Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Aralık '11

 
Kategori
Öykü
 

Che'nin sevgilisi

Che'nin sevgilisi
 

GERÇEK TEMELLİ OLAĞANÜSTÜ BİR TEMA


Zaman hiçbir ayrıntısını unutmuyor yaşamın; an’lara bölerek saklıyor her birini. Dünü, bugünü… O günü de…

O gün¨Hamburg’un Heilwigstrasse (Hailvig Cadde)’sine korku ve merak egemendi. İlk kim oraya doğru yöneltti meraklı adımlarını bilinmez, ama herkesin yönü oraya doğruydu, herkes orada bir yerlere bakıyordu ya da oraya doğru koşuyordu, o caddeye. O caddedeki yüz yirmi beş no’lu, üç katlı, büyük pencerelerinin üst kısmı oval, duvarları kırmızı tuğlayla kaplı, gösterişli apartmanda bir şeyler olmuş, silahlar patlamıştı. Polisin çektiği kırmızı-beyaz şerdin sınırladığı alan dışında caddeyi irileşmiş gözler doldurmuştu. Korkudan susmuş diller, dudaklar ve duyduğunu duymazdan gelen kulaklar... Çünkü biraz önce oradan Monika geçmişti.

Her şeyi biliyor, suçluların hepsini ve hatta en önemlisini tanıyor, ama sabırla o günü bekliyordu. Ne ki geçtiği yerler buza kesiyordu. Çünkü geçtiği yerlerde Che’nin adı ve onun destanının gizemli, büyüleyici ve ürkütücü izi kalıyordu: Che, Che, Che!

Duymuştu: Bolivya dağlarında Kurtuluş Ordusu*gerillaları vardı, dağları kentlerle buluşturmak yolunda bir hayli yol almış, başarı kazanmışlardı, devrimin eli kulağındaydı. Belki bir de sezgisi; Bolivya’yla ilgili, orada yaşamının en güzel, en anlamlı aşkını bulacaktı.

Zaman geçtikçe Küba dar gelmeye başladı. Duramaz oldu. Hem orada un elenmiş, elek asılmıştı. İpek yürekli esmer insanlar ülkelerine ve özgürlüklerine ekmekleri gibi sahip çıkıyorlardı. Küba Hükümeti’nin önemli bir bakanıydı ama doğrusu ne bakanlık ona göreydi ne de o bakanlığa göre. Dağların aslanını kafese koyduktan sonra bakanlık versen ne yazar... Üstelik Alman film yapımcısı Hans Ertl, film çekimi için gittiği Bolivya’ya kızını da götürmüştü. Kızıl saçlı, mavi gözlü Güzel Monika’yı...

-İzin verirsen sevgili Ağabey,” dedi Fidel Kastro’ya. Küba devrimin birlikte yapmış, en güzel gerilla destanlarını Küba dağlarında birlikte yazmışlardı. “Buralardan gideyim artık. Duydum ki Bolivya devrime gebe, belki benim gibi eski ve deneyimli bir devrimciye gereksinim vardır, kimbilir. Gidip katılayım. Gençleşeyim, diz kapaklarım paslanmasın. İzin, diyorum, verir misin?” Yalvarır gibi konuşmuştu. Sonra birden, ola ki izin vermez diye düşünerek, ”Gönlümün sultanı da orada... Yaşımın en güzel aşkı,” dedi. Fidel’in aşka saygısını biliyordu.

Fidel baktı ki, durası değil deli oğlan, gidesi... Onu durdurmanın olanağı yok. Çünkü hem âşık, hem de âşıktı. Yüreğinde iki aşkı birlikte taşıyan birini durdurmaya kimin gücü yeter ki. “En iyisi sevgiyi, saygıyı yaralamadan, istediğini ona vermek,” diye düşündü.

-Git, dedi Deli Oğlan. ”Yolun açık, şansın bol, ömrün de sular gibi uzun olsun. Benden de selam söyle yoldaşlarımıza. Fidel’in yüreğini de yanımda getirdim de. Değil mi ki öyle, ellerini çabuk tutmalarını, bir sosyalizm de onlardan istediğimi söyle... Sevgili Che yüreğinin öteki yanı da tamamen seni ilgilendirir. Bilirsin ben en çok aşkları sevdim, bu yüzden tüm aşklara saygım sonsuz... Seninkiyse başımın tacı. Sen sevince güzel seversin çünkü. Kutsal seversin...” Sonra ona, boynu için, köşesi “Fidel” imzalı ipekten kırmızı bir mendil ve beresi için gümüş bir yıldız verdi.

