Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '15

 
Kategori
Öykü
 

Cezaevindeki kelebek

Cezaevindeki kelebek
 

ALINTI;

Hakikate üç halden geçilerek varılır: Özümsemek, bağımsızlık ve yaratıcılık. Özümseme; larvanın işlevidir. Basitçe besinleri özümser. Hareket etmeden önce hareket edebilmek için büyük bir enerjiye ihtiyaç duyacaksın. Larva mahkûmdur, bir tırtıl olmak için hazırlanıyor. Sonra ikinci aşama başlar: bağımsızlık. Tırtıl zincirleri kırmıştır, yatay olarak hareket etmeye devam eder, aynı düzlemde, tek bir boyutta. Keşfetmek için zaman gelmiştir. Gerçek hayat hareketle, bağımsızlıkla başlar. Ve sonra üçüncü aşama, yaratıcılık aşaması gelir. O zaman tırtıl bir kelebeğe dönüşür, arar, keşfeder, yukarı doğru hareket eder.

KURMACA;

Hava rüzgârlıydı. Dalgalar tekneye devirecek kadar sert vuruyorlardı. Adayı görebiliyordum. Sis tabakası yavaşta olsa dağıldı. Sonunda tekne iskeleye yanaştı. Halatlar atıldı. Görüş günü deniyordu ama abimle iki saatten fazla görüşmeme müsaade edilmiyordu. Cezaevinin devasa kapıları açıldı. Avludan binaya yürüdük. Rutubetli koridor havasız geniş bir salona açılıyordu. Abim tam karşımdaydı. Kurşungeçirmez camın arkasında yanında gardiyanla bekliyordu. Üzerimiz arandıktan sonra yakınlarımızın yanına bırakıldık.

Telefonun ahizesini alıp kulağıma dayadım. “Hoş geldin Adrina,” derken boğazım düğümlendi. Sakinleşmek için bir kaç defa derin nefes alıp verdim. Kız kardeşimi uzun bir zaman sonra ilk defa görüyordum. “Avukatımla dosyamı hazırladık. Chiari, sanat atölyemizdeki polis cinayetini ve tarihi eser kaçakçılığı suçlarını iz bırakmamacasına üzerime yıkmış. İdamla yargılanacağım,” dememle öfkeme yenilip camı yumruklamam bir oldu. Gardiyan “Brando, aklını başına al! Yoksa hücrene dönersin,” diyerek copla omuzuma bastırıp beni sandalyeme oturttu.

“Abi ufak bir planım var,” deyip detayları çocukken kullandığımız şifreli kelimelerle anlattım. Hem kıkırdıyor hem de planı geliştiriyorduk. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Cızırdayan hoparlörden “Görüş sona ermiştir,” diye anons yapıldı. Ayağa kalkarken yüzümdeki gülümse yerini gözyaşlarına bıraktı. ‘Hoşça kal’ diyemeden koşar adım koridorun küf kokusu içinden geçerek avluya oradan cezaevinin dışına kendimi attım. Durup kısa bir süre soluklandım. Yağmur çiseliyordu. Oyalanmadan iskeleye yürüdüm. Tekne henüz boşken üstü kapalı sıralardan birine oturdum. Yolcu listesi tamamlanınca motor gürültüyle çalıştı. Denize açıldık. Ada arkamda kaldı. Olanlar gözümün önünden geçiyordu. Abim arkadaş kurbanı olmuştu. Chiari’ye güvenmemesini defalarca söyledim. Kediye ciğer emanet ettiğini cezaevinde anlıyordu. Chiari maharetli bir sanatçı aynı zamanda gözünü para hırsı bürümüş kolay yoldan köşeyi dönmeyi isteyen şeytanın tekiydi. O öğrencilere kurs verip eserlerini, abim de hobi sanat malzemeleri satacaktı. Meğer tarihi eser kaçakçılığına soyunmuş. Polis izini atölyeye kadar takip etmiş. Chiari polisi vurup öldürmüş. Abim güvenlik alarmını açıp açmadığında şüphe edince atölyeye dönmüş. Chiari abimle mücadele etmiş. Onu bayıltıp silahı eline vermiş. O gün bugündür iğneyle kuyu kazıyorduk.

