Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '13

 
Kategori
Öykü
 

Chimaera Ateşi

Yazarın notu; Bu hikayeyi bir dostumun ‘yazdığın hikayeler sıradan, şöyle Alacakaranlık kuşağı gibi fakat hiç yazılmamış ilginç bir konu üzerine hikaye yazabilir misin?’ demesi üzerine kaleme aldım. Konuyu bu açıdan değerlendirmeniz dileğiyle.

1. BÖLÜM; TELEFON

Telefon hiç durmadan çalmaya devam ediyordu. İstemeye istemeye bilgisayarın başından ayrıldı. Yavaş adımlarla ilerleyerek telefonun yanına geldi ve çalmaktan hiç vazgeçmeyecekmiş gibi bağıran telefonun ahizesini kaldırdı;

- Alo!

-  Alo, Metin benim, ben Serhat, seni çok önemli bir durum için arıyorum. Antalya yakınında Olimpos diye bir yerdeyim. Hani ‘Kadir’ in Evleri’ diye ağaçlar üzerinde bir tatil köyü var ya ona yakın, ama durum çok çok önemli,

- Dur öyle hızlı hızlı konuşma, bir şey anlamıyorum. Nedir önemli olan? Tam olarak neredesin? Semra nerede? Yanında yok mu? Ne oluyor? Neler yapıyorsunuz? Lütfen yavaş yavaş ve tane tane anlat.

Telefondaki ses daha da esrarengiz hal almıştı. Üzgün mü? şaşkın mı? Hüzünlü mü?  Belli değildi. Boğuk boğuk geliyordu.

- Metin ne olur? Sen benim en iyi arkadaşımsın, telefonla olmaz hemen gel. Arabanla, uçakla, otobüsle ne bileyim bir şey bul ve hemen gel. Bu durum çok çok önemli, ne olursun acele et.

Telefondaki ses acı ve çaresizlik ifade eden, yalvarır bir hal almıştı.

- Anlatmakla olmaz. Acele et, görmen lazım.

- Serhat, bir dakika sakin olur musun? Neler oluyor? Neredesin? Semra’ ya bir şey mi oldu? Sen böyle konuşunca bir şey anlamıyorum. Lütfen sakin ol ve tane tane anlat.

 - Dedim ya mutlaka gelmen lazım, görmen lazım. Hemen yola çık, yarın sabah Antalya Talina Otelinde lobide seni bekliyor olacağım. Buradan yola çıkarız.  Anlatmakla olmaz, görmen lazım, ne olur benim için bunu yap. Sorma sadece acele et.

Konuşma devam edecekmiş gibi telefon açık kaldı, ancak ahizeden uzaklaşan hıçkırma ve hırıltıyla karışık anlaşılmaz sesler gelmeye başlamıştı.

Telefonun diğer ucunda Serhat bir koluyla masaya dayanmış, elleriyle telefon ahizesini tutuyor, vücudu masanın yanına yığılı vaziyette, başı aşağı düşmüş, hıçkırıklar içinde, iç çekiyordu. Perişan bir haldeydi. Konuşacak enerjisi kalmamıştı. Belli ki şaşkın bedeni kaç gündür uyku yüzü görmemişti. Üstü başı toprak içinde, saçları yağlı ve darmadağınıktı. Üç dört günlük sakalıyla derbeder bir görüntü veriyordu.

Metin, telefonun başında daha fazla beklemenin anlamsız olacağını fark ettiğinde saat akşamın on biriydi. Kardeşi kadar yakın can dostunu bu durumda yalnız bırakamazdı. Kendisi avukattı. Birçok ilginç olaylarla karşılaşmıştı. Bu da onlardan biri olmalıydı.Yaz günü, adli tatildeydi, ancak yine de yapması gereken işleri vardı. Bilgisayarına doğru yürüdü. Ertesi günü nöbetçi mahkemeye sunulacak dava dilekçesini tekrar okudu. Bu, daha çok basit bir dava için basit bir dilekçeydi, ama işin de aksamaması gerekiyordu. Telefona yöneldi. Tuşlara bastı. Yanında avukat adayı olarak bulunan ve aynı zamanda sekreterlik işlerini yürüten stajyerini aradı;

- Alo, Nermin, kusura bakma bu saatte rahatsız ettim, ancak benim çok önemli bir işim çıktı. Antalya’ ya gitmem gerekiyor. Sen bürodaki bilgisayardan benim ‘e-mail’ ime gir yarın ki dava dilekçesini yazıcıdan çıkart ve nöbetçi mahkemeye ver. Unutma! Randevu varsa iptal et, başka arayan olursa da idare edersin.

- Hayırdır Metin Bey ne oldu?

-Ben de bilmiyorum. Serhat kötü durumdaymış.

- Kaza mı yapmış?

- Bilmiyorum

- Kavga mı etmiş?

_Bilmiyorum Nermin. Bilmiyorum dedim ya, gidip göreceğiz bakalım.

- Peki, peki, özür dilerim. Merak ettim de, Size iyi yolculuklar. Oraya varınca haber verin. Yani, randevular için demek istedim. İyi yolculuklar.