Ceheguevera mendili ve yıldızı aldı. Fidel’i yürek dolusu kucaklayıp sakalından öptü ve gitti.

Önce Bolivyalı gerillalarla buluşacaktı, sonra da bir gün Monika’yla...

Ama devrim sürecinin binbir sorunu vardı. Amerika ve onun gizli haberalma örgütü CIA, ülkede at oynatıyordu. En önemli hedefiyse Bolivya’ya geçtiğini öğrendiği Che’ydi. Her şeyden önce ve önemle Che bulunmalı, tutsak falan alınmadan öldürülmeliydi. Çünkü onun içinde yer almasıyla büyük bir moral bulmuştu gerilla devinimi.

Gittikten kısa bir süre sonra buluşabilmişlerdi Monik’yla Che. Bu öyle kolay olmamıştı elbet. Monika’nın insanüstü çabası olmasaydı bu buluşma da gerçekleşemezdi. Onu Che’ye taşıyan yüreği aynı zamanda gerilla sevgisiyle de doluydu çünkü.

Bu aşkın diğer adı da; “uzun ve uzak bir aşkın ilk yüzleşmesi”ydi. Mektuplardan sonraki ilk…

Başlangıçta yalnızca ürkek iki ceylan gibi yaklaşmışlardı birbirlerine, ama zamanla kurşun sesleri aşklarının müziği olmuştu, halkların haklı savaşımı da bağlılıklarının yemini. Yazgı birliği de işin içine girince dağların yabanıl tanıklığında çok sevmişlerdi birbirlerini. Tapasıya...

Yine öylesi devrimci günlerden bir gündü. Cordillero Dağlarının doruklarındaki göllerden birinde… Bir kaçamakta… Bedenleri buluşmuştu bu kez de. Günlerdir şarapnel parçalarının saçlarına, üstlerine başlarına savurduğu tozdan, topraktan arınmış, pırıl pırıl olmuşlardı. Silahlarını omuzlayıp kalkmadan önce,

-Monikam, dağların ve silahların güzel kızı, demişti Che. “Sevgilim sana bir armağanım olacak. Kabul edersen sevinirim.” İri, ela, derin bakan gözlerinin yalımlarını Monika’nın gözlerinin içine salmış, bir kez daha cazır cazır yakmıştı yüreğini. Dayanılası değildi bakışları.

Şaşırmıştı Monika. Böyle bir şeye gerek yoktu, üstelik ne yeriydi ne de zamanı... Öyle de olsa an’ın olağanüstü bir şeye gebe olduğunu düşünerek sevincinden titremeye başlamıştı. Çünkü Che’nin her adımında, her sözünde, kısacası yaşamının her anında olağanüstü güzellikler vardı ve o bütün diğer yeteneklerinin yanında sürprizler üretebilme yeteneğiyle de büyüleyici bir insandı. Monika sustu ve yalnızca bekledi. Yeryüzünün en gizemli, en değerli ve en uzun bekleyişine koyuldu.

Che onun bir gül kadar narin ve bir serçe kadar ürkek ellerinden birini iri, sağlam yapılı, güzel parmaklarının süslediği avucuna aldı, öbür eliyle açtı ve hızlı bir devinimle göğüs cebinden çıkardığı mendili yumuşak, kıvrımlı, kıpkırmızı bir kor parçası gibi avucuna koydu. Yüreği gibi avuçları da yandı Monika’nın, tırnaklarının eriyip düştüğünü sandı.

-Bir mendil! dedi yumuşak bir sesle. “Fidel’in beni buralara, sana yolcu ederken verdiği iki armağandan biri. Diğeri de beremdeki gümüş yıldız. Sende kalsın, senin olsun...”

Söyleyebileceği bir tek hecesi bile yoktu Monika’nın, ama yapabileceği bir şey daha vardı: Dağ güllerinden ve defne yapraklarından örülmüş bir çelenk gibi Che’nin boynuna asılmak, dudaklarını yaşamına sindirmek.

Cordillera Dağları’nın tanıklığında öyle yaptı.

