Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '14

 
Kategori
Edebiyat
 

Çeviri anlaşılır olmalı mıdır?

Çeviri anlaşılır olmalı mıdır?
 

Hermann Hesse ve benzerlerinin eserlerini çevirebilmek...


Çeviri bir dilden başka bir dile aktarma, çevirme, tercüme olduğuna göre, başlıktaki soruyu anlamsız bulabilirisiniz. Haklısınız, sonuçta çeviri bir metnin sizin anladığınız dile tercüme edilmesidir. Bu yüzden de zaten belli başlı amacı, anlaşılmayanı anlaşılır kılmaktır.

Ancak çeviri sadece anlaşılmayanı anlaşılır kılmak değil, bunu yaparken hataya yer vermemek ve söz konusu metnin ruhuna sadık kalabilmektir. Bu yüzden edebi eserlerin çevirisi veya tercümesi çok daha farklı bir konumdadır. Roman çevirisi yapanlar, adeta kitabı yeniden yazdıklarını söylerler. Hatta bazen çeviri aslından bile düzgün olabilir, eğer söz konusu yazarın anadilinde yanlış kullandığı kavramları ve kalıpları çevirmen kendi diline doğru adapte ederse. Ancak çoğunlukla tersine, yani yetersiz ve kötü bir çeviriye denk gelmek daha olasıdır.

 

Nereden aklıma geldi diye soracak olursanız, aslında çoktandır yazmak istediğim ve bir türlü fırsat bulamadığım bir konuydu bu. Bu yüzden dün @EdebiyatHaber'in Twitter'de denk geldiğim “Soruşturma: Çevirmek ve Yazmak'' adlı makalesi çok ilgimi çekti. Arjantin'den “Buenos Aires Edebiyat Çevirmenleri Kulübü” bir soruşturma yapmış ve dünyanın farklı yerindeki çevirmenlere üç soru sormuş. Sorulardan birincisi, çeviri ve yazının nelerde benzeştiği ve nelerde ayrıştığına dairmiş. EdebiyatHaber de gelen cevaplardan bir derleme yapmış. İşte bazıları:

"Konuşmak çevirmektir; meleklerin dilinden insanın diline çevirmektir, yani düşünceleri söze çevirmek, şeyleri isime, görünümleri işarete..."

"Çünkü diller arasında eşanlamlılık, bir dilin kendi içinde bile, bir tür batıl inançtır, yani imkânsız bir şeydir mesela Almancadaki “Waldeinsamkeit” kelimesinin tekil güzelliğini bir çırpıda veren İspanyolca bir kelime bulmak."

"Alenen bir yaratıcılık ve zanaatkârca emek istemeleri bakımından benzeşirler... Her ne kadar çevirirken pek çok olası çeviri arasından kendine özgü bir tanesini seçme anında kesin bir özgürlük söz konusu olsa da..."

"Çeviri de yazı gibi kelimelerden yapılır ama yazı gerçekleri ve fantezileri söze çevirir, çeviri ise sözleri başka sözlere çevirir."

"Çünkü yazı uçurumun kenarında yazılır, ama çeviri her zaman sağlam zeminde yapılır. ...bu gibi durumlardan (her ne kadar iyi bir metin çıkabilirse de) iyi bir çevirinin ortaya çıkacağına inanmıyorum."

"...bir çevirinin okurlarının da metni özgün eserin okurlarının yaşadığı estetik deneyime karşılık gelecek biçimde duygusal ve sanatsal olarak kavramaları…"

"Sosyal bilimler çevirilerinde, çoğunlukla, özellikle ilk defa yayınlanan bir makale söz konusuysa, çeviri işi edisyon işiyle, hatta üsluptaki düzeltmelerle birlikte yürür. Ve bazen amaç metnin açık olması, anlaşılır olması gibi dertlere de kayar ki bu edebi çeviride asla düşünülemeyecek bir şeydir..." ( Biraz da şaka olarak, bazen insan yalnızca hoşuna gideni çevirmeli diye düşünüyorum: Yani istek olarak çevirmek, meslek olarak değil.) 

"…yazı ve çeviri yazar ve çevirmenden kendi dillerine bir adanmışlık talep ederler, genel olarak dilin sınırları ve zorlukları, ifadenin meydan okumaları karşısında bir adanmışlık gerektirirler..."

"...çeviri de, nihayetinde, yaratıcıdır ama yaratmaz."

"Yazardan farklı olarak kendi sesinden yoksundur, ama özgünlükten değil; çünkü çevirmenin konumu da aynı şeyi söylemek için çoğu zaman taklit edilemez olan kendine has bir çözüm bulmayı gerektirir."

 

Gerçekten de çeviri ve yazıya dair son derece yerinde saptamalar. Bunların içinde benim ilgimi en çok çeken, edebi çeviride metnin açık ve anlaşılır olması gerekmediğine dair olan yorum oldu. Ben buna katılamayacağım, çünkü özgün eserde metin ne kadar açık ve anlaşılırsa, çevirinin de o kadar açık ve anlaşılır olması gerektiğine inanıyorum. Bu konuda özellikle de bazı Almanca eserlerinin çevirisinin çok yetersiz ve adeta özgün eserin niteliğini bozar düzeyde olduğunu düşünüyorum.