‘Allah’tan bu kız var. Benim sağ kolum oldu. Zehir gibi bir stajyer, ileride iyi bir avukat olacak. Kim bilir bir gün ben de işleri büyütür büyük bir hukuk bürosu kurabilirim. O zaman Nermin'de yanımda çalışmaya devam eder.’ diye düşünürken, birden bu güzel hayallere dalma zamanı olmadığını fark etti. Çar çabuk toparlanması ve bir an önce bir uçak bulması gerekiyordu. Gece araba kullanması zor olacaktı. Zaten kafası da darmadağınıktı, buna uygun değildi. Bu kafa ile yola çıksa bol alkollü araç kullanmak kadar tehlikeli olacaktı. ‘Uçak’ diye düşündü. Ama saat çok geçti. Bu saatte oraya uçak olmazdı. Rehbere baktı. Otobüs firmalarını buldu. Birine parmağıyla işaret koydu. Diğer eliyle telefon ahizesini kaldırarak, aynı elin işaret parmağıyla tuşlara dokundu.

- Alo! iyi akşamlar bu saatlerde Antalya’ ya seferiniz var mı?

- 12.30 son otobüs, kaç kişi?

- Güzel, tek ben, hemen geliyorum.

-Ne isim yazayım?

- Metin Sanlı

-Şanlı mı?

-Hayır, hayır, Sanlı, Sivas’ ın ‘S’ si,

- Tamam, ağabey yazdım.

- Pardon! Atakule’ den servis var mı?

- 12.00 de var

- Tamam, sağ ol iyi akşamlar.

Acele ederse, ancak servise yetişebilirdi. Küçük bir çanta, bir iki tişort, bir kot pantolon, birkaç çorap ve iç çamaşırını hızlı hızlı çantaya tıkıştırdı. Gözü darmadağın yatağın üzerine atılmış pijamaya takıldı. Onu da alarak adeta çantanın içine tıktı. Üzerine ince bir mont alarak, suları, ışıkları, bilgisayarı, doğal gazı tekrar tekrar kontrol etti ve hızlı adımlarla yola koyuldu.          

Atakule’nin önüne geldiğinde servis kalkmak üzereydi. İşaret etti. Biletini alarak servise bindi. Birkaç dakika sonra Antalya’ya gidecek otobüsün koltuğundaydı.

BÖLÜM – 2 - YOLCULUK

Otobüs hareket edeli henüz yarım saat olmuştu. Şoför uyumak isteyen yolcular için ışıkları söndürmüştü. Çok yorgun olmasına rağmen karışık zihni, kapanmakta olan gözlerine uyumaması için sinyaller gönderiyordu. Kafasının içinde, devamlı bir düşünce ve tahmin maratonu vardı.          

 - Trafik kazası olsa gel demez. Hem böyle bir şeyi zaten söyler. Neden ‘görmen gerekir’ desin ki? Trafik raporu tutulur olay biter. Ortada görülecek bir şey kalmaz. Demek ki kaza olamaz bu şıkkı silelim.          

- Nermin, telefonda ‘kavga mı etmiş?’ diye sordu. Bu olabilir mi? Diyelim ki oldu. Kavganın nesi görülecek. Olmuş bitmiş. Hem kavga olsa, hem de büyük ve önemli bir kavga olsa, neden otelden arasın ki, karakolda olması gerekir. Demek ki kavga değil. Bu şıkkı da silelim.          

- Semra ile zaman zaman araları açılıyor. Acaba yine araları mı bozuldu? Ama onu çok seviyor. Tatile çıkarken ‘bu ikinci balayımız olacak’ diyordu. ‘Bakarsın dönüşte baba olurum’ demiyor muydu? Bunu da silelim listeden. Parmaklarıyla üç işareti yaparken birden durdu ve tek parmağını tekrar geri kıvırdı.           

- Serhat, telefonda Semra yokmuş gibi konuşuyordu. Acaba başına bir şey mi geldi? Evet, mutlaka Semra ile ilgili bir şey oldu. Serhat benimle telefonda konuşurken yanında Semra yoktu. Hem de bu saatte          

- Kavga etmiş olabilirler.          

- Kavga etmiş Semra Ankara’ ya geri dönmüş olabilir, ama bunun anlatmakla olmayacak nesi var? Neden görmem gerektiğini söylesin? Demek ki Semra ile ayrılma söz konusu değil.          

 - Acaba Semra’ nın başına bir iş mi geldi? Acaba Semra öldü mü? Serhat bir şekilde onun ölümüne neden oldu da benden onun için mi yardım istiyor?          

Metin, bu düşüncelerden irkilerek bir an için kendine geldi. Ter içindeydi. Gayret etti, ince mont’ unu çıkarttı. Camın kenarındaki askıya astı. Camdan dışarı doğru bakındı, ancak karanlıkta bir şey görülmüyordu. İlerideki ovalarda tek tük ışıklı alanlar ve tali yoldan giden bir arabanın ışıkları dışında başka bir şey fark edilmiyordu. Kafasını camla arasında yastık görevi yapmaya başlayan montuna dayadı. Montuna, daha rahat olması için kaba bir yastık şeklini verdi. Başını tekrar montuna dayadı. Şimdi daha rahattı. Artık uyumak istiyordu. Uyumalıydı. Ama olanlar ve merak onu uyutmuyordu. Neydi? Ne olmuştu?          

