


1965-1969 yılları arasında TBMM'nde Türkiye İşçi Partisi milletvekiliği de yapan Çetin Altan; yine kendisi gibi yazar olan Ahmet Altan ve Mehmet Altan ile Zeynep Bakan'ın da babasıdır.


Bir uçtan bir uca'nın ilk bölümü İsrail'e ayrılmıştır ve ara başlık da 'Tevrat'ın Çocukları' adını taşır.


Altan ve yanındakiler İsrail'e gelişlerinde, Kudüs'ün biraz dışındaki bir havaalanına inerler. Havaalanında eşyalarını taşıyan hamalla sohbetinden, on iki yıl önce İzmir'den İsrail'e geldiğini öğrenir. Bir kaç gün geçip de, Avrupa'dan gelen yahudilerin, yeni devletteki konumlarını görünce ise, ''Yahudinin Avrupa'dan geleni devlet kurarken, Türkiye'den geleni ise hamallık yapıyordu, doğrusu bu beni üzdü'' der.


Kudüs'te o zamanlar ilk dikkatini çeken, ''Örülmüş lüle saçları, setreleri ve kendilerine özgü şapkalarıyla gezen muhafazakar yahudilerle, parklarda, sokaklarda el ele dolaşan sevgililerin aynı ortamları paylaşması'' olur. Amerikalı yahudilerin, özellikle de İsrail'de yaşayan muhafazakar yahudileri, ''Onlar bizim süsümüz'' diyerek koruyup, kolladıklarını yazar. 1960'ların başında, evlerini dahi 'getto'lar şeklinde ayrı yerlere kuran bu insanların, ülke nüfusunun %15'i civarında olduğunu ve o zaman sosyalist olarak kabul ettiği İsrail devletinde bu türde azınlık grupların da, hiçbir şekilde sıkıntı yaratmadıklarını iddia eder.


İsrail'den, İstanbul'a geçilen yazılarında, 'Bir dinden, bir ırk çıkartan tevrat ' olgusu sık sık vurgulanır. Yüzyıllarca topraksız ve devletsiz olmalarına karşın, kendilerini birarada tutan dinlerine, herkesin saygı duyduğunu söyler ancak, dine duyulan bu saygıya karşın, devlet yönetiminde 'din temelli idareciler'e yer ve taviz verilmediğini de özellikle belirtir.


Aslında Çetin Altan'ın İsrail gezisinin zamanlamasına baktığımızda, o günler çok şeylere gebedir...


1964'de Filistin Kurtuluş Hareketi kurulur,


5 Haziran 1967'de başlayan '6 gün savaşı'nın sonunda da, İsrail, Gazze ve Sina yarımadasını Mısır'dan, Golan tepelerini de Suriye'den alır, ardından da Batı Şeria ile Doğu Kudüs'ü işgal eder,


Altan, Araplarla İsraillileri kıyaslarken, Yahudilerin planlı programlı şehirleşmeye önem verdiklerini, önce her şeyi planlayıp sonra inşa faaliyetlerine başladıklarını, ancak geniş bulvarlar ve yollar yaptıktan sonra binaları diktiklerini, Arapların ise yapılmış binaların arasından bazılarını seçip yıkarak yollar açtıklarını anlatır. Bir de o zamanlar İsrail'de evlerin dış görünüşleriyle, içlerinde yaşayanların 'sınıf farkını' göstermediğini belirtip, ''5 yıldızlı otel de yok ama, gecekondu da'' der.


Üniversitelerin paralı olmasına ise bir itirazı yoktur, ''Herkes de üniversite okursa olmaz ki zaten?'' şeklindeki düşüncelerini, yazıya döker.


İsrail devletinin geleceği ile ilgili de bir öngörüde bulunarak şöyle yazar; ''Muhafazakar yahudiler, tevrat temelli olarak yaşattıkları milletlerinin, artık bir devlete kavuşması üzerine, görevlerini bitirmiş olduklarından, kısa süre sonra yönetimi çağdaş insanlara devreceklerdir''


İsrail Devleti'ni kuran yahudilerle ilgili olarak ilginç yorumların olduğu kitapta, dikkat çeken diğer bazı cümleler de şöyledir;'' Yahudiler başka memleketlerde 'sığıntı' gibi yaşadıklarından, her an dikkatli ve uyanık olmak zorundalardı ancak, şimdi kendi devletlerini kurmanın rehavetine kapıldıklarından dolayı, pas tutmaya adaydırlar''. ''Yahudilerin başka memleketlerde sadece kar düşünen liberaller, kendi ülkelerinde ise sosyalist oldukları'' da yazarın bir diğer iddialı gözlemidir.