Şu anda bulamadım, ama oğlumun lisedeyken okuduğu Hermann Hesse'nin "Bozkır Kurdu" adlı çevirisinde bazı paragrafları anlamak imkânsızdı, çünkü alenen cümle düşüklüğü vardı. Bazı yerlerde metin adeta kalıp olarak tercüme edilmişti ve o haliyle tümüyle anlaşılmaz bir kelimeler düğümüne dönüşmüştü. Eğer orijinalinde de durum böyleyse, hiç itirazım yok.

Ancak Almancada yarım sayfa uzunluğunda cümle kurmanın mümkün olduğunu biliyorum, hem de en ufak anlam eksikliği olmadan. Bu durumda siz aynısını yapabilmek için, paragrafı anlaşılmaz kalıplar halinde verirseniz, o eseri "öldürmüş" olursunuz. Çevirmen olarak, kendi dilinizdeki en yakın olanını bulup, aslının ruhunu ve kıvraklığını veya tutukluğunu bozmadan okura aktarmanız gerekir. Çeviri veya tercümenin özü budur. Ama bunu ekleri ve fiilleri "yutarak" yapamazsınız. O zaman eksik ve hatalı bir metin çıkar ortaya.

Bu gözle bakınca sadece edebi değil, sıradan çevirilerin bile saç baş yoldurttuğunu görebilirisiniz ülkemizde. Bazı çevirmenler en basit cümleleri bile adeta Çinceye çevirme konusunda çok maharetliler. Bilmiyorum, bu dile hâkim olamadıklarından mıdır yoksa belli başlı kalıplar dâhilinde çeviri yapmak daha kolaylarına geldiğinden mi.

Rus asıllı Alman bir kadın tercüman, 60 yaşından sonra tüm belli başlı klasik Rus eserlerini tekrar Almancaya tercüme etmeye karar vermiş. Nedeni de, özensiz çeviriler yüzünden eserlerinin içeriğinin bozulması olmuş. Çevirmenlere en önemli öğüdü, mutlaka sözlükteki kelime karşılığına sadık kalmaları. Çünkü öyle olmayınca, örneğin "ölümün siyah gölgesi" zamanla "yok olmanın karanlık izdüşümü"ne dönüşebiliyor.

 

Bu konuda Der Spiegel'den yaptığım “İslam Ve Hıristiyanlık: Ezeli Çekişme” adlı çeviride de çok ilginç ayet örnekleri var. İlki dergide yer alan oldukça serbest çeviri hali, ikincisi ise benim mealden bulduğum karşılığı:

“Allah en iyi mesajı gönderdi.” (Der Spiegel) / “Allah, ayetleri birbirine ahenkli ve mükerrer gelen Kuran'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.” (39/23)

”O, her gün bir istekle meşgul.” (Der Spiegel) / “Göklerde ve yerde olan her şey O'ndan ister. O, her an yaratma halindedir.” (55/29)

“Yüzünü Allah'a çeviren ve doğru davranan, Rabbi tarafından mükâfatlandırılacaktır.” (Der Spiegel) / “Hayır, öyle değil! İyilik yaparak kendini Allah'a verenin ecri Rabbin katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/112)

 

Görüldüğü üzere, çeviri çok hassas bir konudur. Kullandığınız kelimelere göre, içerik bambaşka bir hal alabilmektedir. Belki önemsiz bir ayrıntı, ama haberlerde soru yönetilen turistler genelde ülkemizi beğendiklerini söylerken, çeviride bu mutlaka “muhteşem” ülkemizi “çok” beğendikleri şeklinde verilir.

Demek ki çeviride içeriğe sadık kalma her şeyden önemlisi.

Ancak yukarıdaki tüm yorumlar içersinde en beğendiğim, insanın bazen yalnızca hoşuna gideni çevirmesinin tavsiye edilmesi oldu. Çevirinin meslek değil de istek olarak yapılması.

Benim tesadüfen böyle bir “isteğim” olmuştu. Tanınmış bir kitapevimize başvurdum, onlar da bana Hermann Hesse'nin henüz Türkçeye çevrilmemiş olan bir eserinin giriş bölümünü verdiler. Birkaç sayfa olmasına rağmen beni çok uğraştırdı, ancak bir o kadar da zevk aldım. Bu köşeyi takip edenlerin de bildiği üzere, çeviri yapmayı oldum olası çok severim (“Çevirilerim”).

Ancak tabii ki edebi eser bambaşka bir konu, gerçektende belli ölçülerdeki adanmışlığı, bilgiyi ve birikimi gerektiriyor. Bu açıdan da yetersiz kalmış olabilirim.

Kitapevi bana olumlu ya da olumsuz dönmeye söz vermişti. Ancak ülkemizde adet olduğu üzere, en ufak bir geri bildirim olmadı. Kendim birkaç defa aradım, ancak bir türlü bu konuda yetkili olan kişiyle görüşemedim. En azından ne kadar kötü veya yetersiz olduğumu öğrenmek isterdim. İnternetten takip ettiğim kadarıyla, söz konusu kitabın çevirisi henüz yayınlanmış değil.