Ölmüş olsa, ‘öldü’ derdi. Böyle bir durumda zaten Serhat, tek başına olmazdı. Yanında birçok kişi olmalıydı. Semra, hasta olsa, hastanede olsa, bir yeri kırılmış olsa, Serhat başında olurdu. Ne olmuş tu? Metin, son olarak, ‘Acaba otel odasında yanlışlıkla Semra! nın ölümüne neden olacak bir şey yaptı da orada öylece ne yapacağını bilemeden duruyor ve benden hukuki yardım mı istiyor’ diye aklından geçirdi.‘Evet, şimdilik akla gelen en yakın ihtimal buydu. Semra otel odasında öldü ve öylece yatıyor. Serhat başında ne yapacağını bilemeden öylece duruyordu. Hıçkırıklar içinde ancak bana telefon edebildi.’Her avukat bir parça senarist ve bir parça da dedektif gibidir. Öyle de olmalıdır. Metin, tekrar düşündüğünde bu ihtimalde de eksik bir nokta olduğunu fark etti. Kendi kendisine ‘bana başta hıçkırıklar içinde telefon etmedi ki, konuşmasının sonuna doğru hislendi ve ağlamaya başladı’ diye fısıldadı.Tam o sırada otobüsün iç ışıkları yandı ve- Yirmi dakika ihtiyaç molası. Çaylar şirketten diyen muavinin sesi duyuldu. Merak, merak, merak!Metin, muavinin bu sesiyle irkildi ve kendine geldi.Cevabı ancak oraya gidince öğrenebilecekti.Yolun üçte biri uykusuz geçmişti. Terlemişti. Gözlerinden uyku akıyordu. ‘Bir çay iyi gelir açılırım.’ Diye düşündü. Montunu yanına alarak, otobüsten indi. Hava serindi. Veya ona öyle gelmişti. Ağustos sıcağında montunu giydi. Otobüse en yakın masaya oturdu. Masaya derhal bir çay kondu. Çayı hızla içti. Sıcak sıcak çay iyi gelmişti. Dağıtıcı çocuğa işaret etti ve bir çay daha istedi. Çocuk işareti gördüğünü belli etti. Tepsideki çayları diğer masalara dağıttıktan sonra ‘çaylar tazelensin’ diye bağırarak çay ocağına yöneldi.İkinci çaydan sonra, ‘tuvalete gitmek daha avantajlıymış’ diye düşündü. ‘Çünkü hem tuvalet boşalmış oluyor. Hem de çayların tekrar sıkıştırması önlenmiş oluyor’ diye düşünmeye devam etti.Yirmi dakika boyunca başka bir şey düşünmeden çay dağıtan çocuğu ve çayın yanında poğaça, börek, sandviç gibi çıkınlarını getirip gizlice karın doyuran müşterileri seyretti. Bu yirmi dakika bile yorulmuş zihnine ilaç gibi gelmişti. Şimdi kendini daha zinde hissediyordu. Bu duygularla otobüse bindi. Montunu askıya asarak yerine oturdu. Başıyla montunun yastık görevi yapıp yapmadığını kontrol etti. Eliyle bir şeyleri düzeltti. Saatine baktı.