Bavulumu toplayıp odama son kez uzun uzun baktım. Bir ay kadar sürmeyecek olsa da bir haftalığına eşimle ilk tatilimize çıkacak, tatil dönüşü kendi evimize dönecektim. Baba evimdeki son dakikalarımdı. “Elgio, anneni üzme. Soslu makarnanı soğutma,” diye babam mutfaktan seslendi. Bavulumu alıp aşağıya indim. Domates sosunun kokusu ağzımı sulandırdı. Bavulu kapının önüne bırakıp mutfağa sanki uçtum. Babam “Aslan parçası Elgio. Beni gururlandırdın. Sonunda sende güvenlik kuvvetlerindeki yerini aldın,” derken gazi vakfının hediye ettiği tekerlekli sandalyesiyle masadan çıkıp bana bir sandalye çekti. “Baba altı üstü cezaevinde paralı askerim,” deyip makarna tenceresini ocaktan aldım. “Elgio, çabuk makarnaları servis et. Sos soğumadan makarnanın üzerine dökeyim,” diyen annem kuyruğum olmuş peşimden tabaklara sos döküyordu. “Kızımız Fiorella’ya taşındığınız yeni kasaba ufak gelmez değil mi?” diye soran annem en başından beri denk olmadığımızı düşünüyordu.

Babam “Fiorella, yol yakınken boşan gitsin. Eli kanlı insanlardan hayır gelmez,” derken istemeyerek bavullarımı arabaya yerleştiriyordu. “Baba biraz çabuk ol. Elgio ile terminalde buluşacağız. Otobüsü kaçırmak istemiyorum,” deyip birkaç bavulu hızlıca bagaja soktum. Ön koltuğa geçtim. “Baba abartıyorsun. Elgio eli kanlı falan değil. Cezaevinde asker. Nöbet tutacak,” diyerek emniyet kemerimi bağladım. Annem arka koltuğa yayılmış “Hem yeni kasaba kutu kadar. Biz sen oku elin para tutsun diye ek işler yaptık. Kalktın adanın birindeki cezaevinde nöbet tutacak adama eş oldun,” diyordu ki “Anne düzene karşı olmayı babamdan öğrendim. Sizin düzeninize karşı gelince bozulmayın lütfen,” deyip kahkahayı patlattım.

Uzun bir otobüs yolculuğu sonrası tatilimizi geçireceğimiz sahil kentine geldik. Bavullarımız otobüsün bagajından çıkartılıyordu. Hava sıcaktı. Oturmaktan ayaklarım uyuşmuştu. Terminalin arkasında muhteşem bir dağ, doruklarında azda olsa kar vardı. Nasıl çıkıyorlar diye içimden geçirmiştim ki üzerimizden geçen teleferiği gördüm.  “Aşkım, otele gitmeden teleferikle dağa çıkalım. Serinleyip yorgunluk atarız,” deyip Elgio’nun elini tuttum. Başını hızla çevirip çok sert baktı. Kocaman “Hayır,” dedi. Elini çekip bavulları aldı. Taksiye doğru yürüyordu. Kan beynime sıçradı. Bavulları tekmeledim. “Neyin var. Daha ilk günden,” derken yakasına yapıştığımı fark ettim. “Yüksekten korkuyorum,” deyiverdi. Ağzım açık kaldı. Uçak yolculuklarını yermesinin sebebini anladım. “Babam korkmama izin vermedi. Lütfen bizimkilere söyleme,” diye rica etti. İki elinden tutup aşkıma sarıldım.

İtalya’nın en ünlü sanat müzesi Museion’da ortağım Chiari ile birlikte ilk sergimizi açmamıza sayılı günler vardı. Boş şampanya şişeleri, bir disko topu ve konfetilerden oluşan çalışmamızı kendi ellerimle salona dikkatlice yerleştirdim. Chiari basın kuruluşlarını ziyaret edip yazılı ve görsel basında sergimizin haber yapılmasına uğraşıyordu. Böylece ziyaretçi sayımız artacaktı. Birkaç zengin konuk finans sorunlarımızı çözmemize yeterdi. “Kolay gelsin Goldschmied. Hazırlıklar tamamlanmış. Yardım gerekiyor mu?” diye soran müzenin müdürü Diangelo’ydu. Eğilmiş yerdeki şişeleri elliyor, bir yandan topu ayağıyla oynatıyordu. “Lütfen, size yakışmıyor,” diye müdürü uyardım. Oynattığı parçaları düzeltirken, kart zampara “Temizlikçilerin kulağı çekildi. Eserlere dokunmayacaklar,” deyip yürüdü gitti.         