Madem ki bu kadar emek verdim, en azından çevirinin bazı kısımlarını siz okurlarla paylaşayım dedim. Eserin adı bende saklı kalsın. Hikâye ve verilen ruh hali beni çok etkiledi, vaktiniz ve ilginiz olursa belki bir göz atmak istersiniz.

Zuhal Nakay

 

ÇEVİRİ (deneme)

"...Artık başına herhangi bir şey gelmeyeceği, sınır ötesinde ve sahte pasaportla şimdilik tüm takiplere karşı güvende olacağı düşüncesi, bu hoş ve rahatlatıcı düşünceyi, onunla ısınmak ve tatmin olmak özlemiyle tutuşarak, devamlı öne çıkarıyordu; ancak bu güzel düşünce çocuğun kanatlarına hava üflediği ölü bir kuş gibiydi. Yaşamıyordu, gözlerini açmıyordu, kurşun gibi elden düşüyordu, zevk, parıltı ve mutluluk aşılamıyordu. Tuhaftı, günlerdir hep dikkatini çekiyordu: kesinlikle dilediğini düşünemiyordu, düşünceleri üzerinde bir etkisi yoktu, onlar kendi istedikleri gibi ilerliyorlardı ve tüm karşı koymalarına rağmen ona eziyet veren düşlerde duraksıyorlardı. Beyni sanki yabancı bir elin resimlerin seyrini düzenlediği bir kaleydoskop gibiydi. Belki de uykusuzluk ve telaştandı, uzun zamandır da asabiydi. Her ne olursa olsun durum berbattı ve eğer yakında tekrar biraz huzur ve neşe bulmak mümkün olamazsa, umutsuz bir durumdu...

...Tanrım, neden bütün bunları yüklenmişti ki, neredeyse kırk yaşına gelmiş bir erkek, uysal bir memur ve entelektüel eğilimleriyle bilinen sessiz sedasız bir vatandaş, sevgili çocuklarının babası olarak o? Neden? Hissediyordu: Bir dürtü olmalıydı, yeterince güçlü olan bir baskı ve güdü, onun gibi bir erkeği olanaksıza yönelten - ve ancak bunu öğrenince, bu zorunluluğu ve dürtüyü, içinde yeniden düzen oluşunca, ancak o zaman biraz nefeslenmek olasıydı.

Aniden doğruldu, şakaklarını başparmaklarıyla ovdu ve düşünmeye çalıştı. Olmadı, kafası taş gibiydi ve sanki heyecan yorgunluk ve yetersiz uyku yüzünden içi boşalmıştı. Ancak yapacak bir şey yoktu, düşünmeliydi. Aramak ve bulmak zorundaydı, yine kendini bulmalı ve biraz olsun tanıyıp anlamalıydı. Yoksa yaşam artık dayanılacak gibi değildi...

...Bunların hepsi ne kadar da yorucuydu! Aslında – bir suçlu olmanın ne kadar zor olduğu bilinse - -! Baskıdan yumruklarını sıktı. Tüm bunlar zaten onu hiç ilgilendirmiyordu, Hotel Milano, istasyon, bavullarını taşıyanlar, bunların hepsini kolaylıkla bir yana bırakabilirdi – hayır, söz konusu olan daha başka bir şeydi, daha önemli bir şey. Neydi?...

...Yansımasına ümitsizce bakarken, burnuyla cama yaslanmış halde, tekrar uyudu. Belki saniyeler, belki saatlerce. Ara sıra kafasını vuruyordu, gözlerini açmıyordu.

Bir rüyadan uyandı, son bölümü aklında kalan. Rüyasında çok hızlı ve deli gibi bir şehrin içinden, yokuş yukarı ve aşağı giden bir arabanın ön kısmında oturuyordu. Yanında arabayı kullanan biri oturuyordu. Rüyasında onun karnına bir tekme indirip, direksiyonu ele geçirip kendisi kullanmaya başladı, vahşice ve iç daraltan bir şekilde rastgele, atlar ve vitrinleri kıl payı geçerek, ağaçlara sürtünerek, öyle ki gözlerinin önünde kıvılcımlar uçuşuyordu.

Bu rüyadan uyandı. Başı hafiflemişti. Rüyasında gördüklerine güldü. Karına indirdiği tekme iyiydi, bunu sevinçle tekrar hissetti. Rüyayı tekrar baştan kurmaya başladı ve üzerinde düşündü. Nasıl da ağaçların yanından vınlamıştı! Belki de tren yolculuğu yüzündendi? Ama direksiyonu kullanmak, tüm tehlikeye rağmen, bir zevkti, mutluluktu, kurtuluştu. Evet, kendin kullanmak ve o anda parçalara ayrılmak, hep başkası tarafından güdülmek ve yönlendirilmekten iyiydi.