Vakit gece yarısını geçmişti. Tekrar kafasını montuna yasladı ve otobüsün hareket etmesini beklemeye başladı.‘Yirmi dakika ihtiyaç molası. Çaylar şirketten’ diyen muavinin sesini duyar gibi oldu. Gözünü hafifçe araladı. Otobüsün ışıkları yanmıyordu. Gözlerini kapadı. Sonra birden tekrar açtı ve dışarıya baktı. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Yolcular yavaş yavaş otobüsten iniyordu. Saatine baktı. Sabahın ilk saatleriydi. Montunu alarak otobüsten indi. Tesisin tuvalet aynasında uykulu yüzünü gördü. Saçları yağlanmış gibi ve dağınıktı. ‘Amma da uyumuşum. Resmen içim geçmiş’ diye düşündü. Musluktan akan buz gibi suyla birkaç kez yüzünü yıkayarak kendine geldi. Islak parmaklarıyla saçlarını düzeltti. Bu arada açlıktan karnının guruldadığını fark etti.Tesisin lokantasında, bu defa sıcak bir çorba söyledi. ‘Yayla Çorbası’ nın şehirde olsa yüzüne bakmazdı. Bu defa ‘meğer ne lezzetli, ne rahatlatıcı bir çorbaymış’ diye düşündü. Hesabı ödedi. Dışarı çıktı. Çay dağıtan çocuktan bir çay alarak ayakta çayını içti. Sıcak sıcak çay da iyi gelmişti. ‘Önce can, sonra canan. İnsanın kendisi birazcık perişan olunca en yakın arkadaşının sorununu bile unutuyor.’ Diye içinden geçirdi.‘Serhat şimdi ne yapıyordu acaba? Semra gerçekten öldü de başında öylece bekliyor muydu?’ Sonra birden aklına önceden düşündükleri geldi;Trafik kazası değildi. Kaza olamazdı.Semra hastanede yatıyor veya Serhat’ tan ayrılıp gitmiş olamazdı.Semra’yı öldürmüş olsa. Hıçkırıklar içinde telefon etmiş olması gerekiyordu. Sesi telefonu açtığında sakin ve şaşkın bir ifadeye sahipti. ‘Otelde lobide bekliyor olacağım. Buradan gideriz’, diyordu. Semra ölmüş olsa başında bekliyorum derdi. Çorba ve çay zihnini açmıştı. Üç saatlik kesiksiz uyku da iyi gelmişti. Metin’in zihni tekrar makine dişlilerinin ahenk içersinde çalışması gibi işlemeye başlamıştı. Ancak merakını giderecek hiçbir ipucu bulamıyordu.‘Şurası kesin ki Semra’ ya bir şey oldu. Semra Serhat’ ın yanında yok. Beni karşılamaya Serhat tek gelecek. Hem de olayı mutlaka olayı görmem gerekiyormuş. Demek ki Semra sabit bir yerde, ama hastane veya karakolda değil.’ Biraz durdu ve ‘acaba kaçırıldı mı?’ diye mırıldandı. Yavaş adımlarla otobüse bindi. Montunu alışılmışın dışında katlayarak ön koltuğun arkasındaki fileye sıkıştırdı. Sabah olmuştu ve artık uyumak istemiyordu. Birkaç saat sonra merakını giderecekti. Otobüs hareket etti. Yeşillikler içersinde Toros dağlarını aşmaya başladı. Manzara harikaydı. Bir an için kafasındaki tüm düşüncelerden uzaklaşmıştı. ‘Bu güzellikler, bu yeşillikler nasıl yakılır. Nasıl yok edilir. Canilik.’ Diye iç çekti. Hüzünlendi. Sonra tekrar Serhat aklına geldi. ‘Evet, kesinlikle Semra kaçırılmış olmalı’ diye fısıltıyla kendi kendine söylendi. Sonra bu düşüncesinden de vazgeçti. ’Kaçırılmış olsa neyi görmem gerekir ki?’ diye düşündü. Böylece, kaçırılması ihtimali de elenen şıklardan olmuştu. ‘Belki konu Semra ile ilgili değil, basit bir hukuksal sorundur. Serhat kafasında çok büyütmüştür. Hemen halleder dönerim. Kadına da ayıp oldu yarın dava dilekçesini elden ben vereceğim demiştim. Neyse artık dönünce bir mazeret uydururum. Yalandan kim ölmüş. Zaten bu da beyaz yalan olacak. ’Metin, bunları düşünürken kendi kendine gülümsedi ve camdan dışarı baktı. Otobüs köy gibi bir yerleşimden geçiyordu. Oldukça yavaş gidiyordu. Köylüler yere hasır sepetler, tuğla hamurundan yapılmış testiler, güveç ve biblolar dizmişlerdi. Sabahın bu saatinde de olsa demek ki turist arabaları durabiliyor ve alış veriş oluyordu. Turizm adı verilen bacasız fabrikalar her saat ekmek parası kazandırabiliyordu. Köylülerin hepsi de güler yüzlüydü. Metin, onlara bakıp ‘Elbette öyle olacak, temiz hava, ekmek ve gıdalar naturel, Büyükşehirlerin ki gibi dertler yok, tasa yok. Tavuk tavuk gibi kokuyor, yumurtası gerçek yumurta lezzetinde. Şehirde öyle mi ya? Gerçekten çimen görmemiş, makineden çıkmış, hormonlu yemlerle hızla büyütülmüş yapay tavuklar ve onların yapay yumurtalarını yiyoruz.’ Diye düşündü ve gülümsedi.

Gerçekten de binlerce yıllık gelişen teknoloji sonucunda besinler çeşitlendi. Ulaşım ve nakliye kolaylaştı. Herkes, farklı coğrafi bölgelerde yetişen her cins besine ulaşmaya başladı. Bazı siyasetçilerin kötü yönetiminden ortaya çıkanlar dışında, kıtlık tehlikesi de yok denecek kadar azaldı. Ama yediklerimizin ne olduğunu acaba biliyor muyuz? Hangi ürün, nerede ve nasıl hazırlanıyor? Bize nereden geldiğini biliyor muyuz? Muz artık rengi, kokusu ve mükemmel lezzeti olan o eski küçük Anamur muzu değil. Yediğimiz sucuğun, salamın içindeki ve hamburgerin köftesindeki et, bizim doğudan gelen sarı dananın eti değil. Belki ‘deli dana eti’, Niğde’ nin elması, Ankara’ nın armudu, Bursa’ nın şeftalisi ve daha niceleri artık zor bulunur oldu. Kendi yerli besinlerimizi tanıyamaz olduk. Ama köylerde öyle mi? Hala eski gelenekler sürüyor. Hala doğal yerli besinlerimiz üretiliyor. Otobüs köyden bir hayli uzaklaşmıştı ve hızlanmıştı. Metin hala yol kenarında salatalık ve domates satan köylülere bakıyordu. Salatalar hala çiçekli ve körpe, domatesler iri, yayvan ve etli görünümlüydü. ‘Bir de yanında peynir olsa da şurada durup yesem ne güzel olurdu’ diye iç çekti birden. Oysa otobüs her bir serginin önünden hızla geçiyordu. Şoför, yolu bir an önce bitirmek istiyor gibiydi. Artık başka mola da yoktu. Bir süre sonra otobüs Antalya Terminalindeki yerini aldı. Muavin;- Antalya’ ya gelmiş bulunuyoruz. Yolcularımıza iyi dünler diler, bizi tercih ettiğiniz içi teşekkür ederiz. Diyerek, son anonsunu da yaptı. Hava daha şimdiden ısınmış gibiydi. Küçük çantasını bagaja vermediği iyi olmuştu. Hemen bir taksiye binerek Talina otelinin yolunu tuttu. Birkaç dakikada otele geldi. Taksi ücretini ödedikten sonra koşar adımlarla otele girdi. Tam ön büroya yönelmişti ki omzunda bir el hissetti.-Metin.

Bölüm - 3 -  BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ

Metin, omzuna dokunan elle birden irkildi.

- Serhat

- Hoş geldin Metin, gel hemen valizini odaya koyalım.