Ofisimde böylesi güzel bir misafir ağırlamamıştım. Sanki Afrodit canlanmıştı. Tarihin karanlığına gömülmüş bu yer kızın ışığıyla aydınlanıyordu. “Diangelo, af edersiniz size adınızla hitap ettim,” derken mini eteğini düzeltti. Sandalyemde damla damla terledim. Kravatımı gevşetip, “Adımla hitap edebilirsiniz. Yaş farkı ya da makam aramıza girmez,” diyerek kızı mahcubiyetinden kurtardım. “Basın yayın son sınıftayım. Hafta sonu açılacak sergiyle ilgili haber yapmama izin vermeniz büyük bir incelikti,” deyip çantasından çıkardığı ses kayıt cihazını önüme koymak için eğildiğinde gözlerim kaydı kaydı… “Diangelo, bana yardım eden bir arkadaşımın yarın gece doğum günü var. Tarih okuyor. Acaba diyorum burada uygun olan bir yerde ufak bir parti verebilir miyiz?” diye sorduğunda kendimi zor toparladım. “Tabii Adrina,” deyip yerimden kalktım. Odamın kapısına yürüdüm. “Gel sana parti verebileceğiniz yeri göstereyim,” diyerek kızı çağırdım.     

Müze basın salonunda meraklı muhabirler beni ve Diangelo’yu sorularıyla terletmeye hazırdılar. “Elim ayağıma dolaştı Cianna,” diyen müdürüm Diangelo sersem tavuktan farksızdı. Odada bir oyana bir bu yana savruluyordu. “Siz erkekler güzel bir kız gördüğünüzde hayır diyemiyorsunuz,” derken lafıma “Cianna nerden bileyim temizliklerini yapan görevlilerin, yerdeki şişe, konfeti ve diğer ıvır zıvırları, bir önceki gece yapılan kutlamadan kaldıklarını düşünerek, çöpe atabileceklerini,” diye girdi. Koltuğuna oturup başını masaya koydu. Boş boş bakıyordu. “Goldschmied ve Chiari, kaybettikleri eserlerin parasını sigortadan alacaklar. Hiç değilse bununla uğraşmayacağız,” deyip pencereyi açtım. Oda eski parşömenlerin küf kokusuyla dolmuştu. Diangelo çığlık atıp pencereye fırladı. Bir bacağını çıkardı. Öbürünü de çıkarıyordu ki belinden yakaladım. “Ne sigortası Cianna. Heriflerin parası yoktu. Sigorta falan yapmadılar. Bende sigortasız iş yaptım,” diye inledi.      

Cezaevi avlusuna mahkûmlar günde iki defa çıkıyorlardı. Avluda boyayla çizilmiş nöbet noktasında dikiliyordum. Boncuklarla yaptığı martıyı hediye eden bir mahkûmla ara sıra sohbet ediyorduk. Bugünde yemekhaneden çıkmış yanıma geldi. Eline konan bir kelebeği bana gösteriyordu. “Tatil dönüşü evimize sonunda yerleştik. İlk haftamı geride bıraktım,” derken ihtiyar mahkûmu omuzundan, iri yarı, suratı yarık içinde bir başkası tutup çekti. Kelebek tüfeğimin dipçiğine kondu. “Geovani, dilin fazla uzun,” diyerek yerde yatan adamın üzerine cebinden çıkardığı şişle çullandı. Bunu gören birkaç mahkûm ikilinin etrafına etten duvar ördüler. Kalabalık çılgınca tempo tutuyordu. İri mahkûm şişi ihtiyarın baldırına batırdı. Kaçması mümkün değildi. Etraf toz duman oldu. Şişi çıkarıp karnına sokarken tüfeğimi havaya doğrultup tetiği defalarca çektim. Kalabalık dağıldı. Avluya doluşan gardiyanlar ihtiyarı revire kaldırdılar.     