Ama – rüyasında aslında kime bu darbeyi indirmişti? Yanında oturan arabanın direksiyonundaki yabancı şoför kimdi? Herhangi bir yüz ve beden anımsamıyordu – sadece bir duygu, belirsiz karanlık bir ruh hali… Bu kim olabilirdi? Taptığı biri, hayatında egemenlik tanıdığı, üstünde olmasına katlandığı ve yine de içten içe nefret ettiği, sonunda karnına tekmeyi bastığı biri! Belki babası? Veya üstlerinden biri? Ya da - ya da sonunda - ?

...gözlerini kocaman açtı. Kayıp ipliğin bir ucunu bulmuştu. Her şeyin yeniden bilincine varmıştı. Rüya unutulmuştu. Daha önemli şeyler vardı. Artık biliyordu! Artık neden bu hızlı trende olduğunu, neden artık ….. olmadığını, neden parayı iç ettiğini ve neden sahte evrak düzenlediğini, bilmeye, hissetmeye, tatmaya başladı. Sonunda, sonunda!

Evet, böyleydi. Kendinden gizlemenin anlamı yoktu. Karısı yüzünden olmuştu, yalnızca karısı yüzünden. Sonunda bunu anlayabilmesi ne kadar iyiydi!

Bu bilincin zirvesinden bakınca uzun zamandır gittikçe daha da küçük ve değersiz parçalara dağılan yaşamının geniş kesitlerini birdenbire kavrayabildiğini düşündü. Geride bırakılmış uzun bir döneme, tüm evliliğine baktı ve bu dönem ona, bir adamın tozun içinde tek başına ağır bir yükü sürüklediği uzun, yorgun, ıssız bir yol gibi göründü. Gerilerde bir yerde, tozun ötesinde görünmez bir şekilde gençliğinin parlak zirvelerinin ve yeşil hışırtılı tepelerinin kaybolduğunu biliyordu. Evet, bir zamanlar gençti ve kimseye benzemeyen bir delikanlıydı, büyük düşler görmüştü, kendinden ve yaşamdan büyük beklentileri vardı. Ama o zamandan beri toz ve yüklerden, uzun yollardan, sıcaklık ve yorgun dizlerden başka bir şey yoktu, kurumuş kalbinde uyuklayan, yaşlanmış pusuda bekleyen bir sıla hasreti dışında. Yaşamı bu olmuştu. Yaşamı bu olmuştu.

Pencereden dışarı baktı ve hayretle irkildi. Alışkın olmadığı resimler ona bakıyordu. Birden irkilerek güneyde olduğunu gördü. Şaşkınlıkla yerinden doğruldu, dışarıya eğildi ve yine bir örtü sıyrıldı ve yazgısının bilmecesi biraz daha belirginleşti. Güneydeydi! Yeşil teraslarda asma çardakları gördü, yarı harabe halinde altuni kahverengi surları, eski gravürlerdeki gibi açmış kıpkırmızı ağaçları! Küçük bir istasyon kayboldu gitti, İtalyanca bir adı olan, ogno veya ogna benzeri.

Buraya kadar ….. yazgısının yönünü okuyabiliyordu. Evliliğinden uzaklaşıyordu, görevinden, o ana kadar yaşamı ve yurdu olan her şeyden. Hedefi güneydi! Ancak şimdi, neden kaçışının tüm telaşı ve sarhoşluğu içersinde bu İtalyan isimli şehri gözüne kestirdiğini anladı. Bir otel rehberinden seçmişti, görünürde gelişigüzel ve işi şansa bırakarak, bunun yerine Amsterdam, Münih veya Malmö de diyebilirdi. Ama şimdi artık rastlantı değildi. Güneydeydi ve Alpleri aşmıştı. Ve böylece gençliğinin en ışıltılı arzusunu yerine getirmişti, anlamsız yaşamının uzun tekdüze yolunda simgesel anıları sönmüş ve kaybolmuş olan gençliğinin. Bilinmeyen bir güç yaşamının en ateşli arzularının gerçekleşmesini sağlıyordu; çoktandır unutulmuş olan güney özlemi ve gizli kalan, hiçbir zaman su yüzüne çıkamayan ve serbest kalamayan, evliliğinin ırgatlığından ve tozundan kaçma ve özgür olma isteği. Üstleriyle yapılan o kavga, parayı iç etmeyi sağlayan o sürpriz fırsat - ona o ana kadar önemli görünen her şey, şimdi küçük rastlantılara dönüşüyordu. Onu onlar yönlendirmemişti. Ruhundaki o iki büyük istek galip gelmişti, diğer her şey yalnızca araçtı...