Serhat, valizi aldı. Ön büro görevlisinin kendilerini izlediğini görünce

- Misafirim, ama otelde kalmayacak. Hemen yola çıkacağız. Diye açıklama yapma gereğini hissetti. Metin, Serhat’a dönerek;

- Ne oldu söylesene? Bütün gece uyuyamadım. Beni merakta bırakma. Bu halin nedir böyle? Saçın başın darmadağınık. Sakalın bir karış. Selma nerede? Neler oluyor?

- Dur. Dur. Hepsini anlatacağım. Bildiğin gördüğün gibi bir şey değil. Neler geldi başımıza. Ne yapacağımı bilmiyorum, ama olayı görmen şart.           

- Ne oldu? Neyi göreceğim? Semra nerede? Güzel güzel anlat olanları da delirtme şu adamı.          

 - Ne olur, azıcık sabret. Birkaç saat daha bir şey sorma. Görünce olanları anlatırım. İnsanın inanası gelmiyor. Olmayacak bir şey. Ben de ne oldu, nasıl oldu tam bilmiyorum. Görünce anlatırım.          

Metin’ in merakı giderek artıyordu. Tekrar tekrar ‘ne oldu?’ diye soruyor fakat cevap alamıyordu. Serhat, Metin’in kolundan çekerek seslendi;          

- Arabam garajda. Hadi bir an önce gidelim.

Metin, çantasını otel odasına bıraktı ve yola çıktılar. Artık daha fazla soru sormanın anlamsız olduğunu kabullenmişti. Mecburen birkaç saat daha merak içinde kalacaktı. Koşar adımlarla arabaya bindiler. Metin henüz kapıyı kapatırken Serhat arabayı çalıştırmıştı bile. Hızla kalkan araç, biraz sarsıldıktan sonra yavaşlayarak kapıdaki viraja yaklaştı.

- Dikkatli sür.

- Tamam, tamam, merak etme Metin yolculuk sırasında devamlı Serhat’ a bakıyor. Yüz ifadesinden bir şeyler çıkartmaya çalışıyordu. Bunca yıldır samimi arkadaşı olmasına rağmen, onda şimdiye kadar bu kadar anlamsız bakış ve karmakarışık bir yüz ifadesi görmemişti. Aynen telefondaki sesi gibi yüz ifadesi de ortaya hiç bir anlam koymuyordu. Üzgün mü? Şaşkın mı? Sevinçli mi? Hüzünlü mü? Belli değildi.

Metin bir an etrafına baktı. Şehirden çıkmışlar ve Kemer’e doğru yol alıyorlardı. Manzara muhteşemdi. ‘Keşke tatile gelmiş olsaydım’, diye geçirdi içinden. Sessizliği Serhat bozdu;

- Pompei şehri hakkında bilgin var mı?

- Anlamadım!

- Hani orada bir volkan patlamış. Bütün şehir halkı yok olmuş, yani yok olmamış ama birden taş olmuş.

-Böyle bir şey duymuştum ama bunun bizimle ne ilgisi var?

-Görürsün.

- Deli etme adamı. Antalya’ da volkan patladı da bizim mi haberimiz yok?

- Onun gibi bir şey. İnanılmaz bir şey oldu. Birazdan göreceksin.

Serhat karmakarışık bir yüz ifadesiyle tekrar suskunluğa gömülmüştü. Yolu boş görünce biraz daha gaza basarak hızlandı. Ağaçlar dizi dizi geride kalıyor. Hızla yol alıyorlardı. Birkaç dakika sonra Beydağlarının eteğinde denize doğru uzanan ‘Olimpos Harabeleri’ ne ulaşmışlardı. Buradan Çıralı adı verilen yerleşim bölgesine ulaştılar. Çıralı yeşillikler içinde kalmış küçük bir köydü. Ahşap bungalov tipi odalardan oluşan küçük bir otelin önünde durdular. Serhat hızla arabadan inerek ön bürodaki görevliye bir şeyler söyledi. Arabanın anahtarını bırakarak hızla Metin’ in yanına geldi.

- Haydi! Metin, biraz yürüyeceğiz.

Metin bir şey söylemedi. Ne sorsa cevap alamayacağını biliyordu. Çirali’ nin arkasındaki tepelere doğru yürümeye başladılar.

Bu bölgede ‘CHİMAERA’ nın sönmeyen ateşi yıllardır yanıyordu. Bir çok yerde üzerine toprak atıp söndürseler bile ateş bir başka yerden tekrar tekrar ortaya çıkıyordu. Bu ateş özelliği ile ‘Olimpos’u Tanrılara ait bir dağ konumuna sokmuştu. Yeşillikler içersindeki bu efsanevi dağ, turistlerin büyük ilgi kaynağıydı. Buna bir de maceracı ruha sahip turistler için yapılmış ve kısa sürede adını ülke sınırları dışına taşımış olan ‘Kadir’ in Ağaç Evleri’ de eklenince bölge çok ilgi çekici hale gelmişti.          

Bu efsanevi bölgede Serhat’ı bu kadar karmaşık duygular içine iten ne olabilirdi. Bunu nihayet birazdan anlayacaktı. 