An’ların her biri diğerinden değerli, diğerinden tehlikeli ve diğerinden gebe…

An an an… Dağ dağ dağ… Silah silah silah…

Sonra bir gün olan oldu; buldular onu… Askeri, polisi, casusu elele verip yüklendiler ve tutsak aldılar…

Puştluk yapıp öldürdüler… Korka korka, büyük bir törenle… Fotoğraflarla belgeleyerek… Her sümüklü böceğin bile geleceğe dair güzel hayalleri var çünkü.

Bir gün… O günden sonra, bir gün….

Monika’nın o gün için ulaşamadığı dağlarda sevdalısı Che’nin toprağa sızan mavi kanı, ince bir yol bulup bütün sularına karıştı Bolivya’nın, bütün dağlarını, tarlalarını suladı. Öylesine bir sevgiyle sızdı ki Monika’nın yüreğine, öylesine mavi; o günden sonra kanı masmaviye kesti. Che için dolaştı bedeninin ve dünyanın damarlarını. Üç yıl beş ay, yani kırmızıya dönünceye kadar mavi kaldı. Che’yi gören kutsal gözleri de öyle... Che için masmavi ve tek bir noktaya çakıldı. Üç yıl beş ay böyle kaldı. Belki bir gün dünyanın diğer noktalarını da görmeye hak kazanacaktı.

Üç yıl beş ay! Kutsal bir sayı!

Onu kurdukları hain pusuda yakalayan ve altı kurşunla öldüren ekibin başında Quintanilla adlı bir polis şefi vardı. Hem ekibin başında hem de Che’nin öldürüldüğünün kanıtı olan dünyaca ünlü o fotoğraftaydı. Yeryüzünde onu öldürmeye en hevesli kişi olarak göğsünü gere gere, büyük bir gurur ve aymazlıkla yaşamının en işe yarar pozunu vermişti. An’ları ve ayrıntıları unutmuştu ama. Bilseydi burnunu, kulaklarını keser atar, gözlerini oyardı ayrıntıdır diye. Bilseydi fotoğrafçının deklanşöre bastığı an’ı hiç yaşamaz ya da yaşamından silip çıkarırdı.

Amerika’da eğitilmiş, CIA’in gözdesi olmuş bir polis şefiydi. Gösterdiği bu kahramanlık(!) ve başarı boşa gitmedi, Cehe’nin kanına bandırdığı ayaklarıyla, delik deşik ettiği cesedine basarak yükseldi, Bolivya’nın Başkonsolos’u olarak Almanya’nın Hamburg kentine atandı.

Kirli bir devlet ancak böyle ödüllendirebilirdi kendisi için “kurşun atan” kirli adamlarını.

Quintanilla uzun boyu, gösterişli, güçlü görünüşü, güzel konuşma becerisiyle kısa sürede Hamburg sosyetesine girerek özellikle kadınların gözdesi oldu. Bütün bunlara güzel gitar çalabilmesi, gitarı eşliğinde gök gürültüsünü andıran gür sesiyle Bolivya halk şarkılarını söyleyebilmesi gibi özel yetenekleri ve devletinin sunduğu olağanüstü olanaklar da eklenince Hamburg’da değme keyfine bir yaşam sürmeye başladı, gösterişli bir saltanat; Quintanilla saltanatı... O önemli hatasını da ürdürüyordu: Gittiği her yere ayrıntılarını da götürüyordu.

Ayrıntılarını ve an’larla dolu anılarını…

Evinin de içinde bulunduğu kırmızı tuğladan Konsolosluk binası Heilwig Caddesi’ndeydi. O gün bir ziyaretçisi olacaktı Başkonsolos Quintanilla’nın. Günler önce telefon ederek Başkonsolos’tan buluşma izni alan genç bir bayandı o. Avusturya halk oyunları öğretmeniydi. Ekibini bir gösteri için Bolivya’ya götürmesi ve bunun için vize alması gerekiyordu.

-Hemen gelsin, dedi Konsolos telefondaki sekreteri Elke Bedi’ye. Öneri ve istek mantıklı gelmişti.

-Buyurun lütfen, diyerek kapıyı araladı, konuğunu içeri gönderdikten sonra, Başkonsolos’un ilkesel buyruğuna uyarak çekti, kapattı.