...Bu arada tren gidiyordu ve köyler art arda ona doğru geliyordu, tanımadık güzellikte, çok neşeli resimli bir kitap gibi, güneyden beklenilen ve kartpostallardan bilinen tüm o güzel nesnelerle dolu; derelerin ve kahverengi kayaların üzerinde yer alan taştan kemerli güzel köprüler, üzerlerinde küçük eğrelti otu bitmiş üzüm bağı duvarları, ince çan kuleleri, rengarenk boyanmış kilise cepheleri veya hafif, asil kemerlerin gölgelediği kubbeli mekânlar, pembe sıvalı evler ve en soğuk maviyle boyanmış kalın duvarlı sıra kemerli avlular, aşılı kestane ağaçları, oraya buraya serpilmiş siyah serviler, tırmanan keçiler, bir malikanenin önünde çimlerin üzerinde palmiyeler, kısa ve kalın gövdeli. Hepsi de tuhaf ve oldukça inanılmazdı, ancak bununla beraber oldukça güzel ve bir şekilde de avutucuydu. Bu güney gerçekti, masal değildi. Köprüler ve serviler gerçekleşen gençlik rüyalarıydı, evler ve palmiyeler şöyle diyordu: Artık geçmişte değilsin, bir sürü yenilik başlıyor. Hava ve güneş ışığı baharatlı ve keskinleşmiş gibiydi, nefes almak daha kolay, tabanca daha az gerekli, raylar üzerinde silinip gitmek daha az zorunluydu. Denemek olanaklıydı, her şeye karşın. Yaşama belki de katlanılabilirdi.

Yine güçsüz düştü, artık daha kolay teslim oldu ve uyudu, akşam olana kadar ve bu küçük oteller şehrinin haykırılan ismi onu uyandırana dek. Aceleyle indi.

Kasketinde "Hotel Milano" yazan hamal onunla Almanca konuştu, bir oda ayarladı ve adresi aldı. Uykulu bir şekilde camla kaplı gardan ve dumandan dışarı ılık geceye sendeledi...

...Burasının Honolulu, Meksika veya İtalya olması onun için pek fark etmemeliydi. Bilinmeyendi, yeni bir dünya ve yeni bir havaydı, onu şaşkına çevirse ve içten içe korkutsa da, sarhoşluk ve unutma ve yeni denenmemiş duygular da kokuyordu...

...Tınısı gençliğindeki düşlerinden çıkıp gelmiş gibiydi. Bilinçsizce yolu takip etti, kendinden geçmiş bir şekilde ağustos böceklerinin şarkı söylediği ılık geceye aktı. Bir üzüm bağı göründü, büyülenmiş bir şekilde durdu: Bir havai fişek gösterisi, küçük yeşil parıltılardan oluşan ışıklar silsilesi havayı doldurdu ve kokulu uzun otlarla binlerce kayan yıldız, dağınık bir halde sarhoşçasına sallandılar. Bir ateşböceği sürüsüydü, yavaş ve usulca ılık kımıldayan gecenin içinden hayalet gibi ilerledi. Yaz havası ve yeryüzü harika ışıltılı şekillerle ve binlerce küçük hareketli yıldız görüntüleriyle coşuyordu.

Yabancı uzun süre bu büyüye kapılıp kaldı ve bu güzel tuhaflık karşısında yolculuğunun korkulu öyküsünü ve yaşamının korkulu öyküsünü unuttu. Hala gerçek diye bir şey var mıydı? Hala mağazalar ve polis? Hala memur adayları ve eğitim raporları? On dakika ötede tren istasyonu var mıydı?

Yaşamından çıkıp bir masala yolculuk etmiş olan kaçak, yavaş yavaş şehre geri dönü. Lambalar ışıdı. İnsanlar ona anlamadığı sözcüklerle seslendi. Bilinmeyen dev ağaçlar çiçeklerle bezenmişti, taştan bir kilise baş döndüren terasıyla uçurumun üzerinde asılıydı, merdivenlerin kestiği aydınlık sokaklar dağdaki dereler gibi hızla küçük şehre doğru akıyordu...

...otelini buldu ve fazlaca aydınlatılmış yavan mekânlara, lobi ve merdiven evine adımını atar atmaz heyecanı söndü ve korkak çekingenliği geri döndü, laneti ve kara lekesi. Sıkılarak kapı görevlisinin, garsonların, kominin ve otel müşterilerinin dikkatli, süzen bakışlarının arasından geçip lokantanın en ücra köşesine süzüldü. Zayıf bir sesle listeyi istedi ve sanki fakirmiş ve idareli davranması gerekiyormuş gibi tüm yemeklerin fiyatlarını dikkatle inceledi, ucuz bir şeyler sipariş etti, zorla kendisini yarım şişe Bordeaux'ya ikna etti, tadını beğenmedi ve sonunda kapısını kilitlediği bakımsız küçük odasında yatınca mutlu oldu. Çok sürmeden uyuyakaldı, istekli ve derin uyudu, ama yalnızca iki üç saat. Daha gecenin yarısında uyandı.

Bilinçaltının dehlizlerinden düşman karanlığa baktı, nerede olduğunu bilmiyordu, çok önemli şeyleri unutmuş ve kaçırmış olmanın boğucu ve suçluluk dolu duygusunu yaşıyordu. Şuursuzca etrafı yoklayarak bir düğme buldu ve ışığı yaktı. Oda çiğ ışığa gömüldü, yabancı, ıssız, anlamsız. Neredeydi? Pelüş koltuklar kötü bakışlarını dikmiş duruyorlardı. Her şey ona soğuk ve sorgularcasına bakıyordu. O esnada kendini aynada gördü ve unutulanı yüzünden okudu. Evet, biliyordu. Eskiden bu yüzü yoktu, bu gözler, bu çizgiler, bu renkler. Bu yeni bir yüzdü, daha önce de dikkatini çekmişti, cam bir yüzeyin yansımasında, bu deli günlerin kovalayan oyununun bir yerinde. Bu kendi yüzü değildi, bu iyi, sakin ve biraz da katlanan bir ……...-…..-yüzüydü. Bu damgalanmış birinin yüzüydü, kader tarafından yeni simgelerle damgalanmış, öncekinden yaşlı ve de genç, maskemsi ve yine de garip şekilde ışıltılı. Kimse böyle yüzleri sevmiyordu.