Chimaera’nın sönmeyen ateşlerinin arasından geçtiler. Arkadaki tepeyi biraz aşmışlardı ki; Başında birkaç jandarmanın beklediği, kurdele ile çevrili bir alana ulaştılar. Metin biraz daha yakına geldiğinde dört jandarma erinin burada nöbet tutmakta olduğunu fark etti. Bir apartman dairesi büyüklüğündeki alanı ağaçlar arasına kırmızı beyaz kurdelelerl bağlayarak çevrelemişlerdi. Alanın ortasında bir insan boyunda, diğeri onun yarısı boyunda iki karartı vardı. Güneş ışıkları ağaçları geçemediği için bölge oldukça loştu. Serhat;

- İşte! Dedi telaşla.

Metin bir şey anlamamıştı. Jandarma Serhat’ a selam verdi ve yanına geldi. Belli ki önceden tanışıyorlardı. Serhat, kurdeleyi kaldırarak alanın ortasındaki karartılara doğru yürüdü. Metin’ e ‘sen de gel, bak’ diye bağırdı.   

Metin hala ne olduğunu kavrayamamıştı. Yavaş adımlarla şaşkın şaşkın kurdeleyi kaldırdı ve Serhat’ ın yanına gitti.

- Bak! Metin işaret edilen bölgeye baktı ve yüzü o anda bembeyaz oldu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Başı dönmeye başladı. Midesi bulanıyordu. Serhat’a sarıldı. Yere yığılırken ağzından zor duyulacak şekilde fısıltılı bir ses çıktı;

- Aman Tanrım. Böyle bir şey olamaz.

Metin gözlerini açtığında, Serhat bir yandan ağlıyor. Diğer yandan yanında getirdiği pet şişedeki suyla Metin’ in alnını ve bileklerini ovuyordu. Metin kaç dakika baygın kaldığını bilmiyordu. Gözlerini açtığında Serhat’a

- Serhat, garip bir rüya gördüm. Diyebildi.

- Rüya değildi. Rüya değil ama ben de ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Keşke hepsi rüya olsaydı. Keşke bunlar hiç olmasaydı. Metin doğruldu ve kurdelelerin ortasındaki karartılara tekrar tekrar baktı. Karartılara yaklaşmak istedi, ancak jandarmalardan sert bir uyarı geldi.

- Dikkat edin henüz soğuk değil.

Metin, jandarmaya dönüp baktı. Tekrar karartıya doğru yürümeye devam etti. Bu kez daha yavaş ve temkinli yaklaşıyordu. Her an bir tehlikeyle karşılaşacakmış gibi sol elini açarak, kolunu öne doğru uzattı. Karartıya doğru biraz daha yaklaştığında eline hafif bir sıcaklığın gelmekte olduğunu hissetti. Hani sıcak havalarda pikniğe gider mangal yakarsınız ya, kömürler akkor haline gelince etrafa bir ısı yayılır. Metin, işte öyle bir sıcaklık hissediyordu. Hani kömür sobasının tam ısınmışken, belli bir mesafede sobanın sıcaklığı önce ellerinize vurur ve ellerinizi ovuşturursunuz ya, Metin’de de işte öyle bir his oluşmuştu. Metin karartıya oldukça yaklaşmış ve ne olduğunu tam olarak seçebiliyordu. Öndeki büyük karartı kalorifer kazanından çıkmış, kızıl kahverengindeki kok kömüründen yapılmış ayakta duran insan şeklinde bir yapıydı. Etrafına belli bir ısı yayıyordu. Serhat;

- Metin, böyle gel diye seslendi. Metin, karartıların arka tarafına doğru yürüdü. Arkadaki karartı da yere doğru eğilmiş bir insanı andırıyordu. Ancak taş ve kömür arasında bir görüntüsü vardı. Bu etrafına biraz daha az ısı yayıyordu.

 -Bak! Dedi, Serhat. Elindeki feneri bu garip yapının insan kafası şeklinde olan bölümüne tuttu.

Metin tekrar bembeyaz kesildi. Sendeledi. Düşecek gibi oldu, ancak bu defa daha temkinliydi. Olayları fark etmeye başlamıştı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama ne olduğunu görmüştü. Fenerin ışığının aydınlattığı yerde bir göz ona bakıyordu. Bu göz her nasılsa korunmuş ve onca sıcaktan etkilenmemişti. Göz hala canlı gibiydi. El fenerinin ışığını biraz daha aşağı indirince ileri derecede yanık bir kol ortaya çıktı. Bu kol taşlaşmamıştı. Etten ve kemiktendi. Etler yanmış ve gerilmişti. Metin tekrar göze baktı. Her baktığında içinin bir tuhaf olduğunu hissetti. Bu göz, evet bu göz onundu.

- Aman tanrım Semra bu, diye bir çığlık attı. Koşarak Serhat’ ın yanına gitti. Serhat, hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.

- Gördün işte, gördün işte, anlatılmaz ki bu, gördün işte, diye sanki fısıltıyla bağırıyordu.

Metin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Öylece kalakaldı. İki arkadaş bir birlerine dayanmış, sessizce toprağa oturup kalmışlardı. Jandarmalar az ileride onları izliyordu.

BÖLÜM – 4 - HER ŞEY BİR ANDA OLDU

Halini aldı. Ortalık toz duman içindeydi. Çok çok sıcaktı. Çığlık bile atamamışlardı. Dumanlar dağılınca bu manzara ile karşılaştık. Ayakta duran kitle o turist kız. Çömelmiş olan Semra.

Serhat derinden ve ağlamaklı bir iç çekti. Hıçkırıklar boğazına düğümlendi ve bir süre konuşmasına ara verdi. Sonra meraklı bir ifadeyle sordu.