Çok güzel görünüyordu Monika. Konsolos’u ayağa kaldıracak kadar güzel... Dalgalı, koyu kestane rengi saçları kösnüyle titriyordu. Olağanüstü güzel bir koku da getirmişti kendisiyle birlikte. Gözlüklerinin altından, camın rengi nedeniyle yeğni kahverengi, ama aynı zamanda ışıklı, gizemli ve çekici bakan gözleri unutulacak gibi değildi. İçeri girmiş, hızla Konsolos’a doğru yürümüş, tokalaştıktan hemen sonra,

-Bu sizsiniz değil mi? diye sorarak o ünlü fotoğrafı göstermişti. “Bu da katlettiğiniz, ama yok edemediğiniz Che, güzel insan, sevgilim! Tanıdınız mı?” Fotoğrafın kendisi bile hem bir ayrıntı, hem de bir an’dı.

Başkonsolos beklemediği bu tepki ve yıllar sonra rüyasında bile göremeyeceği fotoğrafla karşılaşınca neye uğradığını şaşırdı, ona yaklaşmak ve hatta dokunmak, bir şeyler söylemek istedi, ama yerinden yekinmesine bile zaman bulamadı. Üç kez ateşlenerek ortalığı kasıp kavuran silah sesinin, barut kokusunun ve dumanın ortasında buldu kendini. Göğsü yandı. Çok yandı.

Monika, Bolivya’da tarihin bir kesitini istedikleri gibi yazmaya kalkışanların izini sürerek Quintanilla’yı eliyle koymuş gibi bulmuştu. Hem kendi kendine verdiği kutsal görevi yerine getirmeliydi hem de bir kez daha sevgilisine bağlılığını, onu ne kadar çok sevdiğini, özlediğini kanıtlamalıydı. Öylesine kanıtlamalıydı ki, bütün dünya parmağını ısırmalıydı.

Bütün dünya parmağını ısırdı: “Aşkolsun sana aşkın sadık dostu Monika!”

-Hayır, dedi Sekreter Elke Bedi, içeri giren dışarı çıkan değildi, silahı ateşleyen de...

--Elke Bedi haklı, dedi Polisler. “Dışarı çıkan bayan içeri giren değildi. İçeri gönderdiğimiz bayanın saçları koyu kestane renginde ve dalgalıydı. Ayrıca hem gözlüğü, hem de çantası vardı. Boyu da daha uzundu sanki. Dikkatle arama yapmıştık, silahlı da olamazdı. Kızıl saçlı, gözlüksüz, silahsız ve mavi gözlüydü… Yoksa izin vermezdik girmesine.”

-Bahçe kapısında bekleyen Kadet marka araba içeri giren bayana aitti, ama binip büyük bir hızla uzaklaşan o değildi, içerden çıkan başka bir bayandı.

Silah seslerinin duyulmasıyla birlikte ortalık karıştı. Konsolos’un eşi Ana Meyer Ayala olası bir saldırıyı hayal ederek büyük bir hızla aşağı indi. Konsolos’un odasına girdiğinde, kim olduğunu, nasıl biri olduğunu hiçbir zaman anımsayamayacağı bir bayanla çarpıştı. Her şey bu kadar değildi elbet. Tıpkı trafikteki bazı kazalar gibi burada da bir dizi çarpışma oldu. Sekreter Elke Bedi’yle polisler ve diğerleri de aynı yerde, Konsolos’un masasının önünde birbirlerine girdiler. Çarpışma bitip cankurtaran çağrıldığında ayaklarının altında birkaç nesnenin olduğunu gördüler: Gri bir bayan çantası, 38 kalibrelik bir tabanca, o tabancadan çıkan mermilere ait üç boş kovan, bir fotoğraf ve saçları koyu kestane renginde bir peruk. Çantanın içinde de iki nesne vardı. Biri bir defter yaprağıydı. Saman sarısı. Üstüne: İspanyolca “Victoria o muerte, Zafer ya da ölüm!” yazıyordu. Diğeri de ipekten kırmızı bir kumaş parçası. Dikkatle incelendiğinde onun “Fidel” imzalı bir mendil olduğu anlaşıldı. Mendil, üstündeki imza da dâhil olmak üzere bilinçli olarak ikiye bölünmüştü.