Burada güneydeki bir otel odasında damgalanmış yüzüyle oturuyordu. Evde terk ettiği çocukları uyuyordu. Bir daha onları asla uyurken, asla uyanırken göremeyecekti, asla seslerini duyamayacaktı. Asla komodininin üstünde duran bardaktan su içemeyecekti, üzerinde okuma lambasının yanında akşam gazetesi ve bir kitabın bulunduğu ve arkasındaki duvarda yatağın üzerinde anne ve babasının resmi olan her şey ve her şey asla olmayacaktı. Onun yerine bu yabancı otelde bakışını aynaya, suçlu …..'ın üzgün ve korku dolu yüzüne dikmişti ve pelüş mobilyalar da soğuk ve kötü bakıyordu ve her şey farklıydı ve hiçbir şey yolunda değildi. Eğer bunu babası görmüş olsaydı!

Gençliğinde ….. hiçbir zaman bu kadar dolaysız ve yalnız duygularına teslim edilmemişti, hiçbir zaman böylesine yaban ellerde, hiçbir zaman böylesine çıplak, hiçbir zaman kaderin acımasız güneşi altında böylesine dikine. Her zaman bir şeylerle uğraşmıştı, kendinden başka şeylerle, her zaman para, görevinde terfi, evdeki huzur, okul meseleleri ve çocuk hastalıklarıyla uğraşması ve onları kollaması gerekiyordu; bunlar onu saran ve bir vatandaşın, bir kocanın, bir babanın büyük ve kutsal olan görevleriydi, onların koruması ve gölgesinde yaşamıştı, kendisini onlara kurban etmişti, onlar yaşamına geçerlilik ve anlam katmıştı. Şimdi birdenbire uzayda çıplak bir şekilde asılı kalmıştı, tek başına güneşin ve ayın karşısında ve etrafındaki havayı zayıf ve dondurucu hissediyordu.

Garip olan, onu bu endişeli ve fazlasıyla tehlikeli duruma sokan herhangi bir deprem değildi, ne tanrı ne de şeytandı, sadece tek başına kendisiydi, kendisiydi! Böylece kendi eylemi onu buraya savurmuştu, onu tek başına buraya yabancı sonsuzluğun tam ortasına yerleştirmişti. Her şey kendi içinde gelişmişti ve oluşmuştu, kaderi kendi kalbinin içinde büyümüştü. Suç ve isyan, tüm kutsal görevlerin fırlatıp atılması, uzaya sıçrama, kadınına karşı nefret, kaçış, yalnızlaşma ve belki intihar. Başkaları çok daha kötü ve yıkıcı olanını yaşamış olabilirdi, yangın ve savaş yüzünden, kaza sonucu ve başkalarının art niyeti nedeniyle - ancak o, suçlu olan ….., bunlardan hiçbirini neden olarak gösteremezdi, bahane uyduramazdı, sorumlu tutulamazdı, en fazla karısı belki. Evet, o, o dikkate alınabilir ve sorumlu tutulabilirdi ve tutulmalıydı da, onu işaret edebilirdi, eğer ondan hesap sorulacak olunursa!

İçinde büyük bir öfke parladı ve aniden bir şeyi hatırladı, yanıcı ve ölümcül, bir hayaller ve olaylar yumağını. Ona arabalı rüyasını hatırlattı, orada düşmanının karnına indirdiği tekmeyi. O an tekrar anımsadığı şey bir duyguydu veya bir hayaldi, tuhaf ve hastalıklı bir ruh hali, bir baştan çıkarma,delicesine bir şehvet veya her ne denilecekse. Bu karısını, çocuklarını ve kendisini kendi elleriyle öldürerek gerçekleştireceği korkunç bir kan gölü düşüncesi veya hayaliydi. Ayna hala damgalanmış, deli yüzünü gösterirken, artık anımsıyordu, birçok kere - birçok kere bu dörtlü cinayeti gözünde canlandırmak zorunda kalmıştı, yine de ona o zamanlar çirkin ve anlamsız gelen bu hayale karşı ümitsizce direnmişti. Tam o sıralarda, onu zamanla zimmete geçirme ve kaçışa yönelttiklerini inandığı düşünceler, rüyalar ve ona eziyet eden durumlar içinde filizlenmeye başlamıştı. Belki de - bu olasıydı – karısına ve evliliğine karşı duyduğu aşırı büyük tiksinti değildi onu evden kaçıran, tam tersine ondan çok daha korkunç olan bu suçu günün birinde işleme korkusuydu: Hepsini öldürmek, biçmek ve kanlar içersinde yatarken görmek. Ve dahası: Bu düşüncenin bir ön hikâyesi vardı. Zaman zaman oluşuyordu, düşme duygusu veren hafif bir baş dönmesi gibi. Ama kafasındaki resim, cinayet şekli, çok farklı bir kaynaktan beslenmişti! Bunu ancak şimdi görebilmesi olacak gibi değildi.