Bilgisayarda banka hesaplarımı kontrol ederken ateş sesleriyle yüreğim ağzıma geldi. Araştırması için yardımcımı avluya gönderdim. Kapı çalınmadan açıldı. Yardımcım nefes nefeseydi. “Bay Berilla. Sergei, Geovani’yi öldürememiş. Yeni gelen asker Elgio havaya ateş açarak cinayeti engellemiş,” deyip sandalyeye yığıldı. Geovani bilgisayar dehasıydı. Virüs bulaşan bilgisayarımı kurtarırken mahkûmlara sattığım uyuşturucuların para trafiğini yakalamış, kendince lükslerini sağlamazsam bilgileri basına sızdırmakla beni tehdit etmişti. Bu yeni asker avluda başıma belaydı. “Cellino, Elgio’nun görev yerini gözetleme kulesi olarak değiştiriyorum. Kendisini gündüzden geceye aldım. Görev değişikliğini bildirin,” diyerek yardımcımı yolladım.

Kasabadan adaya tekne hareket etmeden önce cezaevi görevlileri küçük bir balıkçı kulübesinde atıştırırlardı. Gece vardiyasında yemekler berbat oluyordu. “Montes, paranı aldın. Bu gece sabaha doğru teknemiz adaya yanaşacak. Abim denize atladığında onu alacağız. Ne yap et abimi o delikten çıkar. Denize at,” dediğimde gardiyan ne kadar ciddi olduğumu yumurtalarına dayadığım bıçağın soğuğunu hissettiğinde anlamış olacak başını öne salladı.

Cezaevi gündüz grubu gardiyanları, soyunma odasından avluya çıkmış, yarım saate varmaz adadan ayrılmış olacaklardı. Arkadaşlar giyinirken biber gazını çevik hareketlerle hepsinin yüzüne sıktım. Yerde kıvranıyorlardı. Kemerlerindeki kelepçelerle birbirlerine kelepçeledim. Ağızlarını koli bandıyla yapıştırdım. Asker bizimle soyunmazdı. Onların odası cezaevinin arkasında kalıyordu. Avluya çıkarken mahkûmların hücrelerinin önünden oradan da dinlenme odamızın yanından geçerdi. Onun işini dinlenme odasında bitirmeye karar verdim. Ama önce radarları kapamalıydım. Yaklaşan tekne radarda görüldüğünde otomatik olarak sahil güvenliğe yardım çağrısı gönderiliyordu.

Ay ışığı dalgalar üzerinde hareket ediyor tekne sessizce yol alıyordu. “Adrina, adaya daha fazla yaklaşamayız. Gözetleme kulesinde asker olmadığından emin olmalıyız. Sadece radarların devre dışı kalması işimize yaramaz,” diyen kaptanın sesi korku doluydu.  

Vardiya değişimi oldu. Kırk metre yüksekliğinde ki kulede nöbet tutacaktım. Ayaklarım yürümüyordu. Ellerim buz kesti. Kendimi cesaretlendirmeye çalışsam da olmuyordu. Soyunma odasından çıkıp mahkûm hücrelerinin önüne geldim. Uyuyorlardı. İleriden bana doğru bir gölge yaklaşıyordu. Dikkatlice baktığımda gelenin gardiyan olduğunu anladım. “İyi geceler ben Montes. Sen yeni asker Elgio olmalısın. Bizim çocuklarla dinlenme odasında makarna yiyorduk. Tanışmak için seni davet edelim istedik. Gel bize katıl,” diyen gardiyan dostça gülümsedi. “İsterdim ama kuleye çıkmalıyım,” diye teklifi red etmiştim ki gardiyan “Kule aslında sembolik. Radarlar çalışıyor. Hem karayı hem denizi tarıyorlar. İçin rahat olsun. Bizden laf da çıkmaz. Makarna soğursa bir şeye benzemez. Sen bilirsin,” deyip geri döndü. Karanlıkta görülmez oldu. Tereddüt etmeden, kuleyi aklımdan çıkarıp peşine takıldım.      

SIRA SENDE;

“Hey Elgio bekle. Ben Geovani. Kelebeği hatırladın mı?” diye sorarak askeri elinden tuttum. Elini kurtarmak istediyse de bırakmadım.  “…” deyip…

Varoluşun tekrarı yok. Tekrarsız olana hazır olmak için ALINTIDAN esinlenerek kurmacaya DEVAM ET!

 
Toplam blog
: 16
: 62
Kayıt tarihi
: 09.05.15
 
 

1978 yılı Sakarya doğumlu, evli ve bir çocuk babasıyım. Yüksekokul dâhil eğitim hayatımı Sakarya'..