- Sen de gördün mü?

Metin ve Serhat birbirlerine dayanmış vaziyette saatlerce toprağın üzerinde oturdular. Neden sonra Metin, fısıltılı bir sesle Serhat’a sordu;

- Nasıl oldu bu?

- Ben burada ağaçların arasında yürüyordum. Semra bir turist kızın yerde bir şeyler yaptığını gördü. Ne yaptığına bakmak için hızla yanına gitti. Tam eğilmiş yerden çıkan alevlere bakarken, küçük bir yanardağ patlaması gibi kızgın bir ateş kümesi, toz bulutu ve küller yerden fışkırmaya başladı. Etrafındaki ağaçlar, çimenler ve bu kurdele ile çevrili alanda ne varsa birden taş

- Neyi?

- Semra'nın bir kolu yanık, taşlaşmamış ve bir gözü yanmamış. Hala yaşam belirtisi var, yani olabilir.

- Saçmalama

Metin, ağzından düşünmeden çıkan bu söz için pişman olmuştu. Arkadaşı perişandı ve nasıl böyle konuşmuştu? Durumu hemen düzeltmek istedi;

-Bak Serhat, bu durum çok zor. Kabullenmesi çok zor bir durum. Ama artık Semra yaşamıyor.

-Hayır Metin, hayır. Onun gözü oynadı. Bana ‘kurtar beni bu acıdan’ der gibiydi. Ne yapacağımı bilmiyorum.

- Jandarmalar neden geldi.

- Şehirden bir heyet gelecekmiş, inceleme yapacaklarmış. Semra da yaşam belirtisi olduğunu onlar da düşünüyor sanırım.

-Serhat, üzgünüm ama bu mümkün değil.

Serhat oturduğu yerden kalktı Semra’ya doğru yanaştı.

- Bak Metin, bu Semra, bana bakıyor işte. Canlı olmayan gözde böyle bir ifade olur mu?

Metin Serhat’ ın yanına gitti. Gerçekten de taş bir duvarın içersine saklanmış canlı bir insanın duvardaki delikten bakması gibi, bir göz canlı, dip diri bir ifadeyle kendilerine bakıyordu. Sanki yardım istiyordu. Bütün vücut taş kesilmiş ancak nedense bir kol ve bir göz korunmuştu.            Serhat sap sarı kesilmişti. Tekrar ağlamaya başlamış ve hıçkırıklara boğulmuştu. Metin, arkadaşının iki omzundan tuttu ve sakin bir sesle;

- Dönelim. Dedi.

- Dönelim ve ne yapacağımızı düşünelim, diye devam etti.

İki arkadaş jandarmalara el sallar gibi bir hareket yaparak köyün yolunu tuttular. Köye vardıklarında tekrar karanlık çökmüştü. Uzaktan deniz koyu yeşillikler içinde lacivert bir görünüm almıştı. Her yer sessizliğe bürünmüştü. Çok ileride geldikleri yerde Chimaera’ nın sönmez ateşi hayal meyal fark ediliyordu. Ateş geceleyin daha bir coşkuyla yanıyor gibiydi. Motel’in lobisine ulaştıklarında Serhat, görevliden oda ve araba anahtarlarını istedi. Görevliye talimat verir gibi bir ifadeyle

- Birkaç gün odada karımın yerine Metin kalacak, bilginiz olsun dedi.          

Görevli olanları duymuştu. Acıyan gözlerle Serhat’a bakarak anladığını belirten bir şekilde başını salladı. Bungalova giderken Metin etrafına bakındı:

- Etraf neden çok sessiz ve boş, bu mevsimde dolu olması gerekmiyor mu?

- Bizim olay kısa sürede her yerden duyuldu. Kimi olanları görmeye gitti. Kiminin tatilinin tadı kaçtı. Evine geri döndü. Semra’ nın yanındaki turist kızın beraber olduğu grup yetkililerle görüşmek üzere şehre döndü.

-Yetkililer neden yok?

- Durum çok karışık. Anlatınca olaya kimse inanmak istemiyor. Ankara’ dan izin alınacakmış. Üniversitelerden bilim adamları gelecekmiş. Doktorlar, hukukçular, jeologlar ne bileyim koca bir heyet gelecekmiş işte. Dün gelen gazeteci ordusunu görsen şaşardın.

- Gazetelere bakmadım.

- Henüz çıkmaz çok erken. Yarın belki

Metin Bungalova geldiğinde Semra’nın valizinin gidecekmiş gibi toplanmış olduğunu gördü. Serhat;

- Ben topladım, bence hala canlı ve acı çekiyor. Bir şeyler yapıp onu kurtarmalıyım. Dedi.