O sıralar, ailesini katletmesiyle ilgili ilk sabit düşünceler oluşunca ve bu şeytani hayal onu ölesiye korkutunca, adeta alay edercesine, küçük bir anı onu yakalamıştı. Şöyleydi: Yıllar önce yaşamı henüz zararsız hatta neredeyse mutluyken, bir iş arkadaşı W. adında (adını o an hatırlayamadı) bir okul öğretmeninin, tüm ailesini korkunç kanlı bir şekilde doğradıktan sonra, kendini de öldürdüğünü anlatmıştı. İrdelenen soru, böylesine bir olayda cezai ehliyetin ne denli geçerli olabileceği ve devamında insani iğrençliğinin böylesine vahşice patladığı bir olayda ne denli anlayışlı ve açıklayıcı olunabileceği ve bunun nasıl saptanabileceğiyle ilgiliydi. O, yani ….., o sırada çok heyecanlanmıştı ve bu cinayeti psikolojik açıdan ele almaya çalışan iş arkadaşına karşı oldukça sert çıkmıştı: Böylesi iğrenç bir suç karşısında aklı başında bir erkek için öfke ve nefret duymak dışında bir duruş olamazdı, böylesine kanlı bir eylem sadece şeytanın aklına gelebilirdi ve bu gibi bir cani için hiçbir ceza, hiçbir mahkeme, hiçbir işkence yeterince sert ve ağır olamazdı. Bugün bile etrafında oturdukları masayı ve söz konusu yaşça daha büyük olan iş arkadaşının onu hangi şaşkın ve yeren bakışlarla süzdüğünü çok iyi hatırlıyordu.

O zamanlar, yani kendini ilk defa çirkin bir fantezide kendinden olanların katili olarak gördüğünde ve bu düşünceden dehşetle irkildiğinde, hemen birkaç yıl öncesinde akraba katili olan W. hakkındaki o konuşma aklına geldi. Ve tuhaftı, o sıralar en içten duygularını dile getirdiğine yemin edebilecek durumda dahi olsa, şimdi içinde onunla alay eden ve haykıran çirkin bir ses vardı: Daha o zamanlar, daha o zamanlar, yıllar öncesinde okul öğretmeni W. hakkında konuşurken bile benliği bu yapılanları anlayabilmişti, anlayabilmiş ve onaylamıştı ve o şiddetli öfkesi ve taşkınlığı, sadece içindeki çıkarcının ve yardakçının kalbinin sesini bastırdığı içindi. Katil kocaya dilediği tüm korkunç ceza ve işkenceler ve olayı betimlemek için kullandığı hiddetli sövgüler, aslında kendini hedef alıyordu ve şüphesiz daha o zamanlar içinde var olan o kötülük tohumunu! Tüm bu konuşmadaki büyük taşkınlığı ve böyle olmasının nedeni, gerçekte kendisini bu kanlı eylemden ötürü suçlanmış olarak otururken gördüğü ve her türlü suçlamayı ve her türlü ağır hükmü üstüne yığarak vicdanını kurtarmak istediği içindi. Sanki bununla, kendine karşı olan bu hiddetle, içindeki gizli suç dürtüsünü cezalandırabilecek ve bastırabilecekmiş gibi.

...düşünceleriyle buraya kadar vardı ve bunun önemli, hatta yaşamın kendisiyle ilgili olduğunu anladı. Ama inanılmaz zordu, bu anıları ve duyguları birbirinden ayırıp düzenlemek. Özgür kılacak son birkaç bilinçlenmeye dair kıpırdanan önsezi, yorgunluğa ve düştüğü tüm bu duruma karşı duyduğu hoşnutsuzluğa yenildi. Ayağa kalktı, yüzünü yıkadı, yalınayak volta attı, ta ki ürperene kadar ve artık uyumayı düşündü.