Kudüs'ü gece eğlencesi açısından değerlendirdiğinde, iş saatleri bitiminde fişi çekilmiş bir elektrikli alete benzetir. ''Saat on iki oldu mu, hayat duruyordu'' dedikten sonra, Tel Aviv'de gittikleri bir gece kulübünde kurumuş mumlardan yapılan bir 'mum dağı'nı, eriyen mumların gözyaşlarını andırmasından dolayı, Yahudilerin yıllardır gözyaşları ile kurdukları devletlerine benzettiklerini söyler. Gözyaşları üzerine kurulu bir devlet.


Altan, İsrail'de kendisini iki şeyin sıktığını yazar. Birincisi, basına konulduğunu iddia ettiği askeri sansür, ikincisi de İsrail milliyetçiliği.


Dünyayı 6 günde yaratıp, cumayı da dinlenmek için kendine ayıran tanrıya özenerek, İsraillilerin şehirlerde tüm işleri o gün bıraktıklarını ve sokakların da kedilere kaldığını söyler.


Aslında bilinen, ancak bilmeyen genç kuşakları da düşünerek yazmakta bir sakınca olmadığını düşündüğüm bir konuyu da anlatır yazar. 1897'de Dünya Siyonist Teşkilatı, bir Yahudi Devleti kurmaya karar verir ve bu amaçla kaynak yaratmak için '''Yahudi Milli Fonu''nu kurar. Ardından da Filistinlilerden geniş araziler satın alır, Filistin'e göçmen gelen Yahudiler de bu arazilerde çalışır, teşkilat de onları kontrol eder. Yani bir yerde İsrail Devleti'nin toprağını onlara, bugünün mağduru Filistinliler satar aslında...


1909 yılında Rusya'dan 15 kişilik bir grup gelir ve ''Biz kolektif bir çalışma yapacağız' derler. Daha ne komünizm ne de devrim olmuştur oysa. Tolstoy'dan da esinlenen bu grup, 'herkes kendi ihtiyacını kendisi üretsin' felsefesindedir. Bu 'kibbutz'lar, kısaca 'siyonizm ve sosyalizm'in biraraya geldiği, İbranice 'topluluk' anlamına gelen, İsrail'de üretimin temellerinin atıldığı ilk tesislerdir. Başta tarımsal olarak kurulan kibbutzlar, daha sonra zamanla sanayi kibbutzları haline dönüşürler.


İsrail hakkında gazeteye gönderilenler belki bugünlerde tüm arama motorlarında kolayca bulunacak bilgileri içeriyor ama, o günlerin haberleşme olanakları düşünüldüğünde; yeni bir devlet, nakledilmiş, taşınmış vatandaşları ve ilk defa uygulanan bir ekonomik kalkınma planıyla ilgili yazılar, doğal olarak herkesin ilgisini çeker.


Unutamadığım İsveç


Kitapta yer alan ikinci gezi notları İsveç'e dairdir. İsveç ile ilgili ilk öğrendiği şey de, o zamanlar gece yarısından sonra bara gidip içiki istememesi gerektiği olur. Uzun yıllardır savaş görmeyen (1814'den beri) İsveç'in, Fransa'dan aldığı kredi ile kendi doğal kaynaklarını çıkarttığı, ekonomik gelişme sonucunda kadınlarının da ekonomik özgürlüklerine kavuştuklarını söyledikten sonra yazdıkları, daha çok 'cinsel devrim' hakkında yoğunlaşır ki, o günlerde bunları okuyanların İsveç hakkında neler düşündükleri tahmin edebilmek o kadar da zor değildir. Sanki Türkiye'yi deve, dansöz, fes üçgenine hapseden yabancılara inat, Altan da İsveç'i barlarıyla anlatmaya başlayıp, sarışın kadınlarından bol bol sözederek devam eder. Ardından da istatistiklerle dolu ve ne yazık ki oldukça keyifsiz bir 'İsveç yazıları' ortaya çıkar. Bir Demet Tiyatro'daki Saldıray abi de, belki anakronik olacak ama, İsveç'e gitseydi sanırım bundan daha farklı anlatamazdı.


Gidilen ülkede kısa bir süre kalınca , herhalde insan da kendisine anlatılanları aktarmak ve eline verilen dokümanları çevirmekle orayı tanıtabileceği yanılgısına kapılıyor olmalı ki, Çetin Altan da bu hataya düşmüş. Zaten sonunda kendisi de ağzındaki baklayı çıkartıyor, ''Elimde bir istatistik kitabı, İsveç ile ilgili her veri var.''