Siren sesleriyle caddeyi inleten cankurtaran can havliyle çıkış kapısının önüne sokuldu, masasının ayaklarının dibine iri bir çuval gibi yığılmış olan Konsolos’u alıp göz, kulak, dil, dudak kalabalığının ortasındaki koridordan Eppendorf Üniversite Hastanesi’ne koşturdu. Ancak akciğerinin birinden iki kurşun yarası alan Quintanilla doktorların bütün çabasına karşın vurulduktan yalnızca bir sat yirmi iki dakika sonra tasını tarağını toplayıp bu dünyadan gitti. Kesilmiş koyun başı gibi bakan gözlerinde Cordillera Dağları’nın ve Hamburg Alster Gölü’nün belli belirsiz gölgeleri vardı. Oysa o günlerde ne dünya ne Bolivya ne de Hamburg terk edilesi değildi onun için. Özellikle Hamburg... Her şeyden önce geniş bahçelerindeki iri ağaçların güzelliği, dallarındaki kuşların doyumsuz cıvıltıları, herkese yetecek özgürlük olanakları ve alanları, Elbe’nin üstündeki aşnalı fişneli tekne gezilerinin renkli görkemi, varlıklı insanların Elbe kıyısındaki yalılarında sabahlara kadar süren, şampanyaların patlatıldığı, kadınlı kızlı Quintanillamsı eğlenceler sürüp gidiyordu. Üstelik o akşam Plonten Un Blomen’de müzik ve ışık gösterisi, Küçük Alster gölünün çevresinde Japon günü kutlamaları vardı. Ostsee (Kuzey denizi) kıyılarında gün boyu süren çıplaklar kampı sefasından sonra; büyülenmenin, havai fişeklerle coşarak iri bedenini sevgilinin bedenine giydirmenin, sonra da sabahlara kadar şampanya ve aşk göllerinde yüzmenin esrikleştirici anları yaşanacaktı. Kısacası yakışıklı Guintanilla’nın Hamburg’da keşfedeceği, tadını çıkaracağı çok şeyi, kendi devletinin sunduklarından başka İsrail savaş tüccarlarıyla yakın ilişkisinden üreyen ve harcaması gereken çok fazla parası vardı daha.

Bütün bunlar bir efsanenin kesitlerinden biri, yalnızca bir söylenti ya da dedikoduymuş gibi ağızdan ağza yayılarak söylenedurdu Hamburg’da. Ta ki Che’nin sadık, yürekli ve sevimli sevgilisi Monika Ertl’in bu olayın gerçeğini açıklamasına ve Hamburglu sevgilim Hanna Meir’in günün birinde bana bir dergi*getirip, “bak bu dergide seni çok, ama çok ilgilendiren bir şey var,” diyerek ışıl ışıl gülümsemesine kadar. Hanna haklıymış. Dergi beni onun düşündüğünden de çok ilgilendiriyordu. Çünkü doğrusunu söylemem gerekirse bu olayı bilmiyordum. Oysa çok, ama çok olağanüstü, öğretici ve bir o kadar da güzel, gizemli bir gerçeklik varmış dünya yüzünde. Her şeye karşın o gizemin önemli bir parçasını da hiç bir zaman açıklamadı Monika, kimse de çözemedi; geceyi hastanenin morgunda geçiren Quintanilla’nın iki ziyaretçisi daha olmuştu. Hiç kimsenin tanımadığı bu iki adam ölü Quintanilla’nın birkaç poz fotoğrafını çekmiş, çıkıp gitmişlerdi. Böylece iki ünlü fotoğrafı olmuştu Başkonsolos’un. Biri diri, bir ölü...

Fotoğraf da çekilmiş olduğuna göre törenin mutlu sonuyla ilgili açıklamalar yapılabilirdi artık: Herkes mutluydu; ben, Hanna, Cehe sevenler, devrimciler ve özellikle de Monika Ertl. Böylece bir kez daha aşk kazanmış ve yüreğimizdeki dikenlerden biri daha çıkarılıp atılmıştı.

“Mendil,” diye bir açıklama daha yaptı Monica. ”Yaşamımda aldığım en büyük armağanımdı. Eylemimin en kutsal ve en gerçek tanığı. İmzası, imzalar imzası olsun ama tümüyle de düşman elinde kalmasın diye onu ben ikiye bölmüştüm.”

*DAMAR DERGİSİ(2000/115)’nde “Yüreğimden Çıkan Diken” başlığıyla makale olarak yayımlandı.

©BERFİN BAHAR DERGİSİ(2005/94)’nde öykü olarak yayımlandı

¨ 1 Nisan 1971.

*Eppendorf Dergisi.

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..