Ama uykusu gelmedi. Acımasızca duygularına teslim olmuştu, bir sürü çirkin, acı veren ve aşağılayan duygu: Karısına duyduğu nefret, kendine acıması, açıklama gereksinimi, özürler, avunma arayışları. Ve o an için aklına başka teselli nedenleri gelmediğinden ve anlamaya giden yol bu kadar derin ve insafsızca anıların en gizli ve tehlikeli dehlizlerine götürdüğünden ve uyku geri gelmek bilmediğinden, gecenin geri kalanını o zamana kadar tanımadığı derecede bir çirkinlikte geçirdi. İçinde kavga eden tüm o tiksindirici duygular, korkunç, boğucu ve öldürücü bir korkuda, kalp ve ciğeri sıkıştıran ve her defasında yeniden dayanılmazın sınırına varan şeytani bir karabasanda birleştiler. Korkunun ne olduğunu çoktandır biliyordu, yıllardan beri ve son haftalarda ve günlerde iyiden iyiye! Ama onu hiçbir zaman bu denli boğazında hissetmemişti! Elinde olmadan en değersiz şeyleri düşünmek zorunda kaldı, unutulmuş bir anahtarı, otel faturasını gibi ve onlardan dağlar kadar sorunlar ve nahoş beklentiler üretti. Bu bakımsız küçük odanın geceliğinin üç buçuk Frank'tan daha mı çok tutacağı ve bu durumda acaba burada daha mı uzun kalması gerektiği sorusu bir saate yakın nefes darlığı, ter ve kalp atışına neden oldu. Aslında bu düşüncelerin ne kadar da aptalca olduğunu biliyordu ve devamlı olarak mantıklı ve yatıştırıcı bir şekilde kendiyle konuşuyordu, inatçı bir çocukla konuşur gibi, endişelerinin yersizliğini parmaklarıyla sayıp gösteriyordu - boşuna, boşu boşuna! Tersine bu avunmanın ve yüreklendirmenin ardında kanlı bir küçümseme var gibiydi, bu da yapaydı ve oyundan ibaretti, aynen zamanında katil W. için sergilediği yapaylık gibi. Ölüm korkusunun, bu dolanıp kalmanın ve eziyet veren boğulmaya tutsak olmanın korkunçluğunun birkaç Frank'ın kaygısıyla veya benzeri şeylerle ilgisi olmadığını çok iyi biliyordu. Bunun ardında daha kötü ve ciddi şeyler yatıyordu – ama neler? Bunun kanlı okul öğretmeniyle, kendinin öldürme istekleriyle ve içindeki tüm hasta ve düzensiz olanlarla bir ilgisi olmalıydı. Bunu nasıl kurcalamalıydı? Nedenini nasıl bulmalıydı? İçinde kanamayan, hasta ve çürük ve de delicesine duyarlı olmayan hiçbir yer yoktu. Hissediyordu: Bu uzun süreli katlanılır gibi değildi. Eğer bu böyle devam edecekse ve özellikle başkaca böyle geceler yaşanacaksa, o zaman ya delirirdi ya da intihar ederdi.

Gergin bir şekilde yatağında doğruldu ve durumunu irdelemeye çalıştı, sonunda onunla baş edebilmek umuduyla. Ama hep aynı şey oluyordu: Yalnız ve korumasız oturuyordu, ateşlenen bir başla ve acı veren bir kalp sıkışmasıyla, kadere karşı ölüm endişesi içersinde, aynen yılanın önündeki kuş gibi, donup kalmış ve dehşetten bitmiş halde. Kader, bunu artık biliyordu bir yerlerden çıkıp gelmiyordu, insanın içinde büyüyordu. Buna karşı bir çare bulunamazsa, insanı yiyip bitiriyordu – o zaman adım adım bu korkudan, bu dehşetli korkudan takip edilmek ve sağduyudan olmak vardı, adım adım, artık yakınında hissettiği, uçurumun kenarına kadar gitmek vardı.

Anlayabilmek – bu iyi olurdu, bu belki de kurtuluş olurdu! Durumunu kavrama ve kendine ne olduğunu anlama konusunda sonuca varmaktan daha çok uzaktı. Henüz çok başlangıcındaydı, bundan emindi. Kendini toparlasa ve her şeyi eksiksiz bir araya getirip düzenleyebilse ve düşünebilse, sonunda belki de ipin ucunu yakalayabilirdi. Her şeyin bir anlamı ve yüzü olurdu ve böylece belki de daha katlanılabilir bir hale gelirdi. Ama bu son gayret, bu son kendini toparlama ona fazla geldi, gücünü aştı, bir türlü başaramadı. Ne denli derin düşünmeye çalışırsa, o kadar başarısız oluyordu, içinde anı ve anlam yerine sadece boş delikler vardı, aklına hiçbir şey gelmiyordu ve bunun yanı sıra en önemli şeyi unutmuş olabilmenin hırpalayan korkusu yine peşindeydi. Tüm cepleri ve bavulları biletini aramak için karıştıran ve sonunda onu şapkasında hatta elinde bulan asabi bir yolcu gibi kendini rahatsız ediyor ve içini araştırıyordu. Ama ne yararı vardı ki, bu belki'nin?

Daha önce, belki bir saat veya daha uzun – bir sonuca varmamış mıydı, bir bulgu elde etmemiş miydi? Neydi o, neydi? Yok olup gitmişti ve onu tekrar bulamıyordu. Çaresiz alnını yumrukladı. Gökteki tanrım, anahtarı bulmamı sağla! Böyle ölmeme izin verme, böylesine acıklı, böylesine aptal, böylesine hüzünlü! Fırtınada parçalara ayrılmış bulut kümeleri gibi geçmişi gözünün önünden geçti, milyonlarca resim, iç içe ve üst üste, tanınmaz ve alay edercesine, hepsi bir şeyleri anımsatarak – neyi? Neyi?..."

Çeviren: Zuhal Nakay / Y. Mimar (Nisan, 2011) 

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..