İran - Afganistan


Kitabın en ilgili çeken bölümü, İran ve Afganistan seyahatlerinin anlatıldığı satırlar. Belki bu kez 'ekip' de iyi ve o yüzden bu da kaliteye yansımaktadır. Güneş Karabuda, Barbro Karabuda ve Fikret Otyam bu gezideki yol arkadaşlarıdır.


Şah zamanında yapılan yolculukta, SAVAK her an peşlerindedir ama neyse ki başlarına ciddi bir olay gelmez.


Gezip gördükleri İran'ı, bir üçgene benzetir. Tepede lüks içinde yaşayan Şah yanlıları ama altlara inildikçe de yoksulluk çok belirgindir. Tepki vermek, protesto etmek ve iktidar; o dönemde bir arada anılmalarının imkansız olduğu sözcüklerdir.


İran'ın Hazar kıyıları, Çetin Altan'ın Azerilerle tanışması ve ayrıca bu bölgelerin,zengin İranlıların sayfiyesi olması yönünden de uzun uzun anlatılarak, bu topraklarda yaşayan insanların sıcak kanlılığına defalarca vurgu yapılır.


Bu arada ilgimi çeken bir detay, yazarın İran'da bir olayı anlatırken ''Beyoğlu'ndaki sarkıntılıkların benzeri bir durumla hiç karşılaşmadık'' demesidir. Doğrusu insan,''Demek 50 yıldır bize söylenen, Beyoğlu'na kravatsız çıkılmaz, büyük bir yalanmış ya da tacizciler o zamanlar en azından kravat takarlarmış'' diye düşünmeden edemiyor.


İran'la ilgili son yazısında, Nişabur'daki Hayyam'ın türbesinde, en azından turistlere şarap satılmamasına bozulduğunu yazar ve daha sonra da, sınıra yakın bu bölgeden İran'ı terkedip ardından da Afganistan'a geçerler.


Afganistan yazılarında, sefalet, asık suratlı insanlar, kadınların çarşafların ardına saklanmaları, uyuşturucu bağımlılığı, dünyanın her yerinden akan yardımlara rağmen kalkınamamışlık anlatılır. ''Amerikalılar, Ruslar durmadan yollar yapıyor ama insanlar dünyanın en yoksul halkı olarak sadece yaşama tutunmaya çalışıyorlardı'' diye yazar. Bir ara yolda suları biter ve önlerinde de daha saatlerce sürecek, yüzlerce kilometre yol vardır.


Bu konuda, beraber yolculuk yaptıkları Güneş Karabuda daha sonra bir söyleşisinde şöyle der ;

"Volkswagen bir minibüsümüz vardı. İsveç'ten Türkiye'ye geldik, arkadaşları da alıp karayoluyla İran üzerinden Afganistan'a gittik. İran'da şah dönemi. Şah'ın gizli polisi Savak takıldı peşimize. Zar zor Afganistan'a girdik. Orada da krallık dönemi. Çok maceralı bir yolculuktu. Kavurucu sıcakta yol alıyoruz. Herat'la Kandahar arasında içme suyumuz bitiyor. Daha saatlerce gidecek yolumuz var. Bir şişeden az kalmış suyu birer yudumdan fazla içmekten utanarak birbirimize ikram ediyoruz. İçimizde hiç su içmeyen, kendi payını da bize bırakan Çetin Altan'dı."


Romanya ile yazılarında ise Romenlerin, Sovyetler Birliği'nin baskısından kendilerini kurtarabildikleri ölçüde yaptığı atılımları, şaşkınlıkla ve hayranlıkla karşıladığını okuruz ve Çetin Altan'ın en çok da, Karadeniz kıyılarındaki turizm tesislerinin ilgisini çektiğini öğreniriz.


Daha henüz üzerinden elli yıl bile geçmemiş bir gezinin notları, günümüz bilgi çağı ile kıyaslandığında okuyana gerçekten de çok 'ilginç' geliyor. İnsanlığın teknolojik olarak ulaştığı nokta, gerçekten de muhteşem ancak; sınırsız bir şekilde bilgiye ulaşmak ne kadar güzelse, insan hayatındaki zorlukların, kanlı iktidar mücadelelerinin, yönetimi en ufak bir şekilde eleştirmenin cezalandırılmasının ve en kötüsü de yoksulluğun, gittikçe değişmez, değiştirilemez kader haline gelmesi de bir o kadar acıklıdır.


 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..