- Yapacak bir şey yok, kabul et ki bir şey yapamıyoruz. İkimiz de yorgun ve bitkiniz. Haydi şimdi uyumaya çalışalım. İki arkadaş yataklarının üzerine sırt üstü ve elbiseyle uzandılar. Çok yorgundular. Gözlerinden uyku akıyordu, fakat uyumak çok zordu. Gözleri kapanınca önce taşlaşmış iki karartı, sonra kendilerine bakan bir göz görüyorlardı. Odada sessizlik hakimdi. Metin, aklından İtalya gezisini geçiriyordu. Böyle bir şey olabilirdi. Yıllar önce olmuştu. Hatta bir iki kişi değil bütün bir şehir halkı olduğu gibi taş kesilmişti. Gezdiği müzede uyurken taşlaşmış insan kalıntıları vardı. Konuyu İtalya’ dan döner dönmez daha detaylı araştırmış ve öğrenmişti;

‘’İ.S. 79 yıllarında Vezüv yanardağı patlamış ve aniden lav püskürtmeye başlamıştı. Çıkan lavlar çevreye yayılırken Pompei Halkı kaçmaya vakit bulamamış ve binlerce insan lavların, kızgın küllerin ve onların oluşturduğu sıcaklığın etkisiyle taşlaşmıştı. Pompei ve Herculaneum şehirleri bir anda yok olmuştu. Daha doğrusu hiçbir şey yok olmadan taş halini almıştı. Her şey dim dik ayaktaydı. Uyuyan bir adamın taşlaşmış halini müzede gördüğümde sanki canlı gibi demiştim. Bu korunan yapılar, şaraphaneler ve hamamlar o günün Roma yaşantısı hakkında bizlere çok değerli bilgiler sunmakta. Bu gün gördüklerim Pompei de olanların çok çok küçük bir modeli olmalı’ diye düşünürken derin bir uykuya daldı.Serhat ise Semra ne olacak? Öylece kalacak mı? Diye düşünmeden edemiyordu.

Ancak o da fazla dayanamadı ve uykuya yenik düştü.

BÖLÜM – 5 - SEMRA ARTIK YOK

Metin uyandığında vakit, öğle vaktiydi. Serhat’ ın yatağı boştu. Kalktı. Lavaboya gitti. Elini ve yüzünü yıkadı. Buruş buruş olmuş kıyafetini değiştirdi. Otelin ön bürosuna yöneldi. Lobide Serhat’ı gördü. Yanında bir jandarma çavuşu ve iki jandarma eri vardı.

- Günaydın

- Günaydın

-Hayırdır?

- Semra’yı acılardan kurtardım Metin. Semra artık yok

- Anlamadım.

- Semra artık yok. Artık acı çekmiyor.

- ………

Metin anlamsız gözlerle jandarma çavuşuna baktı. Çavuş bir açıklama yapma gereği duydu.

- Arkadaşınız mı?

- Evet

- Arkadaşınız dün gece sabaha karşı Semra’yı vurdu

- Anlamadım

Serhat araya girdi. İleride duvara dayalı av tüfeğini gösterdi;

- Onu bu tüfekle acılarından kurtardım, dedi. Jandarma çavuşu araya girdi;

- Durum çok karışık. Nasıl bir rapor tutacağımızı bilemedik.

- Arkadaşım avukat. Ankara’ dan geldi. Onun için çağırdım. O bilir ona sor.

- Durum şu. Bu arkadaş,

- Serhat

- Evet Serhat Bey, o taş olmuş insanlardan eğilmiş olanının baş kısmına elindeki av tüfeğiyle defalarca ateş etti. Bizim erler de durumu bildiklerinden karışmamışlar. Fakat iş karışık, hatta çok karışık. Bu arkadaşınız bize Semra acı çekiyordu. Onu acılarından kurtarmamı istedi Onun için vurdum diyor. O taşlaşmış olan,

- Semra

- Neyse artık adı önemli değil, o arkadaşınızın karısı imiş. Geçmiş olsun çok kötü bir şey yani. Şimdi arkadaşınızın dediği gibi rapor tutsam. Canlıydı desem. Acılarından kurtarmak için yaptı desem olayı cinayete sokacaklar. O canlı mı? Cansız mı? Bilmiyoruz ki. Daha heyet de gelmedi. Onlara ne diyeceğiz. Bilemiyorum.

-Hiç rapor tutmasan da bu olayı olmamış kabul etsek?

- Olmaz beyim taşlaşmış insanın üzerinde kurşun izleri var. Olayı görenler var. Gazeteciler dün bir sürü resim çekti. Ben ne derim. Mutlaka bir rapor tutup savcılığa vermem lazım.

Metin, bir an Serhat ile göz göze geldi Serhat’ın gözlerinde mutlu bir ifade vardı. Nasıl olsa onu savunacak çok şey vardı. Rapor işini zorlamak anlamsızdı.

- Bak kardeşim durumu biliyorsun. Gözlerinle gördün değil mi? İnanılacak gibi değil. Allah kimseye böyle bir acı yaşatmasın.

- Evet ben de çok şaşkın durumdayım

- O zaman lütfen raporunda canlı karısına ateş etti, otonazi, cinayet gibi ifadeler kullanma yoksa bu işin içinden çıkılmaz. Herkes olayı gördü bir turist kız ve Semra yerden püsküren sıcak küllerin etkisiyle taş haline gelmişti. Eşi şaşkınlıkla ne olduğunu anlamadı ve birkaç el ateş etti. Olayı buna göre rapor edersen bize büyük iyilik edersin. Zaten acımız bize yeter. Bir de şehre iner inmez savcıya gitmeden notere uğrayalım da Serhat’ dan bir noter vekaleti alayım. Bakarsın tutuklu kalmasını isterler.

- Tamam. Metin bey hallederiz.

Beraberce şehre doğru yola çıktılar.

Geride bir yerde Chimaera ateşi yanmaya devam ediyordu.

   

 

 
Toplam blog
: 106
: 597
Kayıt tarihi
: 13.02.09
 
 

1953 Denizli doğumlu, evli ve iki çocuk babası. Doktor dişhekimi, şimdiye kadar yayınlanmış yedi ..